Bugun...


Fatih Akbulut

facebook-paylas
Hoş Gördük seni Datça...
Tarih: 15-09-2014 23:09:00 Güncelleme: 18-09-2014 08:56:00


Yaz sonu seyahatleri değişik bir heyecan veriyor bana. Bu yıl da bu heyecan bu zamana denk geliverdi ve düştük kuzenle yollara. İstanbul\'dan çıkıp da oldukça uzun bir yola düşüldüğünde insanı şaşırtan onca şey görebiliyor insan. Muğla'ya yaklaşırken yolun ikiye ayırdığı ve çok ilginç yapılarıyla dikkati çeken kaya formasyonları bunlardan biriydi bana göre. Yıllarca önce iş için bir Marmaris yolculuğu sırasında ilk kez görmüştüm onları. Denge kurallarına meydan okurcasına ve insan aklıyla dalga geçercesine üst üste, yan yana yerleşmiş hatta yerleştirilmiş denebilecek gibi irili ufaklı kaya parçalarıydı bunlar. Bu halleriyle şaşkınlık ötesi bir görüntü oluşturmuşlardı bende. Tanıdık jeologlara bunları sormaya karar verdim karşılaştığımda. Bakalım neler anlatacaklardı bu farklı formasyonlar hakkında? 

Ve işte yıllar sonra, gidiş geliş çift şeritli hale gelmiş aynı yolun ikiye ayırdığı, volkanik izlenimi veren kayalık alanlardaki bu görüntüleri ilgiyle izliyordum yine. Sağa mı baksam, sola mı baksam; ilginç olanlarını kaçırmasam telaşı ile kafam tenis maçı seyreder gibi hareket halindeydi. Allahtan arabayı kuzen Reha kullanıyordu. Bir yandan da onun dikkatini dağıtmamak için çok da tepki vermemeye çalışarak izlediğim kayalık alanlardan sonra yılan gibi kıvrılan Gökova rampasına gelmiştik.

Kıvrıla kıvrıla inen, yolun körfezi gören yerlerinde, rutubetin flulaştırdığı o muhteşem manzara, akşamüstü güneşiyle göz alırcasına parlıyordu. Sertçe esen karayelin de köpüklendirdiği körfezin masmavi sularına uzun süre bakamıyordu insan. Pırıl pırıldı körfez. Arabayı Gökova körfezini tepeden en iyi gören ve birkaç fırsatçı esnafa da ekmek kapısı olan yere park ettik kısa süreliğine. Orada bir kaç poz çekebildiğim körfez fotoğraflarında o hayallerimin güzellikleri gizliydi aslında. 

Doksanlı yılların ortasında gemi ile Gökova körfezinde yaptığımız hidrografik ve oşinografik ölçüm çalışmaları düştü aklıma o an. Unutulmaz bir cazibe seli içinde kalmıştım o zamanlar bu güzellikler karşısında. Özellikle Gökova körfezinin güney koyları yani Datça yarımadasının kuzey koylarının dantel gibi işlenmiş doğası ve yeşili ve en önemlisi bakirliği idi belki de o cazibe. O yıllardan bu yana, gemi ile giremediğim o koyları ufak bir tekne ile gezebilme hayali vardı içimde. 

Zaman içindeki olanaksızlıklar, ihmaller ve üstünde çok da durmamanın verdiği atalet ile hep ihmal etmiştim bu tekne hayalini. Halbuki seksenli yıllardan bu yana yükselen bir turizm değeri haline gelen ve "Mavi Yolculuk" diye anılan bu serüveni yaşayabilmek çok da zor olmasa gerekti. Hiç olmazsa denizden olmasa bile karadan ulaşılabilen yerlerini görebilseydime dönüşmüştü bu hayal son zamanlarda bende. Ve işte, kuzenin ısrarlarına daha fazla direnemeyip düşmüştüm onunla yollara. Sanırım bu fırsatı yakalamanın eşiğindeydim şimdi.  Esasında, "Ne iyi etmişim..."  dediğim bu anda iliklerime kadar hissettiğim bu görüntü, beyaz perdeye yansımış Gökova körfezinin tepeden görünüşüyle akıp giden bir başlangıç jeneriğiydi sanki. 

Marmaris girişinde Datça tabelasından sapıp ilerlemeye başladığımızda, güneş iyice alçalmış ve güze durmuş sarı parlak ışınları göz alırcasına stabilize yolun üstüne düşmeye başlamıştı. Yolun her iki yanı yemyeşil ormanla kaplıydı. İkinci gidişimdi Datça'ya. Daha önceki gidiş, yarım günlüğüne, sade bir tur ve bir öğle yemeği ile sınırlı kalmıştı. İki üç katlı ve begonvil çiçeklerinin o çok sevdiğim kırmızı çiçekleriyle süslü güzel evlerin olduğu bir kaç sokağı kalmıştı ufak enstantaneler olarak aklımda. Şimdi ise, yemyeşil doğası ve masmavi sularıyla Ege'nin bu muhteşem koylarının kucak açmasını istiyordum bana; ben de kollarımı açmış koşuyordum ağır çekim sanki.

Bozburun sapağını geçtikten sonra o kıvrım kıvrım yolları karşılayan dantel inceliğindeki koyların ilki olan İnbükü ile karşılaşınca soluğumu tutmuş ve gözlerimi alamamıştım akşam alacasının sardığı bu görüntüden. Çocukça bir heyecanla kuzene biraz yavaş gitmesini, bu görüntüyü hafızama kazımak istediğimi söylemek geçti içimden. Söyleyemedim. Yorulmuştu o da; sabah beşten beri yoldaydık. Bir an önce eve varıp dinlemek ister diye aklımdan geçirince sözlerimi yutuverdim. Her ilerdeğimiz metrede aniden sağlı sollu karşımıza çıkıveren koyları geçe geçe, dar, yokuşlu ama yine de (söylendiğine göre eskiye oranla) daha iyileştirilmiş yolda ilerliyorduk. 

Sabah yağmurla bıraktığımız İstanbul havasından sonra burada akşam esintisi ile biraz ferahlatan yumuşacık bir yaz sonu havası karşılıyordu bizi. Yaz sezonunun o koyu kalabalığı yerine bu zamanlara özgü daha sakin bir insan mevcudu ile karşılacağız diye tahmin ediyorduk. Yarın okullar açılacaktı. 444 ucubesi ve İmam Hatiplere dönüştürülen okullarıyla, hemen her yıl karman çorman sınav sistemiyle ve tamamen ezbercilik üzerine kurulu bir öğretimin eksik kalan eğitim ayağıyla ne beklemeliydik ki? Fırsat eşitliğinin tamamen yok olduğu bir düzen içinde esas yoğunluğu oluşturan nüfusun her konuda olduğu gibi iyice kötüleşen temeli çökmemiş miydi?

Arabadan evin önünde inip de biraz yüksekçe sesle "Hoş gördük seni Datça ..." dediğimde kuzen şaşkınlıkla dönüp bana baktı. Soran  ve gülümseyen bakışlarına karşılık "içimden geldi, aldırma" dedim... Bir şey söyleyecekti, yutkundu; hınzır bakışlarıyla sadece gülümsemesini sürdürdü arabanın bagajını açarken. 

Datça 14.Eylül.2014

 



Bu yazı 23050 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI