Bugun...


Osman Karadağ

facebook-paylas
İdeolojinin Egemen Olduğu Yerde Adil Yargılanma Beklenemez
Tarih: 30-10-2025 23:34:00 Güncelleme: 30-10-2025 23:34:00


 

Değerli okuyucular;

 

Bu kuramsal ve tarihsel çalışmada, ideolojik egemenliğin hukuk sistemleri üzerindeki etkisi ve bunun adil yargılama hakkı üzerindeki yıkıcı sonuçları inceleniyor. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hukuk devletinin temel ilkelerindendir; ancak ideolojinin egemen olduğu ortamlarda bu ilkeler fiilen geçerliliğini yitirir. Burada ideolojinin doğası, hakikatle ilişkisi, hukukun ideolojiden etkilenme biçimleri ve adaletin bu süreçte nasıl araçsallaştığı ele alınıyor. Çalışmanın temel savı, ideolojik baskı altında adil yargılamanın yalnızca hukuki bir hedef değil, aynı zamanda politik bir olanaksızlık olduğudur.

 

Giriş

 

Adalet kavramı, insanlık tarihinin en eski ve en evrensel arayışlarından biridir. Toplumların varlığını sürdürebilmesi, bireylerin haklarını koruyabilmesi ve devletlerin meşruiyetini sağlayabilmesi ancak adaletin varlığıyla mümkündür. Ancak adaletin gerçekleşmesi, yalnızca hukukun varlığıyla değil, hukukun tarafsız biçimde uygulanmasıyla sağlanabilir.

 

Modern hukuk sistemlerinde adil yargılama hakkı, temel bir insan hakkı olarak kabul edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesi (Not 1) ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 36. maddesi (Not 2) bu hakkı güvence altına alır. Ancak bu hakkın anlamlı olabilmesi, yargı organlarının her türlü politik ve ideolojik etkiden bağımsız olmasına bağlıdır.

 

İdeolojik egemenlik altında işleyen bir yargı sistemi, adaleti değil, iktidarı korur. Böyle bir ortamda hukukun amacı hakikati bulmak değil, meşruiyet üretmek olur. Bu çalışmada, ideolojinin yargı üzerindeki etkileri felsefi, hukuki ve politik boyutlarıyla irdeleniyor ve şu tezi savunuyor:

 

İdeolojinin egemen olduğu yerde adil yargılama beklenemez; çünkü ideoloji, hukukun evrenselliğini değil, iktidarın çıkarlarını temsil eder.

 

Kuramsal Çerçeve: İdeoloji ve Hakikatin Çarpıtılması

 

İdeoloji kavramı, farklı disiplinlerde farklı anlamlar taşır. Karl Mannheim’a (Not 3) göre ideoloji, “toplumsal sınıfların kendi çıkarlarını evrensel gerçeklik olarak sunma biçimidir” (Ideology and Utopia, 1936. Mannheim, ideolojinin bilgi üretimini çarpıttığını ve toplumun kendi konumunu sorgulamasını engellediğini savunur.

 

Louis Althusser (Not 4) ise ideolojiyi, bireylerin “gerçek varoluş koşullarıyla olan hayalî ilişkilerinin” toplamı olarak tanımlar (Ideology and Ideological State Apparatuses, 1971). Bu tanım, ideolojinin bireyleri belirli bir düşünsel düzene “özne” olarak yerleştirdiğini ifade eder.

 

İdeoloji, bu anlamda, hakikati yeniden kurgulayan bir güçtür. Hukukun amacı hakikati nesnel olarak ortaya koymak olduğundan, ideolojik bir sistemde hukuk ile hakikat arasındaki bağ kopar. Hakikat artık delil ve mantığın değil, inancın ve bağlılığın ürünüdür.

 

Bu durum, yargının en temel işlevlerinden biri olan “nesnel değerlendirme”yi ortadan kaldırır. Yargıç, vicdanına değil, ideolojik dogmaya göre karar verir. Böylece hukuk, kendi varlık nedenine yabancılaşır.

 

Hukuk Devleti, Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlık İlkesi

 

Modern hukuk devleti kavramı, yargının yürütme ve yasamadan bağımsız olmasını zorunlu kılar. Montesquieu’nun (Not 5) Kanunların Ruhu (1748) adlı eserinde belirttiği gibi, “yargı gücü, yasama ve yürütmeden ayrılmadıkça özgürlük olmaz.” Bu ilke, 20. yüzyılda demokrasi kuramının merkezine yerleşmiştir.

 

Max Weber (Not 6), modern devletin meşruiyetini “rasyonel-legal otorite”ye dayandırır (Economy and Society, 1978). Bu otorite biçimi, hukukun kişisel veya keyfî tercihlerden bağımsız olarak genel geçer kurallara dayanmasını gerektirir. Ancak ideolojik sistemlerde bu yapı bozulur: hukuk artık rasyonel değil, doktrinel hale gelir.

 

Yargının bağımsızlığı, yalnızca yapısal bir konu değil, aynı zamanda kültürel bir meseledir. Eğer yargı mensupları, meslek etiğini ideolojik sadakatin arkasına atıyorlarsa, kurumsal bağımsızlık tek başına yeterli olmaz. Bu nedenle bağımsızlık, hem yapısal hem zihinsel bir özgürlük alanı olarak korunmalıdır.

 

İdeolojinin Yargı Üzerindeki Etkileri

 

İdeolojinin en görünür etkisi, yargının politikleşmesidir. Politik iktidar, yargıyı kendi ideolojik hedeflerine uygun şekilde biçimlendirir. Yargıç ve savcı atamaları liyakate göre değil, sadakate göre yapılır. Bu durum, yargı kararlarının toplumsal güvenilirliğini ortadan kaldırır.

 

İdeolojik egemenlik, yalnızca yargı mensuplarını değil, yasaların kendisini de dönüştürür. Yasalar, evrensel değerleri değil, rejimin çıkarlarını yansıtır hale gelir. Bu noktada hukuk, adaleti sağlamak yerine itaati düzenleyen bir mekanizma haline gelir. Bu süreç, Hannah Arendt’in (Not 7) “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla ilişkilendirilebilir; çünkü hukuk, artık etik bir vicdanın değil, bürokratik bir itaati temsil eder.

 

İdeolojik yargı sistemlerinde “adalet görüntüsü” korunur. Mahkemeler işler, duruşmalar yapılır, kararlar açıklanır; ancak süreçler biçimsel bir ritüelden ibarettir. AİHM’in Findlay v. United Kingdom (1997) (Not 8) kararında belirttiği üzere, adil yargılama hakkı yalnızca fiilen değil, “görünürde” de var olmalıdır. İdeolojik bir sistemde bu görünürlük dahi kaybolur.

 

İdeolojinin Tarihsel Örnekleri

 

Tarih, ideolojik yargılamaların adalet ve hukuk devleti ilkeleri üzerindeki yıkıcı etkilerine sayısız örnek sunar. İdeoloji, yargının bağımsızlığını aşındırdığında, mahkemeler hakikatin değil, iktidarın diliyle konuşmaya başlar. Böyle durumlarda hukukun amacı adaletin tecellisi olmaktan çıkar, politik ya da dogmatik bir düzenin korunmasına dönüşür.

 

Nazi Almanyası’nda bu dönüşüm en keskin biçimde “Halk Mahkemeleri” (Volksgerichtshof) aracılığıyla yaşanmıştır. 1934’te kurulan bu mahkemeler, özellikle Hitler rejimine muhalif politikacıları, gazetecileri ve entelektüelleri yargılamak için tasarlanmıştı. Duruşmalar genellikle propaganda gösterisine dönüşür, yargıçlar “devlet düşmanlarını ortadan kaldırmak” görevini bir tür milli misyon olarak görürdü. Roland Freisler gibi yargıçlar, mahkeme salonlarını bağırışlarla dolu birer ideolojik tiyatroya çevirmiş, sanıklara savunma hakkı tanımadan önceden belirlenmiş infaz kararlarını duyurmuşlardır. Hukukun yerini, “ırkın ve ulusun çıkarı” adı altında meşrulaştırılan bir parti disiplini almıştır.

 

Benzer biçimde, Sovyetler Birliği’nde 1930’lu yıllarda gerçekleştirilen “Moskova Duruşmaları”, ideolojik tasfiyenin yargı maskesi altında yürütülmesinin tipik örneğini oluşturur. Stalin yönetimi, eski devrimcileri “halk düşmanı” ilan ederek göstermelik mahkemelerde yargılamış, itiraflar işkenceyle alınmış, cezalar ise önceden belirlenmiştir. Bu davalar, yargının bağımsız bir kurum olmaktan çıkıp totaliter bir ideolojinin araçsallaşmış koluna dönüşmesinin dramatik göstergeleridir.

 

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, benzer süreçler Güney Amerika’daki askeri diktatörlüklerde de yaşanmıştır. Özellikle Arjantin, Şili ve Uruguay gibi ülkelerde, yargı organları askeri rejimlerin baskı ve sansür politikalarını meşrulaştıran araçlara dönüştürülmüştür. Binlerce insan “komünist faaliyet” ya da “ulusal güvenliği tehdit” suçlamalarıyla yargılanmış, kaybolmuş veya işkenceye uğramıştır. Mahkemeler, hukuku korumak yerine, “devletin bekası” söylemiyle iktidarın çıkarlarını korumuştur.

 

Bu örneklerin tümünde ortak bir desen görülür: hukukun evrensel ilkeleri —suçsuzluk karinesi, adil yargılanma hakkı, savunma özgürlüğü ve yargı bağımsızlığıideolojik bağlılık uğruna sistematik biçimde feda edilmiştir. İdeoloji, bir kez yargının içine sızdığında, adaletin terazisi iktidarın elinde eğrilir. Böyle dönemlerde mahkemeler, toplumsal vicdanın sesi olmaktan çıkar; iktidarın kendi hakikatini zorla kabul ettirdiği bir sahneye dönüşür.

 

Adil Yargılama Hakkının Erozyonu

 

Adil yargılama hakkı, insan hakları hukukunun çekirdek alanlarından biridir. Bu hak, yalnızca bireysel güvence değil, aynı zamanda toplumsal güvenin de teminatıdır. İdeolojik bir sistemde bu güven kaybolduğunda, toplumda adalet duygusu da erozyona uğrar.

 

Yargıya duyulan inancın kaybolması, yurttaşların hukuka olan saygısını zayıflatır. Bu durum, hukuk düzeninin çöküşüne yol açabilir. Nitekim adaletin olmadığı yerde vatandaşlık bilinci değil, itaat kültürü gelişir. Bu da, demokratik rejimlerin uzun vadede kendilerini yeniden üretmesini engeller.

 

İdeolojiden Arınmış Hukuk Mümkün mü?

 

Elbette tam anlamıyla ideolojisiz bir toplum mümkün değildir; fakat hukuk, ideolojinin aracı olmamalıdır. İdeolojik etkilerden arınmış bir yargı için üç temel ilke gereklidir:

 

  1. Kurumsal Bağımsızlık: Yargıç ve savcı atamaları, yürütmenin etkisinden tümüyle çıkarılmalıdır.

 

  1. Evrensel Hukuk Kültürü: Hukuk eğitimi, belirli bir ideolojiyi değil, insan haklarını ve evrensel değerleri esas almalıdır.

 

  1. Toplumsal Şeffaflık ve Denetim: Yargı kararları kamu denetimine açık olmalı, gerekçelendirme yükümlülüğü güçlendirilmelidir.

 

Bu ilkeler, adaletin ideolojiden değil, vicdandan doğmasını sağlar.

 

Sonuç

 

İdeoloji, hukukun tarafsızlık ve evrensellik ilkelerine yöneltilmiş en büyük tehdittir. İdeolojinin egemen olduğu bir sistemde, yargı artık adaletin değil, iktidarın aracıdır. Gerçek adalet ancak özgür düşüncenin, bağımsız yargının ve evrensel değerlerin egemen olduğu bir düzende mümkündür.

 

Sonuç olarak:

 

İdeolojinin egemen olduğu yerde adil yargılama beklenemez; çünkü ideoloji, hukukun değil, iktidarın dilidir.

 

Tüm insanlara, ideoloji baskısından uzak, adil yargılamanın yaşanacağı bir ortam diliyorum.

 

Notlar:

 

Not 1: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinin tam metni (Türkçe çevirisiyle):

 

Madde 6 – Adil yargılanma hakkı

 

1. Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar gerek kendisine yöneltilen herhangi bir suç isnadının karara bağlanmasında, yasala kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul bir süre içinde, adil ve aleni olarak yargılanma hakkına sahiptir. Karar alenen verilir; ancak demokratik bir toplumda ahlak, kamu düzeni veya ulusal güvenlik yararına; küçüklerin çıkarları veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gereğiyle ya da, davanın açık olarak görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği ölçüde, mahkeme gerekli görebilir ise duruşma salonuna basın ve halk alınmayabilir.

 

2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçu sabit oluncaya kadar masum sayılır.

 

3. Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir: a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden, anladığı bir dilde ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; b) Savunmasını hazırlayabilmesi için yeterli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendi kendini savunmak, seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak veya eğer adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece re’sen atanacak bir avukatın ücretsiz yardımından yararlanmak; d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağrılmasının ve sorguya çekilmesinin sağlanmasını istemek; e) Mahkemede kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde, bir tercüman yardımından ücretsiz olarak yararlanmak.

 

Not 2: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 36. maddesinin tam metni

 

Madde 36 – Hak arama hürriyeti

 

1. Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.

 

2. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

 

Not: Bu madde, 2001 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle “adil yargılanma hakkı” ibaresi eklenerek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesiyle uyumlu hale getirilmiştir. Hak arama özgürlüğü, adil yargılanma, savunma hakkı ve mahkemeye erişim gibi temel unsurları güvence altına alır.

 

Not 3: Karl Mannheim'in "Ideology and Utopia"

 

Karl Mannheim'in "Ideology and Utopia" (1936), bilgi sosyolojisinin kurucusal eseridir. Mannheim, düşüncelerin toplumsal konumdan bağımsız olamayacağını ve ideoloji kavramını genişleterek, bilinçli çarpıtmanın ötesinde, grupların sosyal konumunun düşüncelerini şekillendirdiğini gösterir. İdeoloji mevcut düzeni korurken, ütopya değişimi hedefler. Her bilgi belirli bir bağlamda anlamlıdır (relationism). Mannheim, entelektüellerin farklı perspektifleri sentezleyebileceğini öne sürer. Eseri sosyoloji, siyaset bilimi ve felsefede derin etki yaratmış, çağdaş kuramcıları etkilemiştir. (Mannheim, K. (1936). Ideology and Utopia. New York: Harcourt Brace.)

 

Not 4: Louis Althusser'in "Ideology and Ideological State Apparatuses" (1971)

 

Louis Althusser'in "Ideology and Ideological State Apparatuses" (1971), devletin ideoloji yoluyla toplumsal düzeni yeniden ürettiğini açıklar. Althusser, baskı aygıtları (ordu, polis) ile ideolojik aygıtları (okul, aile, din, medya) ayırır. İdeolojik aygıtlar rıza üretir. Eğitim sistemi en güçlü aygıttır; bireyleri kapitalizme uygun özneye dönüştürür. İdeoloji, bireyleri çağırarak ("interpellation") özne haline getirir, özgürlük illüzyonu yaratır. Althusser ideolojiyi maddi bir pratik olarak görür, yalnızca yanlış bilinç değil. Bu yaklaşım sosyal bilimler ve eleştirel teoride derin etki yaratmıştır. (Althusser, L. (1971). Ideology and Ideological State Apparatuses. London: Verso.)

 

Not 5: Montesquieu'nün "Yasaların Ruhu"

 

Montesquieu'nün 1748 yapıtı, yasaların yalnızca kral iradesinden değil, toplumun doğasından kaynaklandığını savunur. Eserin merkezinde güçler ayrılığı ilkesi yer alır: yasama, yürütme ve yargının ayrı tutulması despotizmi engeller. Yönetim biçimlerini cumhuriyet, monarşi ve despotizm olarak sınıflandırır. Iklim, coğrafya, din ve ekonomi gibi faktörler yasaların biçimini belirler. Özgürlük, iktidarın sınırlandırılmasıyla mümkündür. Bu eser, modern anayasal devletin ve siyaset biliminin temelini atmıştır. (Montesquieu, C. (1748). De l’esprit des lois (Yasaların Ruhu). Paris.)

 

Not 6: Max Weber'in "Economy and Society"

 

Max Weber'in "Economy and Society" eseri, sosyolojinin temel metinlerinden biridir. Weber, toplumu "anlamlı eylem" üzerinden tanımlar ve dört ideal eylem tipi belirler: amaçsal, değere yönelik, duygusal ve geleneksel. Eserin merkezi katkıları arasında otorite tiplerinin (geleneksel, karizmatik, yasal-rasyonel) sınıflandırılması ve rasyonalizasyon sürecinin analizi yer alır. Weber, modernitenin karakteristiğinin artan rasyonelleşme olduğunu ancak bunun "demir kafes" etkisiyle anlam kaybına yol açtığını savunur. Sınıf, statü ve parti ayrımıyla toplumsal tabakalaşmayı çok boyutlu olarak ele alan eser, sosyal bilimlere metodolojik temel sağlar. (Weber, M. (1978). Economy and Society. Berkeley: University of California Press.)

 

Not 7: Hannah Arendt'in "Eichmann in Jerusalem" (1963)

 

Hannah Arendt'in "Eichmann in Jerusalem" (1963), Nazi subayı Adolf Eichmann'ın yargılanmasını analiz ederek "kötülüğün sıradanlığı" kavramını getirir. Arendt, Eichmann'ı şeytani bir canavar değil, düşünme yoksunluğu ve bürokratik itaati olan sıradan bir memur olarak görür. Kötülük, yoğun nefetten değil, emirleri sorgulamadan uygulamaktan kaynaklanır. Modern bürokrasi, sorumluluk duygusunu dağıtarak ahlaki muhakemeyi askıya alır. Arendt, Eichmann gibi sıradan insanların düşünmeme yoluyla kötülük üretebileceğini göstererek, ahlak felsefesine derin bir katkı sunar. (Arendt, H. (1963). Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil. New York: Penguin.)

 

Not 8: AİHM, Findlay v. United Kingdom, Başvuru No. 22107/93, Karar Tarihi: 25 Şubat 1997.

 

Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), İngiliz ordusundaki bir askeri mahkemenin (court-martial) yapısının bağımsız ve tarafsız olmadığına karar vermiştir. Mahkeme, başvuranın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Madde 6 §1 (adil yargılanma hakkı) kapsamında haklarının ihlal edildiğini tespit etmiştir. Bu karar, AİHM’in “mahkeme bağımsızlığı ve tarafsızlığı” ilkelerini belirgin biçimde tanımladığı önemli içtihatlardan biridir ve sonraki birçok davada (örneğin Incal v. Turkey gibi) referans alınmıştır.



Bu yazı 675 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI