Türkiye’de bugüne kadar bu kadar çok siyasi parti kuruldu, hâlihazırda birçok siyasi parti var ve hemen hemen her gün bir yenisi de bu sayıya ekleniyorken, peki, niçin bugüne kadar Türkiye’de batı tipi gelişmiş bir demokrasi kurulamadı?
Değerli dostlar, başlıktan da görüleceği üzere bu yazının temel konusu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de kurulan siyasi partilerin tarihsel gelişimini, demokrasiye katkılarını ve çok partili demokrasinin bozulmasına neden olan faktörleri incelemek. Bu yazının ana kaynak grubu ise İngiliz arşiv belgeleridir. Dolayısıyla bu araştırmada İngiltere’nin Türk siyasal sistemi ve Türk demokrasisi ile ilgili tespitlerini görmek de mümkün hale gelmektedir.
Bu inceleme yapılırken sorduğumuz temel soru ise şu oldu: “1908’den günümüze Türkiye’de bu kadar çok siyasi parti kuruldu, peki, niçin batı tipi gelişmiş, ileri bir demokrasi bugüne kadar kurulamadı?”
Bu ana sorunun yanında ikinci ve en az onun kadar önemli olan sorumuz, İngiltere’nin Türkiye’deki siyasi partileri ve demokratik gelişimi nasıl gördüğü ile ilgilidir. Amacımız başlıkta belirtilen tarih aralığında kurulan siyasi partilerinin tek tek tarihini vermek ya da Türk demokrasi tarihini irdelemek değil, amacımız yukarıda belirttiğimiz sorulara kısa kısa yanıtlar verdikten sonra, Türkiye’de kurulan siyasi partiler ve demokrasiye katkıları konusunda genel bir değerlendirme yapmak olacaktır.
Siyasi parti nedir?
Üzerinde tam olarak anlaşılmış, herkesçe kabul gören tek bir parti tanımı yoktur. Ancak siyasi partiler en genel anlamıyla, “kabul edilmiş programları uygulamak amacıyla bir araya gelen bireylerin kurduğu örgüt” diye tanımlanabilir.
Siyasi partiler, “ortak siyasi inançları olan ve toplumsal yaşamı bu inançlarına uygun olarak yeniden örgütlemek için benzer yöntemlerle uğraş veren insanların gönüllü birlikteliği” ya da “temsil etmeye çalıştığı toplumun en ileri ve en bilinçli unsurlarının oluşturduğu merkezi bir örgüt” olarak da tanımlanabilir.
Fransız siyaset bilimcisi Benjamin Constant partiyi; “aynı siyasi öğretiye inanan insanlar topluluğu” olarak tanımlamaktadır.
Siyasi partiler üzerine kapsamlı araştırmalar yapmış olan Maurice Duverger ise partileri, “siyasal erki ele geçirmek ve kullanmak” için, 19. Yüzyılda ortaya çıkan ve ağırlıklı olarak “parlamento gruplarının ve seçim komitelerinin” doğuşuna bağlı olan örgütler olarak görmektedir.
Heywood ise partileri, “ideolojik uyum içindeki bir grup insanın iktidarı kazanmak amacıyla bir araya geldikleri örgütler” olarak tanımlar.
Türkiye’de siyasi parti konusunu incelemiş bir bilim adamı olan Tarık Zafer Tunaya, siyasi partileri, “belirli bir siyasi program üzerinde birleşmiş kişilerin, bu programı gerçekleştirmek amacıyla kurmuş oldukları örgüt” olarak tanımlar.
Münci Kapani ise siyasi partileri, “bir program çerçevesinde toplanmış, siyasi erki elde etmek ya da paylaşmak amacını güden, sürekli bir örgüte sahip örgütler topluluğu” olarak tanımlar.
Siyasi partilerin, ülkelere ve bulundukları dönemlerin özelliklerine bağlı olarak, benzerlikleri ve farklılıkları vardır. Dolayısıyla tanımı ne denli kapsamlı olursa olsun, yapısını ve işleyiş biçimini tam olarak açıklamaya yetmez. Siyasi partiler, tanımların ötesinde; dünyanın içinde bulunduğu koşullar, ülkelerin gelişim düzeyi ve kitlelerin gereksinimleriyle biçimlenirler. Bu nedenle süreç içinde, gelişen ve değişen örgütlerdir.
Partiler, siyasi demokrasinin temsili kurumları olarak ortaya çıkmıştır. Her ülkenin toplumsal yapısına ve uluslararası ilişkiler ağının koşullarına bağlı olarak zengin bir çeşitlilik gösterirler. Benzerlikleri giderek artıyor olsa da; mücadele anlayışları, örgütlenme biçimleri bakımından farklı özellikler taşırlar.
Partilerin; kitle ya da kadro partileri, sağ ve sol partiler, yasal (legal)-yasadışı (illegal) partiler, düzen partileri-düzen dışı partiler, parlamento içi-parlamento dışı partiler, sınıf partileri, ulusal partiler gibi birçok türü vardır. Ancak partilerin gücünü, biçimi değil kitlelerden aldığı destek belirler. Bu destek, sorunlara çözüm üretme ve üretilen çözümleri uygulama konusunda halka verilen güvenle sağlanabilir. Zira güven sağlama, kitleleri örgütleyebilmenin ön koşuludur.
Bugün tüm dünyada siyasi partiler, demokratik yaşamın en temel ve vazgeçilmez örgütleri olarak kabul edilmektedir. Bir siyasal sistemin demokratik olarak tanımlanabilmesi için mutlaka, özgür ve yarışmacı bir partiler rejimine sahip olması gereklidir.
Siyasi partiler ne zaman ortaya çıkmıştır?
Siyasi partiler, 19. Yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkmışlardır. 1850’lerde, dünyanın hiçbir ülkesi kelimenin bugünkü anlamıyla partileri bilmiyordu. Siyasi partilerin, ortaya çıkışı, gelişip siyasete yön vermeleri, kapitalist ilişkilerin bir ürünüdür. Demokrasiyi yaygınlaştırma gibi bir amaçla değil, sınıf mücadelesini yürütmek için kurulmuşlardır. O dönemde; düşünce akımları, halk birlikleri, felsefe dernekleri ve parlamento grupları vardı, ancak partiler yoktu.
Şimdi ise, neredeyse her yerde bulunuyor. Dünyada var olmadıkları tek yer ise diktatörlük veya askeri yönetim tarafından yönetilen ülkeler. Bugün, oldukça basit bir şekilde, siyasi partiler modern siyasetin temel örgütlenme ilkesi haline gelmiştir. Yine bugün, siyasi partiler devlet ve sivil toplum arasındaki yaşamsal bağlantıyı oluşturur. Bununla birlikte, siyasi partiler hiçbir şekilde aynı değildir. Örgütsel yapı ve ideolojik yönelim gibi konularda farklılaşmakla kalmayıp, aynı zamanda daha büyük bir siyasi sistem içerisinde farklı roller de yürütmektedirler.
Türkiye’deki partiler ise, Batı’dan farklı olarak toplumsal ilişkilerin sonucu olarak değil, Batı’ya benzeme isteğinin ürünleri olarak ortaya çıkmışlardır. Yapay ve öykünmecidirler. Bu nedenle, genel bir özellik olarak, halkın gelişme isteğine, gereksinimlerine yanıt verememişlerdir. Ne öykündükleri Batı partileri gibi olabilmişler ne de halk içinde güven duyulan bir güç olmuşlardır.
Partilerin siyasi iradenin oluşumunu belirleyen örgütler olarak ortaya çıkışı eskidir ama anayasal kurum haline gelmeleri II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştur. Anayasal bir kurum olarak kabul edilmeleri ilk kez 1947 yılında İtalya’da ve ardından 1949 yılında Almanya’da olmuştur.
Türkiye’de siyasi partiler ne zaman ortaya çıkmıştır ve nasıl bir gelişim süreci göstermişlerdir?
Türkiye’de tek bir kitap içinde siyasi partilerin kuruluşlarını, gelişimlerini, değişimlerini ya da yıkılışlarını ele alan çok fazla çalışma bulunmamaktadır. Tarık Zafer Tunaya tarafından yazılan “Türkiye’de Siyasal Partiler” adlı eser hala bu konudaki temel eserlerin başında gelmektedir.
Türkiye’de siyasi partiler 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda reform amaçlayan cemiyetler tarafından kurulmaya başladı. Bu çabalar, 1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin imparatorluğun gerçek yöneticisi olarak padişahın yerini almasıyla başarılı oldu. Araştırmacılar arasında İkinci Meşrutiyet dönemini Türk siyasal hayatının laboratuvarı olarak görme eğilimi hayli yaygındır. Ancak öyle bile olsa bu siyasi laboratuvarın maliyeti çok yüksek olmuştur.
1923’de Cumhuriyetin ilanından sonra yeni partiler kurulmaya başlandı, ancak çok partili sistem tek parti sistemin lehine terk edildi. 1930’dan II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tek siyasi partiydi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye çok partili bir sisteme geri döndü. En önemli yeni partiler, 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP) ve DP bölündükten sonra 20 Temmuz 1948’de kurulan Millet Partisi (MP) idi. Türkiye, 1950’lerdeki Demokrat Parti iktidarından sonra; 1960-1961 arasında doğrudan, 1971-1973 arasında da “teknokrat” hükümet formülü altında dolaylı bir askeri yönetim dönemi yaşamıştır. 27 Mayıs 1960’da ordu iktidarı ele geçirdi. Ancak Milli Birlik Komitesi yeni bir anayasa ve özgür bir seçimle siyasi hayata kısa sürede dönmeyi amaçladı. Dolayısıyla Ocak 1961’de tüm siyasi faaliyetlere ilişkin ilk yasağını yumuşattı ve bir ay içinde var olan partilere ek olarak on bir yeni parti kuruldu. Yeni partilerin en önemlisi, DP’nin mirası/yeri için birbiriyle yarışan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) oldu. Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerde CHP’nin mutlak çoğunluğu kazanamaması üzerine Ekim 1965’teki seçimlere kadar dört koalisyon hükümeti kuruldu. Ekim 1965’de yapılan genel seçimlerde Adalet Partisi iktidara geldi. Küçük partilerin zayıf performansı neredeyse iki partili bir sistemin sanal olarak kurulmasına yol açtı. Ekim 1969’da yapılan genel seçimlerde daha az oy almasına rağmen AP iktidara tekrar geldi. Küçük partilerin oyları ve pozisyonları daha da düştü. Demirel, reformlar yapılmadığı takdirde ülkenin doğrudan kontrolünü ele geçirme tehdidinde bulunan Silahlı Kuvvetlerden aldığı muhtıra üzerine, 12 Mart 1971’de istifa etti. Mart 1973’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Ferit Melen Hükümetinin desteklediği Cumhurbaşkanı adayı General Gürler’in Meclis tarafından reddedilmesi üzerine, istifa etti. Yeni hükümet 15 Nisan 1973’de Naim Talu tarafından kuruldu. Demirel ve Ecevit artık normal demokratik koşullara ve parti hükümetine dönüşün bir öncelik olması gerektiğine inanıyordu. Nitekim Ekim 1973’de genel seçimler yapıldı ve demokrasiye geri dönüldü. Ancak bu dönem de fazla sürmedi. Yaşanan siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel sorunlar sebebiyle silahlı kuvvetler 12 Eylül 1980’de iktidara üçüncü kez el koydu.
Dolayısıyla 1908’den bu yana, demokrasiyi güçlendirme ve genişletme çabaları Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olmuştur, ancak bu hedefe açık ve kendi içinde demokratik olan siyasi partiler olmadan ulaşmak çok zor görünmektedir. Bu konuda Türkiye’deki siyasi partiler çok önemli görevler üstlenmiş olmalarına rağmen 1946’da çok partili siyasal hayatın başlamasından bu yana Türk siyasal sistemi, siyasi partilerin ve çıkar gruplarının ideolojik kutuplaşması ve hizipleşmesi, sosyal ve siyasi huzursuzluğun yaşandığı çalkantılı bir tarih ve sonunda üç askeri müdahalenin yaşanmasına sahne olmuştur.
İngiliz belgelerinden çıkan sonuç
1908’den sonra Türk siyasetinin temel sorunu demokratik ile anti-demokratik tutum arasında bir ikilem yaşamasıydı. Yani bir taraftan hem demokrasinin hem de ülkenin ilerlemesini isterken diğer taraftan bunun demokrasi ile yapılamayacağını düşünmesiydi. Başka bir ifadeyle demokrasinin reformları/inkılapları engellediği varsayımıydı. Bu düşüncenin sonucu, ülke kalkınması için reform/inkılap yapmak isteyen liderlerin veya partilerin demokratik olmayan yollara başvurmuş olmasıydı. Dolayısıyla Türk siyasetinde, kendisinden önceki liderleri ya da partileri anti-demokratik bulan, buna mukabil, daha fazla özgürlük ve demokrasi vaadiyle iktidara gelen hemen hemen her yeni partinin ya da liderin kısa bir süre içinde eleştirdikleri liderlerin ya da partilerin durumuna ve hatta zaman zaman daha da gerisine düştükleri görülmüştür. Yani anti-demokratik olmakla eleştirdikleri seleflerinin uygulamalarını devam ettirdikleri ve uyguladıkları tüm anti-demokratik tutumları da ülke kalkınması/menfaati için yaptıklarını iddia ederek meşrulaştırmaya çalıştıkları gözlemlenmiştir. Ayrıca bu tutumun 1908’den günümüze kadar kurulan ve iktidara gelen hemen hemen her siyasi parti ve liderinde görülmüş bir davranış biçimi olduğu ileri sürülmüştür.
Bu durumu ilk kez ve en yalın şekliyle İttihat-Terakki Cemiyeti ve liderlerinde görmek mümkündür. İttihatçı liderlerin en güçlü destekçisi ordu ve cemiyet olmuştur. Yine Atatürk’ün, laik, demokratik ve kalkınmış sanayi devletleri idealine göre yapmış olduğu inkılaplar ordu ve tek partili bir sistem tarafından desteklenmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası çok partili hayatın/demokrasinin başlaması, Atatürk’ün inkılap ideallerinin en aktif destekçisi olan üst düzey sivil ve askeri bürokratlar ile aydınlardan oluşan güçlü bir azınlığın hayal kırıklığına uğramasına neden olmuştur. Çünkü demokratik sürecin, Türk toplumunun geleneksel sektörleri tarafından desteklenen muhafazakâr partilere yönelişi hızlandıracağı ve bunun sonucunda Atatürk inkılaplarının sekteye uğrayacağı düşünülmüştür. Nitekim bu düşünce tarzı, inkılapların ve ülkenin güvenliğini sağlamaya yönelik girişilen üç askeri müdahaleye yol açmıştır.
Demokratik kurumlar, iktidara gelen her partinin muhaliflerine karşı sert anti-demokratik tutumu nedeniyle darbe almıştır. Dolayısıyla demokratik kurumlara dayanan tutarlı ve istikrarlı bir demokrasi gelişmemiştir. Bu durum ise ordunun, demokratik olarak seçilmiş hükümetler üzerinde bir vesayet rejimi oluşturmasına neden olmuştur. Dolayısıyla hükümetlerin silahlı kuvvetlerin reform taleplerini görmezden gelmesi olası değildir. Zira silahlı kuvvetlerin doğrudan müdahalesi her zaman bir olasılık olarak var olmuştur. Dolayısıyla 1950’den sonra merkez sağ partilere karşı ordudan başka, en büyük ikinci parti ve ana muhalefet partisi olmasına rağmen CHP dâhil, hiçbir parti önemli bir tehdit oluşturmamıştır.
Eğer bugüne kadar iktidar partileri, silahlı kuvvetlerin müdahalesi riskini tetiklemeden, muhalefetin, sivil toplumun ve azınlığın demokratik isteklerini görmezden gelemeyeceklerini öğrenmediyse, Türkiye’de barışçıl ve demokratik değişimler için umut zayıf demektir. Çabuk bir çözüm olası görülmemekle birlikte, kaçınılmaz da değildir. Türk siyasetindeki bu ikilem ancak zaman ve eğitim ile çözülebilir.
Sonuç
Türk tarihine ve geleneklerine uyum gösteren siyasi örgütlenmeler başarılı olmuş, başka toplumlara benzeme çabaları Türk halkı tarafından kabul görmemiştir. Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin ve Birinci Meclisin başarılı olmasının nedeni, bu örgütlerin halkla bütünleşerek, toplumsal yapıya ve gereksinimlere uygun örgütlenmeler olmasıdır.
Cumhuriyet’ten önce kurulan partilerin hemen hemen tümü, yalnızca İstanbul ve Selanik çevresinde toplanmış, Anadolu halkıyla herhangi bir bağ kuramamıştır. Parti çalışmaları halktan kopuk, dar kitlelerin etkinliği olarak kalmış ve kitleleri yeterince örgütleyememiştir. Oysa 1919-1938 arası, halk örgütlenmesinin başarılıp, toplumun geliştirildiği bir dönemdir.
1945 sonrasındaki çok partililik ise, denetim altında tutulan, halka kapalı öykünmeci bir parlamentoculuk ve siyasi yabancılaşma dönemidir. Batı’ya bağlanırken halktan uzaklaşmayı ve siyasi çözülmeyi beraberinde getiren bu dönem, yoğunlaşarak günümüze kadar devam etmiştir.
Emperyalizmin egemenliği altındaki ülkelerde, bağımsızlık savaşını temel almayan partiler, halkın ve milletin sorunlarına çözüm getiremez, kitlelerle kaynaşıp onların desteğini alamaz. Bu tür partiler, bağımsızlığın yaratacağı gücü kavramaktan yoksundur. Bu nedenle, ideolojik görünümleri ve amaçları ne olursa olsun etkili olamazlar. Kendilerine; sağ, sol, İslamcı, sosyal demokrat ya da Atatürkçü ne ad verirlerse versinler sonuç değişmez.
Halkın ve milletin sorunlarını çözmek isteyen partilerin temel ilkesi emperyalizme karşı bağımsızlık, feodalizme karşılık ise demokrasi olmalıdır. Bu iki temel ilkeyi programlarının başına koyan partiler başarılı olur ve kitlelere ulaşabilir. Bu gereksinimi giderecek parti, kaçınılmaz olarak sınıfsal değil, ulusal bir parti olacaktır. Nitekim Türkiye gibi emperyalist boyunduruktan kurtulmak zorunda olan ülkelerde geçerli siyasi parti türü bu olmalıdır.
Dolayısıyla ilk başta sorduğumuz, “Türkiye’de bugüne kadar bu kadar çok siyasi parti kuruldu, hâlihazırda birçok siyasi parti var ve hemen hemen her gün bir yenisi de bu sayıya ekleniyorken, niçin bugüne kadar Türkiye’de gelişmiş bir demokrasi kurulamadı?” sorusunun yanıtı yukarıdaki satırlarda gizlidir. Ayrıca parti için demokrasinin olmadığı yerde demokrasiden söz etmek de mümkün görünmemektedir.
Bir ülkede siyasi partilerin sahip olduğu yapı, o ülkenin siyasal sistemi hakkında bizlere çok açıklayıcı bilgiler vermektedir. Siyasi partilerin demokratik ilkelere göre yapılanması ve işlemesi o ülkedeki demokratik standartların da yükselmesi anlamına gelmektedir. Gelişmiş ülkelerin sahip oldukları demokratik düzeye ulaşmada en önemli etken siyasi partilerin kendilerini demokratikleştirmeleri ve geniş kesimlerin taleplerini sisteme kanalize edebilmesidir. Bu bağlamda siyasi partiler, sürece katkı sağlayabileceği oranda sistemi rahatlatacaklar, meşrulaştıracaklar ve demokratikleştireceklerdir.
Başka bir neden de Türkiye’de partilerin kurumsal değil lidere bağlı olmalarıdır. Dolayısıyla günümüzde siyasi partiler demokrasinin ön koşulu olmakla birlikte, her çok partili rejimin de demokrasi olduğunu iddia etmek olası değildir.
Çok partili sistemi belirleyen başlıca özellik, parti sayısının çokluğu değil, fakat siyasal kutupların çokluğu ve bunlar arasındaki ideolojik mesafenin yani temel görüş ayrılıklarının fazlalığıdır. Diğer bir deyişle, partiler arasında tam bir bölünme vardır ve rejim üzerindeki uzlaşma hayli düşüktür. İşte bugün Türkiye’de yaşanan da budur.
Sonuç olarak, bugün Türkiye’de yaşanmakta olan ana sorun; sınıfsal, etnik ya da dinsel değil, ulusaldır. Boyutu, yerel ya da bölgesel değil uluslararasıdır. Türkiye, varlığını koruyup geleceğini güven altına almak için siyasi gücünü toparlamak ve yakın tehlike durumuna gelen emperyalizmle mücadeleye hazırlanmak zorundadır. Bunun için de toplumun tümünü kucaklayan bir örgütün kurulması zorunludur. Siyasi, sınıfsal, etnik ve dinsel ayrılıkları öteleyen partiler üstü kurulacak bu yapı; Kurtuluş Savaşı’nın halk ayağını oluşturan, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dernekleri’ne benzer yapıda olmalı ve sağladığı mücadele birikimini günümüz koşullarına uyarlamalıdır. Ne kadar çok parti kurulursa kurulsun, bu sağlanmadığı sürece Türkiye’de demokrasi yerleşmeyeceği gibi Türkiye’nin bugün yaşadığı ve ileride karşılaşacağı sorunlarını da kendi iç dinamikleriyle çözme kabiliyeti olmayacaktır.
Türk siyasi hayatında partilerin kurumsal yapılarından daha çok liderleriyle kaim olduğu yadsınamaz bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Dolayısıyla burada otomatik olarak akla gelen soru şudur; Hangi İTC? Hangi CHP? Hangi DP? Hangi AP? Hangi ANAP? Ve bu soru Türk siyasi tarihinde kurulan tüm partiler için de geçerli bir sorudur. Mesela 1908-1913 arasındaki İttihat Terakki ile 1913-1918 arasındaki İttihat Terakki Partisi oldukça farklıdır. Mesela Mustafa Kemal’in, İnönü’nün, Ecevit’in, Baykal’ın, Kılıçtaroğlu’nun ve Özel’in CHP’si aynı CHP değildir. Yine 1946-50 ve 1950-54 dönemindeki Demokrat Parti, 1954-57 ve 1957-60 dönemlerinden oldukça farklıdır ya da vise verse (tersi). Yine 1965-69 dönemindeki Adalet Partisi ile 1969-71 dönemindeki Adalet Partisi birbirinden çok farklıdır. 1983-87 dönemindeki Anavatan Partisi de 1987-91 dönemindeki Anavatan Partisi’nden farklıdır. MHP eski MHP değildir. Yine 2002’deki AKP ile bugünkü AKP birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla 12 Eylül’den bugüne siyasi partilerin sürekli “gömlek” değiştirdiklerini görüyoruz. Ayrıca iktidara gelen/gelmeyen tüm bu siyasi partilerde ortak nokta, zamanla partilerin ve liderlerinin daha otoriter ve daha anti-demokratik olmasıdır.
Siyasi partilerin isimleri ile uygulamalarının da çok faklı olduğunu görüyoruz. Burada büyük bir paradoksal yaşandığı da çok açık. İttihat ve Terakki’de ne ittihat var ne terakki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda ne özgürlük ve anlaşma var, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ne ilerici ne de cumhuriyet Partisi, CHP’de halk yok ama halkçı, Demokrat Parti’de ne demokratlık ne de demokrasi var, MHP’de milliyetçilik yok, ANAP’da anavatan kavramı yok, MSP ve türevlerinde ne selamet, ne huzur ne de refah var, HEP ve türevlerinde ise bölücülükten başka hiçbir şey yok, AKP’de ise ne adalet ne de kalkınma var.
Dolayısıyla Türkiye’deki siyasi partilerde değişim ve dönüşümün demokratik yönde değil anti-demokratik yönde olduğunu ve arzu ettikleri ile yaptıklarının taban tabana zıt olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Son söz olarak önümüzdeki süreçte Türkiye’de iktidara gelmek isteyen (ama gerçekten gelmek isteyen) siyasi partinin parolasının “Kuvayı Milliye”, işaretinin ise “Müdafaa-i Hukuk” olması, yani kısaca “yerli ve milli” olması şarttır.