Bugun...


Osman Karadağ

facebook-paylas
Doğu’dan Batı’ya Aydınlanmanın İzleri-I
Tarih: 22-02-2023 12:02:00 Güncelleme: 11-03-2023 10:54:00


6 Şubat 2023 günü Hatay ve 9 ilimizdeki deprem yıkımında yaşamlarını yitirenlerin anısına.

 

Aydınlanmanın en önemli aracı olan yazıyı Sümerliler MÖ 3200’lerde icat etti. O.K.

 

Giriş

 

Burada, İngiliz Devrimiyle 1688 başlayıp 1789 Fransız Devrimiyle doruğuna erişen bir düşünce hareketi olan ‘Aydınlanma’ üzerine yüzlerce kitap ve makale bulunduğu için Avrupa Aydınlanmasına değinmeyeceğim. Bunun yerine Aydınlanmanın odakları üzerinde duracağım.

 

Aydınlanma deyince, en azından lise eğitimi almış kişilerin aklına 17. Yüzyılın sonlarında İngiltere’de başlayıp Fransız düşünürlerin çalışmalarıyla yayılan Avrupa Aydınlanması gelebilir. Ancak aydınlanmanın başlangıcı çok daha eskilere, Sümerlilerin yazıyı icat ettiği MÖ 3200’lere, diğer bir deyişle zamanımızdan yaklaşık 5200 yıl öncesine kadar gider.

 

Eğer aydınlanmayı, kişinin çevresinde olan biteni akıl süzgecinden geçirip gerekli tepkiyi oluşturması yeteneği olarak tanımlarsak aydınlanmanın başlangıcını daha da eskiye götürmek olanaklıdır. Dahası, tanımı çevreyi değerlendirmek olarak biraz daha sınırlandırırsak o zaman aydınlanmanın başlangıcı insan atasının iki ayak üzerine kalkması zamanına kadar götürebiliriz. Diğer canlı türlerinden yaklaşık 7 milyon yıl önce ayrılan insan türünün gelişmesindeki her yeni şeyin ardında bir aydınlanma düşüncesi vardır. Çünkü iki ayağı üzerine kalkmakla elleri serbest kalan uzak atalarımız ilk aletleri yapmaya başladığı gibi çevresini keşfedip yaşadığı ortamı değiştirerek gezegenimize yayılmaya başlamıştır. Bu bir yerde özgür hareket etmenin de başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

 

Yine de biz o kadar gerilere gitmeyip Sümerlilerle başlayacağız, ama önce genel olarak Aydınlanmadan neyi anlıyoruz, onu açıklamak gerekir.

 

Aydınlanma, insanın kendi yeteneklerinin sezgisine varması, kendinde yeni yetenekler yaratma gücünün bilincine ulaşması, daha da insanlaşma yolunda belli bir dönüştürücü etkinlik içinde olmasıdır. Aydınlanan insan, özünde kendini aydınlatan insandır, dönüşen ve dönüştüren insandır.

 

Aydınlanmanın amacı akılcı, özgür, laik bir insanlık kültürü oluşturmaktır. Akıl ve eleştirel düşünce temeldir. Baskıya karşı başkaldırıdır. Eskilerin yerine yeni düşüncelerin üretilmesidir. Aydınlanma devinimi baskının ya da bir kargaşanın yaşandığı topraklarda bir devrimle sonuçlanan düşünsel çabaların toplamıdır. Tarihte bilinen ilk aydınlanma etkinliği Sümerler döneminde toprak işleyenin su kullanandır sloganı ile başlamış olabilir.

 

Dinlerin başlangıç aşaması da bir aydınlanma hareketi olarak düşünülebilir, ancak yalnızca başlangıcı. Çünkü her din belirli dogmalar üzerine kurulduğundan akla değil inanca dayanır. Din kurumsallaştığında, yani inanç temeli oluştuğunda, izleyicilerinin koşulsuz olarak o inanca bağlanması gerekir. Dinin kurumsallaşması da tek bir kişide sembolleşen birçok kişinin zamana yayılmış olarak oluşturduğu bir sistemdir. Budizmin kutsal kitabı, Buda’nın ölümünden sonra onun öğrencilerinin yazdığı bir metinden başka bir şey değildir. İbranilerin kutsal kitabı Tevrat, Musa’nın ölümünden yaklaşık 800 yıl sonra Babil’de yazılı bir metin durumuna gelmiştir. Benzeri durum sonraki İbrahim dinleri için de geçerlidir.

 

Burada, insan düşüncesinde çok önemli bir aşamayı açıklayan Eksen Çağı kavramına da kısaca değinmek istiyorum.

 

Avrasya'nın önemli bölgelerinde (Yakındoğu, Hindistan, Çin) MÖ 1. binyılın ortalarının insanlık kültürel tarihinde önemli bir geçişin yaşandığı döneme Alman Karl Jaspers, Vom Ursprung und Ziel der Geschichte (1949) adlı kitabında Eksen Çağı adını vermiştir. Edebiyat, felsefe ve hatta teolojideki belirli metinlere "klasikler", yani onları ilk oluşturulduklarında çağdaş ve günümüzün bir parçası yapan kalıcı yorum, tartışma konuları yaygınlaştı. Bunlar İbrani peygamberleri yasaları; Yunan felsefesinin ana metinleri, Çin düşüncesinin ilk metinleri; erken Hint metinleri ve öğretileri: bunlar ve aynı dönemden diğerleri olarak sayılabilir.

 

Robert Bellah, Eksen Çağı Hakkında Neler Ekseneldir? (2005) adlı makalesinde, Eksenel atılımın kültürel özgüllüğünün kısa ve öz bir analizini sunar. Bu atılımın özü, temel kültürel kavramların değişmesi, dönüştürülmesi olmuştur. Atılımın ayırt edici özelliği ve dünya tarihi üzerindeki etkisi ise bir toplum ya da uygarlık içindeki kültürel ve kurumsal oluşumların temel ve baskın olmalarında yatar.

 

Bu Eksenel atılım dünyanın birçok yerinde ortaya çıkmıştı: Eski İsrail'de, İyonya’da, (kısmen) Zerdüşt İran'da, erken imparatorluk Çin'inde, Hinduizm ve Budizm'de ve daha sonra İslam'da. Bununla birlikte, Eksenel uygarlıkların ortaya çıkışı, kurumsallaşması, farklı toplumlarda paralel ya da benzer yönlerde gelişen devrimci atılımların habercisiyken, bu uygarlıkların içindeki somut kümelenmeler büyük ölçüde farklılık gösteriyordu.

*

Yukarıda da belirtildiği üzere Aydınlanmanın kökeni ilk uygarlık yaratıcıları olan Sümerlilere kadar geri gider. Bu süreçte önemli bir kilometre taşı olan İyonya Aydınlanması, Batı Anadolu’da İyonya kentlerinde MÖ 6. yüzyılda başlayan bilimsel düşünce, doğanın açıklanması, fenomenlerin arkasındaki nedenselliği açıklama alanındaki bir dizi gelişmelerdir. İyonyalı bilginler dünyayı düzenli ve anlaşılabilir bir şey olarak gördüler, onlara göre farklı parçaları kavranılabilir bir sistemle dizilmiş olduğundan tarihinin gidişatı açıklanabilirdi.

 

Milet (Miletos) kenti, Eski Yunan felsefesinin, Batı bilimsel düşüncenin doğduğu yerdi. Kültürleri, Anadolu, Ege ve Doğu Akdeniz kültürlerinin karışımıydı. Büyük uygarlıklar olan Anadolu ve Doğu Akdeniz ile bağlantısının olması Milet’e Akdeniz ve üç kıta ile geniş bir malzeme ve düşünce alışverişi olanağı sağlıyordu.

 

MÖ 6. yüzyıla kadar birçok uygarlık, ünlü iki ozan Homeros ve Hesiodos'un yapıtlarında da açıkça görülebileceği üzere, olayları ilahi varlıkların doğaüstü girişimlerinin ürünü olarak açıklıyordu. Bu, doğal ve mantıksal düşünmenin girişiyle Miletli düşünürler, insan biçimli tanrılar inanışı yerine gelişmiş ve mantıksal bir teoloji üretmeye çalıştılar. Ama bu yeni teolojinin dinle pek ilgisi yoktu. Tanrıların geleneksel özelliklerinin çoğunu kaldırdılar, örneğin artık yıldırım öfkeli Zeus'un gürleyişi değildi, Poseidon fırtınalar oluşturmuyordu. Bu yeni yaklaşım geleneksel öyküye doğrudan bağlı kalmıyordu, filozofların açıklamalar geleneksel değil, mantıksaldı. Yaklaşımları, doğal süreçleri doğaüstü güçlerin yönettiği görüşünü kabul etmiyordu, onun yerine ilahi eylemleri doğa yasaları (Physis) olarak tanımladılar.

 

Miletli Thales’ten beri ortaya atılan felsefi açıklama denemelerinin çokluğu, doğal olarak eleştiriyi ve kuşkuyu gerektirmiştir. Antikçağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras (MÖ 485-411) şöyle der: ‘Her şeyin ölçüsü insandır. Milet’in Perslerin eline geçmesi sonrasında felsefe ve bilim Atina’ya kayar. Tümevarım yönteminin kurucusu olan Atinalı Sokrates, insan yaşamının ölçülerini hiç eleştirmeden olduğu gibi kabul eden gelenekçiliğin tersine, bu ölçüleri aklın süzgecinden geçirerek aydınlığa çıkarmıştır. Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum ünlü sözü, böylesine bir aydınlanma yöntemidir.

 

Her şey insan için olmalıydı düşüncesi ile başlayan hümanizm anlayışı Ortaçağ’ın Tanrı/din merkezli evren, toplum ve insan açıklaması yerine insan merkezli bir evren, toplum ve birey açıklamasını dile getirir. Böylece Tanrı devleti yerine tekrar yeryüzü devleti; dinsel bir kozmoloji yerine fiziksel bir kozmoloji; insanın kul olarak görüldüğü bir toplum ve devlet düzeni yerine insanın birey (kişi) olarak kabul edildiği bir toplum ve devlet düzeni öne sürülmeye başlandı.

 

Rönesans döneminde ulus devlet anlayışı öne çıkarak din temelli devlet anlayışlarından vazgeçilmeye başlandı. Bu düşünceye paralel olarak insanlar, kul ya da ümmet olarak değil, ulus devletin bir bireyi olarak görüldü. Birey konumuna yükselmesiyle kişi, yönetici, soylu ya da din adamı karşısında hak ve özgürlüklerini kullanarak özgür insan olma çabasına girdi.

 

Aydınlanmanın İlk Odağı: Sümer Ülkesi

 

Sümerlilerinki dışında daha eski herhangi bir yazınsal belgenin gün ışığına çıkarılması çok küçük bir olasılıktır. Samuel Noah Kramer

 

Şu ana kadarki bulgulara göre ilk kentleri Sümer ülkesinde yaşayan Sümerliler kurmuştur. İlk kurulan kent de ‘kentlerin anası’ denilen Uruk kentidir. Sümerlilerin uygarlığa sunduğu birçok ilklerin başında sulama sistemi gelir. Bu sistemin geliştirilmesi modern devlet yönetiminin gerekli unsurlarının geliştirilip uygulanmasını gerektiriyordu. Çok sayıda insanı su kanallarının açılması, bunların bakımı, sellerden bozulanlarının onarılması için çalıştırmak zorlayıcı uygulamaları, işbölümü yapılmasını, suların paylaşılmasının düzenlenmesini, bütün bunların gerçekleştirilmesi için yönetim düzeneklerinin oluşturulmasını, ilkelerin ortaya konmasını gerektiriyordu.

 

Öte yandan yapılan sulama ile elde edilen artı ürünün, doğrudan üretime katılmayıp başka tür işlerle uğraşanlar da içinde olmak üzere toplumun tüm bireyleri arasında paylaşılması bir kayıt sisteminin oluşturulmasını gerektiriyordu. Yazı bu gereksinimden doğdu. Önceleri sekiz yüz dolayında olan işaretlerle başlayıp sayıları azalarak MÖ 3200’lerde son biçimini alan Sümer çiviyazısı böyle gelişti.

 

Düzenin oluşturulup sürdürülmesi için zorlayıcı uygulamaların, hukuk kurallarının oluşturulması da böyle başladı.

 

Yerleşim birimlerinin arasında su dağıtımının, sınır anlaşmazlıklarının giderilmesi için bugün arabuluculuk (hakemlik) dediğimiz uygulamanın, dahası uluslararası ilişkilerin çekirdeği olan antlaşmaların yapılıp uygulanması da böyle başladı.

 

Ürün ekimi, tarlaların bakımı, ürün hasadı, sel taşkınlarının önceden bilinmesi gereksinimleri zamanın ölçülmesini, dolayısıyla bir takvim sistemi oluşturmayı gerektirdi. Bu da gök cisimlerinin gözlemlenmesini, bunlara ilişkin verilerin toplanmasını, yıldız kataloglarının oluşturulmasını, kısaca astronomi çalışmalarını başlattı.

 

Ürün paylaşımı, takvim oluşturma, astronomi çalışmaları bir sayı sistemini oluşturulmasını, matematik işlemlerini başlattı.

 

Bu etkinlikleri yürütecek bireylerin yetiştirilmesi için okullar oluşturulup zamanın entelektüellerinin yetiştirilmesini gerektirdi.

 

Tüm bu etkinliklerin eşgüdümü için bürokrasi doğdu.

 

Bugün hayranlıkla biraz da gizemle seyredilen Göbeklitepe kalıntılarını yapan çok sayıdaki insanları beslemek için bölgede tarımın yapıldığı anlaşılmıştır. Böylece tarımın en azından zamanımızdan 11.000 yıl önce başladığı ortaya çıkıyor. Daha Sümer çiviyazısının geliştirilmesine en az 6.000 yıl var. Yazı tarım uygulamalarının, sabit yerleşimin bir gereği olduğundan Sümer çiviyazısının geliştirilmesinin yaklaşık 5.000 yıl sürdüğü ortaya çıkıyor.

 

Tarım, bulgulara göre, yaklaşık 5.000 yıl gecikmeyle Batı’ya Anadolu üzerinden yayılmıştı. Başta yazı olmak üzere Sümerlilerin başlattığı aydınlanma verileri de yaklaşık 2.000 yıl gecikmeyle Batı’ya iki ana yolla aktarıldı. Bunlardan ilki Anadolu, ikincisi Doğu Akdeniz kıyıları idi. Bu akış tarih boyunca sürmesine karşın yoğun olduğu dönemler de olmuştur. Tarımın aktarılması dışında bu yoğun dönemlerinden ilki MÖ 2. binyılda ticaret yoluyla Girit ve Ege uygarlıklarına (Ege Denizini çevreleyen Anadolu, Yunan yarımadası kıyıları ile Ege adalarında) olan akıştır. Sonraki MÖ 1. binyılda olmuş olup en önemlisi sonuçta Yunan Alfabesini oluşturan yazının, Sümer, Babil ve Mısır uygarlık verilerinin akışıdır. Bu akış İyonya Aydınlanmasını tetiklemiştir. Helenizm ve sonrasında Roma İmparatorluğu dönemlerinde Doğu’nun düşünce üretme yeteneği duraklar, dahası gerilemeye başlar. Bunda bölgede ortaya çıkan dinlerin etkisi büyüktür. Bu konuya burada değinmek istemiyorum.

 

Bir sonraki akış gerçekte Doğu’nun yaratıcılık verilerinin aktarılmasından çok, İslamiyet’in ikinci yüzyılında başlayan başta eski Yunan olmak üzere eski Hint felsefe ve bilimsel çalışmalarının İslamiyet’e geçmiş Yakındoğu bilginlerinin Arapçaya çevirileri, bunlara yorumlar yapılması, dahası bazı eklemeler yapılması ile bir entelektüel birikim oluşturulur. Bu veriler Haçlı Seferleri döneminde Batı Avrupa’ya aktarılır. Bu aktarma da iki yolla olmuştur. Bunlardan biri Kutsal Topraklarda kurulan Latin Krallıkları yoluyla, ikincisi o zaman adı Konstantinopolis olan İstanbul üzerinden İtalya’ya olmuştur. Artık 12. yüzyıldan sonra düşünce üretme alanında Avrupa üstünlüğü başlar.

 

Sümerliler, Sümer Ülkesi

 

Sümerliler yaklaşık MÖ 4000 yıllarında, doğudan gelip günümüzdeki Bağdat’ın güneyinde Dicle, Fırat ırmakları arasında yer alan Sümer Ülkesi denilen yere yerleşerek insanlık tarihinin en eski, en temel uygarlığını yaratmış bir kavimdir. Onlar dünyada ilk olarak kendilerinin ürettiği çiviyazısı ile insanın beyninden geçtiği, dilinin söylediği şeyleri diğer insanlara ulaştırmanın, gelecek kuşaklara iletmenin olanaklı olduğunu kanıtlamışlardır. Bu yazıya, enine ve boyuna konulmuş çivilere benzediği için çiviyazısı denilmiştir. O kavmin kendi kendilerine verdiği ad Kİ.EN.Gİ, Kİ.EN.Gİ (R), KENGER’dir. Buradaki yer, toprak ve ülke, EN hükümdar, sahip, bey, hakim, ise dönüş anlamına gelir. Kİ.EN.Gİ (R) Sümeroloji bilginlerince ‘uygar insanların ya da efendilerin yaşadığı yer’ olarak çevrilir.

 

İnsanoğlunun uygarlığı oluşturma serüveninde gerçekleştirdiği önemli atılım dönemleri vardır. Bu dönemlere devrimler de denilir. Bunların ilki avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik yaşama geçme dönemi insanlık tarihinin en büyük atılımıdır. Bir diğer büyük atılım ise yazının icadıdır. Bu her iki muhteşem atılım da Bereketli Hilal denen topraklarda gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisini kent-devletlerini oluşturarak geliştiren, ikincisini (yazı) yaratan Sümerlilerdir.

 

Yerleşik Yaşamın Başlangıcı: Bereketli Hilal

 

Uygarlık Doğu’da doğdu, Avrupa ise oradan getirdi, James Henry Breasted

 

Bereketli Hilal, sırtını Güneydoğu Toroslara dayamış, doğu yarısı ucu Fırat ve Dicle ırmakları havzası boyunca Basra Körfezine uzanan, batı yarısı ucu ise Filistin üzerinden Akabe Körfezine kadar uzanan ay biçiminde bir bölgedir. İnsanlık tarihine ilişkin araştırmaların odak noktası olan bu bölgeye Amerikalı doğubilimci ve insanbilimci (antropolog) James Henry Breasted, Ancient Times: A History of the Early World, an Introduction to the Study of the Ancient History and the Career of the Early Man (1916) adlı yapıtında Bereketli Hilal adını vermiştir. Bu uçları güneye doğru bakan ayın doğu parçasına Eskiçağlardan beri Mezopotamya adı verilmiştir. Bu bölgenin Basra körfezine yakın olan güney bölümüne de Sümer Ülkesi denir. Nasıl Güneş doğudan doğuyorsa, uygarlık da bu ay biçimindeki bölgenin doğu ucundan – Sümer Ülkesinden- Sümerlilerce başlatılmış, bütün insanlığa armağan edilmiştir. Zaten Breasted de yapıtının önsözünün v. sayfasında Uygarlık Doğu’da doğdu, Avrupa ise oradan getirdi (Civilization arose in the Orient, and early Europe obtained it there) der.

 

Yalnızca tarımsal devrim değil bugünkü uygarlığın temelleri de bu topraklar üzerinde atılmıştır. İlk yerleşik yaşam yiyecek üretimine bağlı olarak bu topraklarda başlamış, ilk aletleri bu topraklarda yaşayanlar icat etmiş, tarihin başlangıcı kabul edilecek derecede büyük bir önemi olan yazı da bu topraklarda bulunup insanlığa armağan edilmiştir. Tarih boyunca savaşların temel nedenlerinden biri olmuş ve bugün dünya toplumsal yaşamında neredeyse belirleyici bir rolü olan din olgusu da bu topraklarda yeşermiş, daha sonraki İbrahim dinleri de bu topraklarda doğmuştur.

 

Bereketli Hilal Akdeniz iklimi olarak adlandırılan, kışları ılık ve yağışlı, yazları uzun, sıcak ve kurak geçen iklim kuşağında yer alır. Bu iklim, uzun ve kurak geçen yazlara dayanıklı ancak, yağmurla birlikte hemen gelişmeye başlayan bitki türleri için son derece elverişlidir. Yıllık bitkiler adı verilen bu bitkiler tohumlar verebilen bitkilerdir. Dünya üzerindeki 12 temel tarım ürününün altısı bu bitkilerden oluşur.

 

Basra Körfezinin günümüzdeki biçimini alması bu bölgede yerleşik yaşamın sürdüğü dönemde gerçekleşmiştir. Kuzey yarım küredeki Buzul Çağının sona ermesi, yüksek bölgelerde birikmiş kar ve buzulların erimesiyle deniz seviyesi yükselmiş, zamanla Fırat ve Dicle ırmaklarının taşıdığı alüvyonlarla doldurulan kıyı şeridinin günümüzdeki biçimini alması uzun yıllar içinde olmuştur. Bütün bu önemli gelişmelerin yaşandığı bölgenin, yaşam koşulları birçok bakımdan elverişli değildir. Öncelikle burası ırmak alanları dışında çöldür. İkincisi susuz tarıma uygun olmayan bölgede tarım yapılabilecek tarlalar da sınırlıdır. Üçüncüsü hayvancılık için elverişli ve zengin bitki örtüsü olan otlaklar bulunmaz. Dördüncüsü yapı malzemesi için gerekli taş ve kereste yoktur. Son olarak maden kaynakları da bölgeden çok uzaktadır. Bu kadar olumsuz koşulları olan bir bölgede, insanoğlunun yaşamındaki en önemli gelişme süreçlerinden birinin yaşanmış olması oldukça dikkat çekicidir. Burada mimaride, sanatta, toplumsal alanda, teknolojide, kentleşmede, devlet örgütlenmesinde atılan ileri adımların temeli, burada yaşayan insanların bu zor koşulları aşma azminden kaynaklanıyor olmalıdır. Bunca olumsuzlukları olan bir bölgede yaşayacak toplum mutlaka örgütlenmek zorundaydı. Irmak kıyılarındaki dar alanlar dışındaki kurak bölgelerde tarım yapabilmek ancak gelişmiş sulama ile olanaklıydı. Bunun için bölgede yerleşen toplumlar örgütlü olarak Fırat, Dicle ırmaklarından kanallar açmakla bölgenin tarım potansiyelini artırmışlardır. Diğer temel gereksinimleri de düzenli ticaret ile uzak bölgelerden sağlamışlardır. Bunun için güvenli bir ortamın oluşturulması, istikrarlı bir ticaret ağının kurulması gerekliydi. Sümer ülkesinde yaşayan toplumlar bunu başarmışlardır. Sulu tarımdan elde ettikleri artı ürün yanında tekstil önemli bir artı değer oluşturmuştur. Ayrıca doğudan gelen kalay ve değerli taşları Doğu Akdeniz ve Anadolu’ya ulaştırarak bu yolla da önemli gelir elde ediyorlardı.

 

Uruk: İlk Dünya Sistemi Başkenti

 

Chicago Üniversitesi profesörlerinden Guillermo Algaze’nin 1993 yılında yaptığı bir çalışmaya göre MÖ 3600 yıllarında, gerçekte kazıbilimcilerin göç, ticaret, dağılma ya da başka süreçlerle tam olarak ayırt edemedikleri bir Uruk olayı ortaya çıkmıştır. Genel olarak MÖ 3200 yıllarında Uruk çevresinde, 1200 km genişliğe varan bir bölgede, çoğu kent devleti biçiminde örgütlenmiş ve belirgin olarak birbirine benzerlik gösteren toplumlar yer alıyordu. Bu ticaret ağını oluşturan zengin toplumların hemen dışında, daha az homojen, ancak bir başka açıdan daha etkileşimli, bir başka çeşit ortaya çıkmıştı. Bunun merkezinde de Uruk bulunuyordu. Bunu da oluşturanlar, ticaret ağı zenginliklerinden yararlanmak isteyen göçebe toplumlardı. Bu iki ağ arasındaki ilişkiler yalnızca ticaretten kaynaklanan bağlantı değildi. Bu ilişki daha çok yeni etnik grupların farklılaşması ve kimlik kazanması, göç (insanların ve eşyaların hareketi) ve çatışma (akınlar ya da savaşlar olarak) biçiminde ortaya çıkıyordu. Diğer bir deyişle, erken bir dünya sistemi sonrası bu dönem daha çok bir karanlık çağ olarak gözüküyordu.

 

Özetleyecek olursak; klasik çağlarda Babil ülkesi adıyla bilinen Sümer Ülkesi, günümüz Irak’ın başkenti Bağdat’ın kuzeyinden Basra Körfezi’ne kadar olan bölümüyle özdeştir. İklimi aşırı sıcak ve kurudur; toprağı kendi başına bırakıldığında kıraç, rüzgâra açık ve verimsizdir. Düz araziyi ırmaklar oluşturduğundan neredeyse hiç maden yoktur, taş çok azdır, hiç kerestelik ağaç bulunmaz. O zaman burası Tanrının terk ettiği bir bölge, görünüşe göre yoksulluğa, yokluğa mahkûm, gelecek vaat etmeyen bir ülkeydi. Ne var ki, buraya MÖ 4. binyılda yerleşen Sümerlilerin, olağandışı bir zekâ ve girişimci, kararlı bir ruhu vardı. Ülkenin doğal olumsuzluklarına karşın bu insanlar Sümer Ülkesini gerçek bir Cennet Bahçesi’ne çevirmişler, insanlık tarihindeki ilk yüksek kültürü geliştirmişlerdi. Sümerlilerin teknolojik icatlar için alışılmadık bir yeteneği vardı. Daha başta bile sulama yapmayı akıl etmiş, bu da Dicle ve Fırat ırmaklarının zengin alüvyon taşkınlarını toparlayıp kanallara akıtmalarını, tarlalarıyla bahçelerini sulayarak verimli duruma getirmelerini sağlamıştı.

 

Amerikan evrim biyoloğu ve popüler bilim yazarı Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı yapıtında yazının geliştirilmesiyle yiyecek üretimi arasında yakın bir ilişki kurar. Buna göre, yazıyı bulan ve kullanan toplumların, karışık ve merkezi politik kurumları olan, toplumsal bakımdan katmanlı toplumlar olduğu sonucuna ulaşan yazar, yazıyı kullanan kesimin, yiyecek üretimi yapan köylülerin depolanmış yiyecek fazlasından beslenen bürokrat kesim olduğunu belirtir.

 

Yazı, nüfusları oldukça artan kentlerde ortaya çıkan yönetici sınıfın işleri düzene koymak, yaygın ticari ilişkilerde karışıklıkları önleme çabalarının bir ürünüdür. Güney Mezopotamya’nın nüfusları hızla artan kentlerinde, merkezi idarenin yürüttüğü inşa projeleri çoğaldıkça, tapınakların depolarında biriktirilen ve buradan dağıtılan ürünlerin miktarı arttıkça basit işaretler, sayılar ve listeler gereksinimi karşılayamaz duruma gelmişti. Uruk döneminin sonlarına doğru, MÖ 3200 yıllarında şimdiye kadar bilinen en erken yazılı belgeler ortaya çıkar. Bunlar daha sonraki çiviyazısının öncüleri olarak görülebilecek, resim karakterindeki işaretlerden oluşur. Yazıcı, temiz bir kil topağını kil tablet biçimine getirdikten sonra üzerini kamış ucuyla çizerek karelere ayırır ve sonra her bir kare içine anlatılmak istenen nesne ya da işi tanımlayan resmi çizerdi. Karşısına da miktar belirtilirdi. Başlangıçta çizilen karakterlerin çoğu mal miktarını belirten sayı işaretleriydi. Anlatılmak istenen her nesne ayrı bir işaretle betimleniyordu.

 

Okul ve Okul Sistemi Yazıcı Sınıfının Yetiştirilmesi Gereksiniminden Doğmuştur

 

Yazı geleneğinin kesintisiz bir biçimde sürdürülebilmesi için kurumsal yapı yani okul zorunludur. En eski kentlerde özellikle tapınak ve resmi binalarda, kayıt tutma konusunda gereksinim duyulan bir yazıcı sınıfı için eğitim verilmiştir. Öğrenciler çiviyazısı öğrenmek için uzun yıllar bu okullara devam etmişler, bu yazıcı sınıfı ayrıcalıklı duruma gelmiştir. Tapınaklarda kutsal metinler, saraylarda da resmi işler, ticarette mal listeleri ve senetler bu sınıftan yazıcılara yaptırılıyordu. Sümerlilerden sonra bu bölgeye gelen Akad, Babil ve Asur gibi uygarlıklar bu köklü kültürü kurumlarıyla benimsemiş ve sürdürmüştür.

 

Aydınlanma Ara Durağı: Anadolu

 

Anadolu’nun Yerli Kavmi: Hattiler (ya da Hititleri Uygarlaştıran Bir Kavim) Anadolu’nun Bilinen İlk Adı: Hatti Ülkesi

 

Orta Anadolu’da, MÖ 3. binyılın ortalarından başlayarak, küçük beylikler halinde yaşayan Hattiler, Anadolu’nun en eski yerli halkıdır. Anadolu’nun, bugün için bilinen en eski adı ‘Hatti ülkesi’dir, ilk defa Akad dönemi yazılı kaynaklarında geçer. Akad kralı Sargon’a ilişkin bir belgede yer alır. MÖ 2000’li yıllardan sonra Anadolu’yu istila etmeye başlayan Hititler de yeni yurtlarından ‘Hatti ülkesi’ diye söz ederler. Başlangıçta Orta Anadolu’nun bir yöresini tanımlayan bu deyiş, Hitit krallarının egemenlikleri altındaki tüm ülkeleri de içine alacak biçimde genişler. Öyle ki, Hititlerden çok sonra Asur kralı II. Sargon (MÖ 722-705) zamanında bile Anadolu Hatti ülkesi olarak anılır. Füruzan Kınal’a göre MÖ 2500-2000 yılları arasında Anadolu’da oluşturulan Yüksek Hatti kültürü doğuda Erzurum’a, kuzeyde Samsun’a, güneyde Akdeniz’e kadar yayılmıştır. Hattiler, sanat, edebiyat, mitoloji ve din konularında Hititleri büyük ölçüde etkilemişlerdir. Hitit panteonunda Hatti kökenli tanrılar da vardır. Hatti kültürü, Hitit kültürünün temelini oluşturmuş, bıraktıkları zengin kültür mirası, Hititler tarafından devam ettirilmiştir.

 

Yazının Anadolu’ya Gelmesi

 

MÖ 2. binyılın ilk çeyreği, Orta Anadolu’da, ülkenin kent devletleri krallarıyla yönetildiği, büyük kentlerin oluştuğu dönemdir. Bu kentlerin çoğu, aynı zamanda birer kent devleti merkeziydi. Bu çağda yerli halk ve beyler hem kendi aralarında hem de yabancı tüccarlarla Asurca ve çiviyazısıyla yazışmışlardır. Tüccarların Anadolu'yu tercih nedenlerinden en önemlisi bu bölgede barış ortamının varlığı idi. Asur'dan Kaniş'e ulaşan kervanların güvenliğini Anadolulu beyler üstlenmişler, bu yüzden bütün yol boyunca da karakollar kurmuşlardı. Anadolu'nun yerli halkı ile Asurlu tüccarlar arasındaki ilişki konusunu ayrıntılı inceleyen E. Bilgiç, Asurluların yerli halk üzerinde politik ve yönetimsel bakımdan hiçbir etkilerinin olmadığını söyler. Bir metin, yerliler üzerinde Asur'un politik bir etkisinin olmadığı, tersine Asur Kolonisi örgütünün yerli bey ve beyçeleri tanıdıklarını kanıtlar:

 

Asur ve Kaniş temsilcisine Uahsusana karum'u şöyle söyler: Uashania beyi bana yazdı. O şöyle diyor: ‘babamın tahtını ele geçirdim. Bana (sadakat) yemin ediniz!’ Bunun üzerine biz şöyle cevap verdik: ‘Biz Kaniş karum'una bağlıyız. (Ona) yazacağız. Ya sana, ya bize bildirecekler. Sonra ülkeden iki kimse gelecek ve sana (sadakat) yemin edecekler. Siz istişare edip karar veriniz! ve emriniz gelsin!

 

Yazı Anadolu’ya Asur Kolonileri denilen MÖ 1900-1750 döneminin başında Hatti Beyliklerine ulaşmış. Bu Anadolu’nun ilk aydınlanma dönemi olan Hatti Aydınlanması dönemidir. İkincisi iyon Aydınlanması dönemi, sonuncusu ile 20. Yüzyılın ilk yarısındaki Türk Aydınlanması dönemidir.

 

MÖ 1650’lerde kurulan Hitit Krallığı çiviyazısını benimsemiştir. Hititlerin Hattiler, Hurriler aracılığıyla edindiği Sümer uygarlık verileri daha da geliştirilip Batı Anadolu kıyılarına kadar ulaştığı sanılır. İyonyalı Thales’in MÖ 585 yılında üç ay önceden tahmin ettiği tam güneş tutulmasının verileri Hititlerin ve Babillilerin geliştirdikleri yıldız kataloglarına dayanır. Bu verile İyonya’ya Anadolu ve Doğu Akdeniz üzerinden ulaşmıştır.

 

Aydınlanma Ara Durağı: Doğu Akdeniz Kıyıları

 

Önce Sümer Çiviyazısı Vardı (MÖ 3200)

 

Fenike Alfabesi Sümer Çiviyazısından (MÖ 12. yüzyılda)

 

Eski Yunan Alfabesi Fenike Alfabesinden (MÖ 8. yüzyılda) Türemiştir

 

Uygarlık ya da aydınlanma verilerinin Batı’ya aktarıldığı ikinci yol Doğu Akdeniz Kıyıları üzerinden Kıbrıs-Girit-Yunanistan Yarımadası-Güney İtalya yoludur.

 

Sümer çiviyazısı, Suriye-Lübnan bölgesinde ticaret gereksinimleri doğrultusunda basitleştirilerek MÖ 1300’lerde Fenike Alfabesi oluşturulmuştur. Bu alfabe, Fenikelilerin ticaret yaptıkları İyonya ve Yunanistan Yarımadasındaki kent devletlerine aktarılmış, bu alfabenin MÖ 8. yüzyılda türetilmeye başlanan İyon Yazısı sonunda MÖ 403 yılında Atina’da Grek Alfabesi durumuna gelmiştir. Grek Alfabesindeki harflerin okunuşu bile Fenike telaffuz iledir.

 

Suriye’nin Akdeniz’e kıyısı olan Ugarit (Ras Shamra) ve Biblos bölgeleri, hiyeroglifte ve çiviyazısında görülen değişimlerin bir sonucu olarak alfabe yazısının ilk ortaya çıktığı yerler olarak kabul edilir. MÖ 2. binyılın ikinci yarısında Ugarit’te kullanılan yazılar; Mısır, Akad yazıları, Hitit hiyeroglifleri, Kıbrıs-Minos yazısı ve Ugarit çiviyazısıdır. Ugarit alfabesi, temelde sessiz harflerden oluşan otuz harflik bir alfabedir. Bu alfabe ancak Demir Çağında, Yunanistan yoluyla eski dünyada yayılabilmişse de kökleri Sümer çiviyazısına dayanır. İngiliz Sami dilleri ve Eski Yakındoğu uzmanı Alan Ralph Millard, alfabenin yayılma sürecini şöyle açıklar:

 

Tacirlerin yoğun olarak toplandıkları bir yerde kalem ve mürekkeple papirüs üzerine Mısır diliyle yazmak üzere eğitilip yetiştirilmiş, ama çiviyazısından ve belki de başka yazılardan da haberdar bir yazmanı gözünüzün önüne getirin. Aslında söz konusu yazılardan hiçbiri tam olarak kendi diline uymamaktadır; tümü de yazılabilmesi son derece çetrefilli yazılardır. Bazılarında sesli ve sessiz harfler için birden fazla dizi bulunmak üzere hepsinde sessizler için işaretler vardır. Sami dilinde bir sessiz ile bir sesli harften oluşan yalın hecelerin seslerinin uygun biçimde dile getirilebilmesi için yüz kadar işarete gereksinim duyulur. Fonetik olarak seslileri belirlemede kullanılan Mısır işaretlerinde sesliler belirtilmez. ... Yazmanımız Mısır işaretlerini kabul etmez; ama aynı amaçla, nesnelerin adlarının yalnızca ilk hecelerini vermek için onları çizerek, kendi işaretlerini yaratır. Böylece ‘su’yu (mayim) gösteren yalın bir resim ya da ona benzer bir biçim, m + herhangi bir seslinin bir araya gelmesinden oluşacak seslileri temsil edebilir, aynı şekilde bir baş (resh) resmi de r + herhangi bir sesliden oluşan heceyi temsil eder olur. Sonuçta, yazman kendi dilindeki her bir sessiz için alfabesinde bir işarete sahip olmuştur.

 

Aydınlanmanın ikinci Odağı: İyonya

 

Aydınlanmanın asıl odağı Sümer ülkesinden sonra ara durakları Orta Anadolu (Hatti-Hitit) ve Doğu Akdeniz Kıyıları (Ugarit-Fenike) olmuş, ikinci odak ise İyonya olmuştur. Şimdi bu ikinci odak noktası üzerinde biraz duralım.

 

E. Akurgal’ın Batı Uygarlığı’nın Doğduğu Yer: Ege kitabının sonunda sıraladığı Batı uygarlığının mayasını oluşturan onbeş madde; Ege’nin doğu yakasındaki ‘Doğu Hellenler’in batı yakadaki Hellas Hellenleri karşısında kültür ve sanatta üstün başarılarının bir özetidir. Ancak İyon halkının ‘Hellenliği’ tarihsel belgelere değil, MÖ 5. yüzyılda, milliyetçi duygularla Atina’da yazılan mitoslara dayanır; mitos adı üstünde tarih değildir. İyonlar; tanrılar, bilim, yazı da içinde olmak üzere tüm düşünsel ve kültürel başarılarını Anadolu ve ticaret yaptıkları Doğu Akdeniz halklarına borçludur. Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Prfo. Fahri Işık’a göre İyonyalıların göçle gelen Atinalılar olmadığı, yerli oldukları da Mısır’da okunan göçten en az 200 yıl önceki bir zamanın ‘Büyük Ionia’ tanımıyla belgelenmiştir.

 

Anadolu uygarlıklarının en önde gelen bilginlerinden Ekrem Akurgal’ın İyonyalılar için söyledikleri özetle şöyledir:

 

Dünya edebiyat tarihinin başyapıtlarından olan Homeros’un ve Hesiodos’un eserleri bu kültürünün yaratısıdır. Batı Dünyası’nda ilk lirik şiirini, ortaya koymuştur. Fenikelilerden sonra daha büyük bir ölçüde dünya deniz ticaretini geliştirdiler. Doğa olaylarının dinsel ve mitolojik inançlara bağlanmadan, akılcı ve özgür düşünce ile ele alınarak astronomi, fizik, geometri, matematik gibi pozitif bilimleri ortaya çıkardılar. Protagoras’ın ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ ilkesi insan haklarının korunmasına önayak olmuştur.

 

F. Işık’ın aktardığına göre, Truva VI, Hitit ve Phryg başkentleri ile Kaman kazıları, Akurgal’ın arkeoloji dünyasında çığır açan birbirleriyle bağlantılı iki çok önemli savının, ‘M.Ö. 1200-800 arası zamanda Orta Anadolu’da bir Karanlık Çağ’ın yaşandığı’ ve ardından gelen ‘Phrygler ile birlikte Anadolu’nun kültür ve sanatta yüzünü ilk kez Doğu’dan çevirerek Yunanistan’a döndüğü’ savlarının, doğru olmadığını göstermiştir. Yine F. Işık’ın aktardığına göre, Homeros uzmanı J. Latacz ‘Avrupa kültürünün en güçlü köklerinin Anadolu’dan sürdüğü’ tümcesiyle dost olmalıyız; çünkü gerçekte, Avrupa’nın anakenti Atina değil Milet’ (Not 2) olduğunu belirtir.

 

Truva ekibinin bilimsel üyesi olan C. B. Rose (Not 3) da bir makalesinde özetle ‘Anadolu’nun kuzeybatı kıyılarının MÖ 1100 dolaylarında Kuzey Hellas’tan gelen Aioller tarafından kolonize edilmiş olamayacağını; böyle bir hedefe yönelik büyük ve toplu bir göçün MÖ 5. yüzyıl Atinası’nın propaganda amaçlı mitoslarının işi olduğunu’ söyler.

 

Batı uygarlığını Anadolu’nun batısında yaratanların, ‘gerçek İonlar’ın, Atina soydaşı Hellenler olduğu savı, tarihsel gerçeklere dayanmaz; çünkü MÖ 1200-800 arasında yazı yoktur. Bilinenler, sözü edilen göçlerden 700 yıl kadar sonra Atina’da yazılan mitoslara, o ortamda yazılan Herodotos’un Tarihi’ne dayanır (Hrd. I, 147). Bilindiği gibi Halikarnaslı Herodotos, Atina yanlısıdır, mitos ise tarih değildir.

*

Milet, felsefenin ve Batılı bilimsel düşüncenin doğduğu yerdi. Buradaki uygarlık Anadolu ve Doğu Akdeniz kıyılarındaki kültürlerinden esintilerin birleşimiydi. Mezopotamya, Anadolu ve Mısır büyük uygarlıklarıyla bağlantısı olması yüzünden Akdeniz ve üç kıtayla geniş bir malzeme ve düşünce alışverişi olanağı ile Milet, bu entelektüel devrimin doğuşu için oldukça uygun bir yerdi. Kent, ilk üç filozofun (Thales, Anaximandros, Anaximenes) doğum yeriydi.

 

MÖ 6. yüzyıla kadar birçok imparatorluk, olayları ilahi varlıkların doğaüstü girişimlerinin ürünü olarak açıklıyordu. Miletli filozoflar, insan biçimli tanrılar inanışı yerine gelişmiş ve mantıksal bir teoloji üretmeye çalıştılar. Ama bu yeni teolojinin dinle pek ilgisi yoktu; tanrıların geleneksel özelliklerinin çoğunu kaldırdılar, mitlerdeki açıklamaları umursamadan kendi açıklamalarını yaptılar. Bu açıklamalar geleneksel değil, mantıksaldı. Yaklaşımları, doğal süreçleri doğaüstü güçlerin yönettiği görüşünü kabul etmiyordu, onun yerine ilahi eylemleri doğa yasaları olarak tanımladılar.

 

Yakındoğu’nun Yunan Kültürüne Etkisi

 

Burada bir parantez açarak Yakındoğu’nun Yunan kültürüne etkisine değinmek istiyorum. Yunan kültürünü, komşularının hiçbir katkısı olmadan, bir mucize (Yunan Mucizesi) olarak kendiliğinden ortaya çıktığı biçiminde tanımlayanlar vardır. ‘Doğululaştırma (orientalizing)’ yüzyılı olarak tanımlanan MÖ 750-650 dönemine odaklanan Yunan mitoloji uzmanı Alman bilimci Walter Burkert, ‘Sami Doğu’nun etkisi altında Yunan kültürü özgün parlamasını yaparak kısa sürede Akdeniz’de kültürel üstünlüğe ele almıştır’ diyerek bu çarpık görüşe karşı çıkar. Asurların istilaları, Fenike ticareti, Yunanların Doğu ve Batı’daki keşiflerinin olduğu bu dönemde yalnızca doğunun beceri ve görüntüleri değil, yazı sanatı da Grek dünyasına aktarılır. W. Burkert, geniş ölçüde arkeolojik, metinsel ve tarihi kanıtlara dayanarak, Doğu örneğinin önemli derecede Homeros döneminde Yunan yazını ve dinini etkilemiş olduğu sonucuna varır. Onun bu konudaki görüşünün ayrıntısına burada girmek istemiyorum. Bu konuda isteyen okurlar benim, Eski Yunanlar ve Romalılar çalışmamdan yararlanabilirler.

 

Özetle, ekonomik etkinlikler, askeri genişleme ile bağlantılı olarak, Yakındoğu’dan çıkan ve büyüyen, okuryazarlık da içinde olmak üzere kültürel süreklilik, tüm Akdeniz'e MÖ 8. yüzyılda yayıldı. Doğu'nun yüksek kültürleri ile eski Yunanlar yoğun ilişkiye girdi. Kültürel egemenlik bir süre Doğu’da kaldıysa da Yunanlar aldıklarını hem benimsedi hem de bunları dönüştürmede, kendi ayırt edici kültür formları geliştirmeye başladı.

 

John Boardman’ın, özellikle Yunan sanatı üzerine söylediği gibi, ‘Beşinci yüzyıldan önceki Yunanistan’a, batılı dünyanın doğulu uzantısı olarak bakmak yerine, doğulu dünyanın batılı uzantısı olarak bakmak bence daha kolay.’ Bu dönemde Doğu-Batı bağlantıları ‘Ege Dünyası’ Tunç Çağından daha yoğundur.

 

Bir Yunan Mucizesi olduğunu savunan C. Şengör’ün katılmadığım görüşü özetle şöyledir: Gelişen Helen kültürünün kaynakları arasında Mısır ve Mezopotamya kültürleri vardır. Ama binlerce yıllık, aykırı bir ortam içinde tümüyle bireysel rastlantılara bağlı, tutucu gelenekleri zorlayan fakat değiştiremeyen çok yavaş bir gelişmenin ürünlerinin, ‘Yunan Mucizesi’ denilen ve tüm tutucu gelenekleri altüst eden ani aydınlanma ile ilgileri, Babil astrologları ile Newton arasındaki ilgi kadardır.

 

Onun Yunan Mucizesi dediğini İyonya Aydınlanması olarak alırsak, bu aydınlanmanın, demokratik bir kent devleti olan Milet'te, Thales ile Anaksimandros'un ortak keşifleri olan eleştirel akılcı düşüncenin, doğa sırlarının araştırılmasına uygulanması ile başladığı doğrudur. Anaksimandros'un mantıksal analizle ürettiği ‘Dünya boşlukta duruyor’ kuramı, Şengör’e göre onun, insanlığın yaptığı en cüretkar entelektüel sıçramayı temsil eden en çarpıcı ürünüdür.

 

Doğa olaylarına Thales'ten önce, mitoloji çerçevesinde olsa da bazı açıklamalar getirilmiştir. Burada, C. Şengör’ün deyişiyle Thales'in görüşlerini ‘bilim’, kendisinden önce ortaya atılan tüm görüşleri de ‘bilim öncesi’ yapan, Thales'in, bu görüşleri Tanrıdan gelen bir vahiy veya mitolojik masal olarak değil de eleştiriye açık, insan aklının ürettiği hipotezler olarak sunmasıdır. Şengör’e göre bu noktada, Anaksimandros insanlık tarihinde, insanın fikirsel gelişmesine belki de en büyük katkıyı oluşturan tarihi eleştirisini yapar.

 

Anaksimandros'un Thales'in ilkel kaynağın su olduğu tezine karşı geliştirdiği ve gene gözleme dayanmayan bir kavram olan ‘apeyron‘, yani ‘sonsuz, sınırsız’ diye nitelendirdiği bu ilksel şeyin doğası üzerine, onun eserlerinden doğrudan kalan malzeme hemen hemen yok gibi olduğundan, bu konuda doyurucu bir sonuca varılamaz.

 

Denizci bir halk olan eski Yunanlar pusulanın olmayışından dolayı yıldızlara dayanmak zorundaydılar. Burada da Babillerin derledikleri sonuçlardan yararlandılar. Onların MÖ 2. binyılda düzenlemiş oldukları yıldızlar kataloğunun kopyaları Hitit başkentinin krallık kitaplığında yer alıyordu. Bu katalogdaki bilgiler MÖ 1200’den önce Ege’ye doğru yayılmıştı. Dolayısıyla Thales’in, MÖ 585’deki Güneş tutulmasını hemen hemen kesinlikle önceden haber vermesi, salt kendi gözlemlerine dayanmıyordu. Büyük olasılıkla çıkarsamalarını Mezopotamya'dan alınmış verilere dayandırmıştı.

 

Babil’deki eski tapınak araştırma kuruluşları matematik metinleri ve astronomik gözlemleri, MÖ 20 yılına kadar çiviyazısına geçirmişti. Yunanlar bu eski bilim merkezlerine devam edip, zamanımızın doktora sanına eşiti olan Kaldeli (Keldoni - müneccim) unvanlarını alıyorlardı. Makedonya Kralı İskender’in MÖ 331’de Babil’i istilası, Babil ve Yunan bilginleri arasında iki yüzyıl sürecek sıkı bir işbirliğini başlatmıştı. Bu Eskdoğu’nun belli başlı başarılarını ileride modern dünyaya aktarmak üzere geliştirilen bir işbirliğiydi. İskender’in Babil’i istila ettiğinde Babillilerin (Keldanilerin), 1903 yıllık astronomik araştırmalarla ilgili bir takım çalışmalarının bulunmuş olduğu, bunların daha sonra Aristoteles'in eline geçtiği de ileri sürülür. Öte yandan İskender, Pers İmparatorluğunu istilası sırasında içinde 12 bin öküz derisi üzerine yazılı arşiv bulunan Persepolis Kraliyet kütüphanesini yaktırmıştır (Not 4).

 

Otto Neugebauer, The Astronomical Tables of Al-Khwarizmi (1962) adlı çalışmasında Babil matematiği ve onun Yunan matematikçileri ve daha sonraki uygarlıkların matematikçileri üzerindeki etkisi üzerine tartışmasını özetlerken şu sonuca varıyor: ‘Helenistik dönemin Mezopotamya matematiğini Babilliler, eski Yunan yazarları, son olarak da Hint ve İslam matematikçilerle ilişkilendiren sürekli bir geleneğin var olmuş olması gerektiğini söyleyebiliriz.’

 

İyonya’yı Perslerin işgali sonucu birçok bilgin Atina ve Güney İtalya’ya göçerler. Böylece İyonya Aydınlanması verileri Avrupa topraklarına akar.

 

Magna Graecia

 

İyonya, MÖ 6. yüzyılın ortalarında Sisam'da doğan ve güney İtalya'daki Yunan kolonisi Croton'a taşınan Pythagoras'un da doğum yeriydi. Pythagoras ve izleyicileri, Yunan matematiğinin, özellikle geometri ve sayılar kuramının temellerini atmakla tanınırlar. J. Freely’ye göre, Magna Graecia'daki Yunan kolonileri bir doğa felsefesi merkezi olarak İyonya'ya rakip oldular. Böylece burası Doğu bilimlerinin Avrupa’ya aktığı bir merkez durumuna gelmişti. Atina, Pers Savaşları'nın sona ermesiyle başlayan ve İskender'in ölümüyle sona eren MÖ 479-323 klasik döneminde Yunan dünyasının kültür merkezi haline geldi.

 

Helenistik dönem

 

Helenistik dönemin başlarında, Mısır'daki yeni İskenderiye kenti, Yunan dünyasının entelektüel merkezi olarak Atina'nın yerini aldı. İskenderiye'nin entelektüel yaşamı Müze ve Kütüphane gibi iki ünlü kuruma odaklanmıştı. Müze ve Kütüphaneyi, kral Ptolemy I Soter (MÖ 305-283) kurmuş, oğlu Ptolemy II Philadelphus (MÖ 283-245) geliştirmişti.

 

Pergeli matematikçi Apollonius'un (MÖ 262) sırasıyla hem Arapça hem de Latinceye çevrilen Konikler Üzerine adlı eserini Johannes Kepler ikinci gezegen hareketi kanununda, Isaac Newton hem gezegenlerin hem de karasal mermilerin hareketinin analizinde kullandı.

 

Antik Yunan astronomisi, Claudius Ptolemaeus'un çalışmalarıyla doruğa ulaştı. Yazılarının en ünlüsü, gök cisimlerinin hareketinin ayrıntılı bir açıklaması olan, daha çok Arapça adı Almagest ile bilinen Mathematiki Syntaxis'idir.

 

Felsefesi ve bilimi sonunda Yunan topraklarından yeni ortaya çıkacak İslam dünyasına aktarılacak olsa da antik dünyanın sonu geliyordu.

 

Otto Neugebauer (Astronomy and History Selected Essays, 1983)’e göre Yunan astronomisinin Babil yöntemlerine bağlılığı, tüm hesaplamaların altmışlık gösterimde yapılması gerçeği yüzünden açıktır. Eski astronomi bilimi Ptolemaios ile doruğuna ulaşmıştı. Ptolemy (yaklaşık MS 150) kuşkusuz tüm zamanların en büyük bilginlerinden biriydi. Tek başına onu antik dünyanın en önemli yazarları arasına sokabilecek üç büyük eser bırakmıştı: Almagest, Tetrabiblos, Coğrafya. Bu eserler Ortaçağ dünyası üzerinde çok büyük etki yapmıştır.

 

Yunan matematiği’ denilince aklımıza gelen ve en açık biçimde Euclid'in Elemenler (yaklaşık MÖ 300) ile temsil edilen bu matematik türü, Platon (Theaetetus ve Eudoxus, yaklaşık MÖ 400) zamanında başlayıp, Elementler’de yoğunlaşan ve son kez Arşimet ve Apollonius'un (MÖ 200) eserlerinde ortaya çıkan çok kısa bir dönemi kapsar.

 

Asur İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu ve onun Helenistik ardıllarının yolunu açtı. Politik olarak güçsüz olan Babil, dünya çapındaki bir imparatorluğun hayranlık uyandıran bir kültür merkezi haline geldi. Binyıllık kesintisiz gelenek, genç kültürlerin hayranlığını çekti, Babil bilgeliği mitini yarattı; hayranlığın ana amacı, dini spekülasyona tükenmez yeni olasılıklar açan ‘Keldani’ bilimi olan astrolojiydi. Artık Babil'de İranlı rahipler, Yahudiler ve Yunanlar yaşıyordu, basit karakterlerle yazılmış uluslararası bir deyiş olan Aramice genel iletişimi kolaylaştırıyordu. Tam da bu fiilen var olan enternasyonalizm, ulusal kültürler arasında rekabet yarattı.

 

Bu entelektüel rekabet atmosferinde, Babil katipleri ve rahipler okulu, önceki zamanların binlerce metin, dilbilimsel yönlerden bile eski Sümer geleneklerine geri dönen bir Babil rönesansı yaşattı. Entelektüel merkezlerin bu canlanması, Babil rahiplerinin Yunanlara bilgeliklerini öğrettiği Babil astronomisinin son dönemini oluşturuyordu. Bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere insanlığın büyük atılımlarında oldukça farklı kültürler arasındaki temas ilk itici gücü veriyor gibi görünüyor.

 

Helenistik Bilimin Kökeni ve Aktarımı

 

Otto Neugebauer ‘e göre ‘Antik bilim’in merkezi ‘Helenistik’ dönemde, yani İskender'in doğu uygarlıklarının antik bölgelerini istilasını izleyen dönemde yatar. ‘Helenizm’in bu eritme potasında, daha sonra Hindistan'dan Batı Avrupa'ya kadar uzanan bir alana yayılan, Newton zamanında modern bilimin yaratılmasına kadar egemen olan bir bilim biçimi geliştirildi. Öte yandan Helenistik uygarlığın kökleri, üzerinde geliştiği coğrafyanın sakinlerinin daha önce beslendiği doğu uygarlıklarına dayanır.

 

Astronomiyi, MÖ 600 dolaylarında ortaya çıkışından Laplace, Lagrange ve Gauss günlerine bilimin gelişmesinde en önemli güç olarak gördüğünü söyleyen O. Neugebauer, astronominin kökeni tarihinin bilim tarihinin en parçalı bölümlerinden biri olduğunu da ekler. Matematik içerikli çiviyazılı tabletler yaklaşık MÖ 1800'den beri biliniyor. Bu metinlerin iki dönemi vardır. İlki MÖ 1800-1600 arasındaki ‘Eski Babil’, ikincisi MÖ 300-0 arasındaki ‘Seleukos’ dönemidir, oysa astronomik metinler yalnızca ikinci döneme aittir.

 

Helenistik matematiğin ve astronominin kökenini yeniden inşa eden Euclid'in ‘Elementler’i ve Ptolemy'nin ‘Almagest’i tüm öncellerini çok az hayatta kalma şansı bırakarak yalnızca ‘tarihsel ilgi’ nesnelerine indirgemiştir. Ptolemy'nin astronomisi muhtemelen büyük ölçüde 300 yıl önce hem Yunan hem de Babil fikirlerinden etkilenen Hipparchus’un elde ettiği sonuçlara dayanır.

 

Aslında Yunan tarihçileri, ellerinde kaynak malzeme olmadığında modern tarihçilerin yaptığı gibi hareket etmişlerdi: kendi zamanlarının kuramının gerekliliklerine göre olayların sırasını yeniden kuruyorlardı. Bugün, erken Yunan filozoflarına dayandırılan tüm olgusal matematiksel bilginin, MÖ 4. yüzyıl matematikçilerinin kullandığı herhangi bir yöntemin yüzyıllar önce bilindiğini biliyoruz.

 

Spekülatif düşünce tarihinde, Platon ve Aristoteles'in Doğulularla doğrudan teması üzerine çok şey söylenir. Örneğin bir Farsın Platon'a Zerdüşt'ün dini üzerine bilgi verdiği; Aristoteles'in yeğeni Callisthenes'in Babil astronomik kayıtlarını Atina'ya getirdiği sanılıyor.

 

Astronomik bilginin bir ulustan diğerine aktarılmasının ana nedenlerinden biri, kuşkusuz, yeryüzündeki olayların nedenlerine ilişkin fikir veren tek bilim olarak astrolojiye olan inancın yayılmasıydı. İslam'ın bilimsel etkinliğinin Abbasiler döneminde Bağdat'ta başladığı iyi bilinir; Harizmi (Al-Khwirizmi)'nin astronomik tabloları Hint ve Yunan yöntemlerinin tuhaf bir karışımı olduğu söylenir. Helenistik bilimin İslam dünyasındaki aktarımı çevireler yoluyla başlamıştır.

 

Notlar

 

Not 1: Bu başlık altında bir araştırma yapmaya beni özendiren Türkiye’nin profesyonel ilk Turizm rehberlerinden Sayın Semih Adıyaman’a buradan iyi dileklerimi iletiyorum.

 

Not 2: J. Latacz, Frankfurter Allgemeine Zeitung, 9 Ekim 2001 (aktaran F. Işık)

 

Not 3: Rose, C.B., Separating Fact from Fiction in the Aiolian Migration, hesperia yy (2008) Pages 399-430

 

Not 4: W. Burkert, The Orientalizing Revolution, s.172 dipnotu 24: R. A. Bowman, Aramic Ritual Texts from Persepolis (1970) (Diodorus’a göre, Büyük İskender MÖ 330 yılında Persepolis’i ele geçirdiğinde birliklerine, “kralın sarayı hariç” kenti yağmalamalarına izin vermişti.



Bu yazı 2577 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI