Bugun...


Fatih Akbulut

facebook-paylas
MAVİ AYDEDEM VE AŞK
Tarih: 02-08-2015 16:18:00 Güncelleme: 02-08-2015 22:40:00


“ Mavi ay “seksenli yılların ortasında yayınlanmış hepimizin sevdiği bir dizi idi, değil mi? Sevimli ve fırlama tipli dedektif Bruce Willis ve güzel sarışın sevgilisi Cybill Shephard’ın insanı dinlendiren, hayal ve çoğunda hayalüstüne varan serüvenleri ve keyifli jenerik müziğiyle bizi uzun süre avutmuştu on iki eylül sonrası günlerinde.

 

İki gündür medyada ve sanal ortamda bir “ Mavi Ay “ beklentisi ortaya çıkınca bu dizi aklıma takılıverdi o yılları yaşayan birisi olarak. Gençliğin en keyifli ve hareketli zamanlarını sürüyorduk. İnsanlığın bilinebilen sekiz binlik yaşantısının beşiği olan Mezepotamya ve Anadolu gibi enteresan bir coğrafyasında olan bu güzelim ülkenin ortalama bireyleri olarak, neyin ne olduğunu anlama çabası ile farklı zamanlar sürüyordu. Onca karmaşanın ardından büyük bir darbe ile sarsılmış bir üçüncü dünya ülkesi olarak sözde bir demokrasinin ceberrut yasalarını içselleştirmenin başlangıcındaydık henüz.

 

İşte genel çerçevesi ile böyle bir toplumun üyesi olarak psikolojilerimiz o günkü koşullarda bir ordan bir bu yana sürüklenmekteydi şimdikine benzer ama daha mı naifti ne? Teknolojinin gelişimi ve buna paralel olarak iletişim kanallarının bizim dışımızda korkunç bir hıza doğru ilerlediği siber bir çağa doğru koşan dünyada henüz bizim çoğumuz bunun tam farkına varamamıştık o yıllar. Vahşi kapitalist sistem henüz feodal yapılarımızı tamamen kır(a)mamış ve toplum olarak hâlâ daha naif, daha doğala yakın ilişkilerimiz vardı ve henüz bu ilişkiler tam anlamıyla çözülmemişti.  Hâlâ maceranın, insani ilişkilerin ve en önemlisi aşkın biraz da mizah yüklü bu hayali bizi bir şekilde günlük yaşamın zorluklarından alıp götürüverirdi hayal dünyalarına o bir saatlik sürelerde... Gerçi şimdilerde başka başka dizi ve programlar insanlara aynı işlevi de sunmuyor değil ama nitelikler biraz kendini çokça aştı galiba... Artık naiflikten öte kurtlar sofrasında ayakta hatta hayatta kalma çabalarının en vahşileriydi önümüze sürülen vahşi öyküler. Herkesin peşindeki aç gözlü kurtlardan kurtulmanın yolunun aynı onlar gibi hatta daha da fazlasıyla kurt olması gerektirdiğini anlatmakta hemen hepsi, değil mi?

 

İşte onca naiflikten bunca kurtluğa evrilen bir yaşam içinde özellikle sevda ve aşk masallarının ve bunların çağrıştırdığı duygular zaman zaman böyle “ Mavi Ay” beklentileriyle dile geliveriyor hiç olmazsa ve biz de bir şekilde avunuveriyoruz eski ama eskimemiş anılarımızla. Ancak bu sabah itibariyle yine medya ve sanal ortamda gece yaşanacak olan Mavi Ay gerçeğinin hayal kırıklığı ile sona eren yorum ve görüntüleri vardı. Sanki aşklar da sönüvermiş izleri taşıyor gibiydi görüntü ve yorumlar; belki de bana öyle geldi bu beklentilerin sonucunun böyle hüsran ile bitmiş olması.

 

Her ne olursa olsun, ay’ın ( benim deyişimle AYDEDEM’in ) dolunay halinin mavi ile bütünleşmesi  en çok AŞK’ı coşturacak izlenimi vardı bu beklentilerde galiba. AŞK, AŞK ve AŞK... Kim ne derse desin yaşamın ta kendisidir. Aşk olmadan yaşamın olmayacağını söylemek çok iddialı bir sav olmaz sanırım... Tüm güzel ve onların zıttı çirkin duyguların varlığının biraz değil çokça üstüne, ötesine geçen bir yaşamsallık kokar ve içerir AŞK.

 

AŞK her zaman içinde, oldukça çok da umut sosunu taşır. Gözlerinin içine bakarken, kavuran bir ateş gibi bir istekle ellerini tutmak isterken, tüm kıvrımlarını hissedercesi sımsıkı sarılmak isterken, fısıltı halinde de olsa “ Seviyorum “ sözcüğünü duymak için can atarken o umuttur işte aşkın en derin yerindeki. Ya tam tersi olur da uzaklaşırsa o aşk senden? Anlayıp da anlamamazlığa gelmek ve umudu saklandığı yerlerden zorla çıkarmak en doğal savunma mekanizması olarak çalışmaz mı?

 

Konuşmaktan kaçarken, gözlerini kaçırırken, bir an evvel uzaklaşmak isterken, aramalarına yanıt vermezken, çeşit çeşit mazeretler belleğinde yeni yerler edinirken ve bunlara gerekçe üretmesini umuttan istemez mi o AŞK? Ve umarsızca AŞK’ın acıya döndüğü gecelerde uykuyu aramanın, sabahları gördüğü düşten uyanmak istememenin günlük rutine bindiğinde ise ikircikli sorular çoğalmaz mı AŞK’ın umudunu törpüleyen.

 

Birilerine anlatmak, paylaşmak ve acıya çare(ler) duymak isterken daha çok batmaz mı insan duyduklarıyla ve AŞK’a daha fazla bulanmaz mı farkına var(a)madan?... Hiç bir avuntu, hiç bir eskiye yönelik deneyim kırıntısı merhem olmaz bu kırıklığa her nedense. Aşk acısının en iyi ilacı zamandır demezler mi? Tüm acıların en iyi ilacı olmaktan dolayı AŞK’a uyarlanmıştır bu deyiş galiba.

 

Esasında öyle midir? Kişiye, mekana, nicelik ve niteliğe göre değişen bir olumlama veya olumsuzlaması da vardır galiba. Dinlediğimiz, bildiğimiz ve kaçınılmaz olarak yaşadığımız nice AŞK öyküsü vardır hüzünle biten ama zamanla eskiyeni, zamanla kara sevdaya dönüşeninin çokluğunu da kimse yadsıyamaz ama, di mi? Belki de ZAMAN-AŞK ilişkisinde en güzel ve anlamlı önerme olarak “ Aşk zamansızdır...” veya “ AŞK zamandan bağımsızdır” diyebilir miyiz?.. Bu önermeye biraz bakıp, birkaç kez okuyunca, bu önermenin “ zamansız olanın yok olma ihtimali de sıfırdır “ diyebilinecek bir kabulle birlikte AŞK’ı sonsuzlaması gerekir diye düşünmeden edemedim. Ancak insan ölümlüydü; ölümlü bir olgunun ölümsüz bir duyguya sahip olması büyük çelişki değil miydi? Taptığınız, gücüne hayran olduğunuz sonsuza evrilecek bir duygunun ölümlü bir olguda tezahür etmesi... İşte yaman bir çelişkiden türeyen, üreyen ve çoğalan bir güzellik... Yoksa garip bir çelişki ağı içinde garip bir hezeyan mıydı? Şüphe mi duymalıydım bu saçmalıktan?

 

 Kendimi düşündüm, karar veremedim böyle bir önerme ve çıkarsamanın doğruluğuna ve yanlışlığına ne yalan söyleyeyim. Ancak tek bir gerçek varsa her nereye varsa da “ Her aşk ölümsüzdür...” demek en azından hem çok güzel hem de çok şiirsel geldi kulağıma ve aklıma. Hep vardır o kutsalladığımız AŞK, orada bir yerlerde durmaktadır hep o sevecen yüzüyle. Küllense de, anıların içinde, düşlerin sonsuzluğunda her daim var olmakta ve olacaktır da...

 

Aşk acısı çeken her insanın hissettiği gibi, işte bu ölümsüzlüğün içinde zamanın süreçsel işlevi devreye girdiğinde o AŞK’ın kabuk bağlama süreci de başlayacaktır. Ama bu yara öyle bir yaradır ki diğer yaralara benzer şekilde hep kaşınacak ve kaşındıkça daha çok kaşınacaktır. ilk zamanlar bu kaşıntılara kabuk dayanmaz habire kanar ama o zaman yok mu, o zaman; gün gelir ki kabuk kendiliğinden düşüvermiş farkına bile varılamamıştır bile. Ama bu yara değişiktir; kabuk düşse de mutlaka hafif de olsa izi kalır. Hatta yanına yöresine, sağına soluna yeni yeni yaralar açılır zamanların kişiden bağımsız sorumluluğunda. Sonunda bir de bakılır ki yaralar hep bir iz, hep bir tatlı kaşıntı gibi durmadan çoğalıyor. Hiç yok olmamışlar ve olmayacaklar da. Kimisi ise bazen sızlar için için. Yaraya veya izine dokunursun parmak ucunla; bir sertlik bir çukurluk ve acıtan bir iç sızısı. Vücudunun, özellikle kalbinin atamadığı bir sızıdır o. Parçandır, bizatihi sensindir ama en çok da O’dur. Gerçekte, hiç bir şey O değildir de; bilirsin ama yaşamın o halini öylece kabullenirsin ister istemez. Kalbinin en derin köşesini mi almıştır diye geçmişi gözden geçirirsin, filmin sekanslarını heyecanla izler gibi. Hiç birşeyin eskisi gibi olmadığını ama çarenin de olmadığını anlarsın. AŞK yapacağını yapmıştır ve sadece sana kalan ise onun kekremsi tadıdır. İşte o yaşamdır ve taaa kendisidir seni var eden...

 

Düşünsenize tarih öncesi aşkların bugün bile söylenceler şeklinde kendilerini hiç bitirmeden dillerde dolaşmasını ve yeni aşklara yeni umutlar ve örnekler olarak yer açmasını... Demek ki ölümün bile yenemediği en güçlü duygu AŞK’tır; yani ölümsüzdür...

 

Bir zamanlar bir yerlere not etmişim şu aşağıdaki tümceleri yeri sırası gelmişken burada anmadan geçmeyim istedim, sanırım bir çalışmanın içinden alınmış ufak bir söyleşi denemesiydi. Noktası ve virgülüne dokunmadan:

 

Aşk benim için hep en güzel duygu olmuştur... Aşksız yaşam, motoru bozk bir araba gibi gelirdi bana... Sanırım uzun zamandır benim de motor bozuk da ben mi farkında değilim bilemedim inan... Sen başkasın ama... Sana sevgim bir farklı, tarifsiz ve ne bileyim işte öyle birşey... Bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum artık, işin garibi....

 

Biliyorum, geçen sefer söylediğin sözler şu an gibi aklımda; şimdi diyeceksin ki ‘ yine beni sokuşturmuşsun arada bir yere ama şunu bil ki herkes ayni aslinda; yaşam zorlaştıkça birbirine tahammul azalıyor belki de. Hele yaşlar da ilerledikce insan iyice kendinle kalmak istiyor; yalnızlık bir kurtarıcı, bir dinginlik, bir kaçış oluyor...’

 

Tamam bunu konuşmuş, tartışmıştık ve ben de sana demiştim ki: ‘ sen benim yaşamımın en farklı gerçeğisin... Biraz elle tutulur, çokça hayal ama güzel bir gerçek... Olması gerektiği gibi ve olması gerektiği kadarsın... Ne bir eksik ne bir fazla... O yüzden birşeyler isteyerek, bekleyerek değil tamaman doğal ve hormonsuz bir duygu bu... Gerçekten haykırılası ve çok özel, çok güzel ve bir o kadar da harika bir duygu...

 

İşte gerçek bu benim için... Farklı olsun diye de bir isteğim ve düşüncem ve çabam da yok biliyorsun... İçimden nasıl geliyorsa öyle söylüyorum sadece... Hele bu söylediklerime kızmayacağını, anlayacağını ve gözlerini hafifçe kapatıp sessiz kalacağını bilmek ise ayrı ve tarifsiz, tanımsız bir şey benim için... Başkaları ne hissediyor inan bilmiyorum... Bazen yanımda, yöremde ki insanları gözlemlediğimde farklılık görüyor muyum, görmüyor muyum emin bile olamıyorum... Öpüşmek, koklaşmak ve sevişmek ise bunun bir parçası, ayrılmaz ve olmazsa olmaz parçası...

 

Mavi ay beklentisi ve onun adıyla geçmişteki bir tv dizisinin anıştırdıkları üzerine biriken duygular, düşünceler ve biraz hayal, biraz hezeyan, biraz umut, biraz boşverme, biraz KAÇIŞ...

 

Nice ÖLÜMSÜZ AŞK’A SELAM OLSUN....

 

Ziverbey   01-02 Ağustos 2015



Bu yazı 20658 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI