Bugun...


Bülent Bakan

facebook-paylas
Esnaf Lokantası
Tarih: 24-08-2021 17:42:00 Güncelleme: 24-08-2021 18:02:00


 

Çocuktum, Tokatta resim öğretmeni olan dedemin yanına gittiğimizde alçaktan uçup bir Harry Potter izine sahip olmuştum. Kanabis olmadığından dikiş canlı atılmıştı; o gün bu gündür öykü anlatmaya kafayı taktığımı söyleyebilirim. Dikiş atarken nasıldı. Acıdı mı yook falan. Aslında çoook filan.

 

Yıllar sonra tekrar alçaktan uçup kendime yerden biraz yüksekten bakmış ve film şeridinden hafızamın ilk gösterim karelerini seyretmiştim. Saniye sonrasında tünelin ucuna doğru giderken yan tarafta beliren kapı öyküsünü bir milyonuncu kez anlatmak üzere başka bir yazıya saklayalım. Film şeridi deyince gerçek öyküden çekilmiş filmler geldi aklıma. Eş zamanda ‘ Bu akşam iki film birden Ünal Açıkhava Sinemasında! anonsu ile sokak aralarında dolaşan beyaz Anadol, üstünde de filmin afişleri gözümün önüne geldi.

Bu arada tahmin edemeyeceğiniz gibi yazmaya ikinci kez düştükten sonra başladım. Deli gömleğini de eş zamanda resim yapmaya başladığımda giydiğimi söylesem abartı olmaz. Şaka, şaka; desen yapmaya başladım sadece, boyaya geçmem biraz zaman aldı! Sanat işleri zaten akıllı işi değil bu kenarda mı, çukurda mı, yoksa çıkmaz sokakta mı olduğu belirsiz topraklarda! Belki de yörüngeye çıktık, haberimiz yok.

 

Bi dakka fazla sıkmayın şu gömleği yazamıyorum!

 

Birden çok öyküyü birbirine bağlamak örümceğe takla attırmaktan zor bir iş. Takla atan bir örümcek resmi tam bir gövde gösterisi olurdu. Onu karelere sığdırabilirsek Ara Güler’in sırıkla atlama rekorunu kırdık demektir. Belgesele aktarsak Sir David Attenborough hasetinden çatlardı. Gerçekten iyi anlatılmış bir öykü avcı hikâyelerine benzer. Abartısı olmazsa olmaz. Abartılı bir öykü tereyağında pişirilmiş balık kadar lezzetlidir. Tereyağında balık dedim de iki öyküyü birden anlatabilmiş bir sinema filmi geldi aklıma. Filmin adı ‘Julie ve Julia’ Bunu başarabilmiş nadir eserlerden biri olarak hafızamda yer etmesi boşuna değil. Giriş sahnesinde tereyağında pişirilmiş bir balık rol alıyordu ve filmin sonundaki oyuncuların arasında çok aradım kendisini de bulamadım. Sayısız tavuk, yumurta ve çekik gözlü Pekin ördeği gibi. Şu sinema filmlerinde rol alan taklacı hayvanların kastta yerini almaması tam bir ayrımcılık. Balık gerçekten iyi rol yapıyordu. Bazı oyuncular çok iyi rol yapar özellikle ölü taklidi yapmak tam bir meydan okumadır.

 

Filmin başrol oyuncusu tereyağı, yardımcı oyuncu ise Washington Smithsonian Müzesi idi. Julie Child, Paris’e varmadan yumurta kıramazken Chambridge’e dönerken kitap sahibi,  müzelik, usta bir aşçı haline geliyor.  Mutfak sanatlarında yüzlerce soğan ile deve güreşi nasıl yapılır gösteriyor. Beceri tüm sanatların ortak noktasıdır da onu kazanmak için binlerce kılıç darbesi vurmak gerekir. Ancak ve ancak binlerce kılıç darbesi vurduktan sonra İskender düğümü çözülebilir. Üstünde tereyağı sos gezdirilmiş İskender ile de alakası yoktur. Sanat dallarında zanaatın önemi büyüktür de diğerlerinde önemsiz midir? Sanmıyorum. Takla atacak örümcek ile geçirecek bir on bin saatiniz varsa o da olur.

Filmde yaşlı kıtadan yeni yetme kıtaya teknoloji transferinin püf noktası olarak ölçü birimi matematiği araya sıkıştırılmış. Tarifler aynen uygulandığında ortaya çıkan sonuçlardaki şaşmazlık bilimsel bir ölçekte. Sonrasında tatlı sakarlığı ile bir erken dönem televizyon yıldızı olan Julia Child’ın konuya ne kadar bilimsel yaklaştığını gösteriyor. Mutfak sanatlarından mutfak bilimine geçiyoruz. Matematik olmadan mutfak sanatları dâhil hiçbir konuda lezzetli bir sonuca ulaşmak mümkün değil.  Özellikle de resim, heykel, fotoğraf, sinema gibi sanat alanlarında. Geçen aylarda usta iki ressamın bu konuda eş ve eşit şekilde çatışma rotasına girdiğini görmüştüm. Biri resme başlamadan gördüğü yüksek matematikten mustaripti. Diğeri ise altın oran matematiğinin tüm sanatçılar için olmazsa olmazını anlatmaya çalışıyordu. Günümüzün yumurtası çatlamış, tereyağı erimiş ve tavası altını tutmuş küresinde matematik olmadan lezzetli bir şey yapmak imkânsız. Hele bu bir sanat eseri ise mümkün değil. Yumurta deyince aklıma geldi yumurtanın beyazı en kuvvetli yapıştırıcılar ile en fiyakalı cila arasında bir yerde kendine bir yer edinmiştir. Kâğıt işleri kuruduktan sonra üzerine yumurta beyazı sürünce inanılmaz bir parlaklık ve koruyuculuk ortaya çıkıyor. Kalan yumurta sarıları ile örümcek gözlü yumurta yapmaya çalışırım ama hiçbir tadı olmaz. Sanat olmazsa hayat işte böyle sade yumurta sarısı ile yapılmış omlete benzer. Acı sos bile kurtaramaz onu çöpe gitmekten.    

Filmde özellikle Paris’ten birçok restoran sahnesi vardı. Film olimpiyat oyunlarında madalya töreni gibiydi. Yeni yetme kıta, yaşlı başlı kıta, antika ülke arasında gidip geldi. Filmi seyrederken gözümün önüne Las Vegas’ta kumarhane restoranında şarkı söyleyen Frank Sinatra geldi. Bir taraftan olgunluğun zirvesinde en güzel performansını gerçekleştiriyordu. Diğer yanda kumarbaz konukların portakal soslu Pekin ördeğine çalakaşık dalmalarını seyretmek zorunda kalıyordu, profesyonelce yutkunmadan. Müzik restoranlara çoktan girmiş bir sanat dalıdır da resim ondan eksik kalır mı? Filmlerin orasında burasında ötesinde berisinde tablo ararım hep. Görünce de resim satmış kadar mutlu olurum. Paris’te lüküs hayatın ve Pekin ördeklerinin portakal suyu ile banyo yaptığı, ıstakozların düdüklü tencereye canlı girip, ciyaklayıp, yaslı çıktıkları bir restoranın duvarlarında sergilenmek istemezdim yine de. Ben daha çok esnaf lokantalarında sergilenmeyi tercih ederim. Zamanında dedemin resimleri bir esnaf lokantasının duvarlarında asılıydı ve bir berberin ve hatta mahalle muhtarının köhne odasında. O ne keyifli bir andır. En kalabalık saatte restoranda köşede yerini alıp da yemek yiyenleri seyredersin aralarındaki diyalog kendini ele verir.

-Hemşo bu böcek resimleri kimin demiştin. Çok sevimli bunlar yaa.

 

Karaşimşekten çıkan böcekler bile rahatsız etmiyor beni artık. Protein la sonuçta…

 

-Soyut mu ne diyolar la. Benim çorbadan daha karışık kuruşuk bi şey. İştahımı açtı. Bir kelle paça daha içecem ben.

    

-Bienal mi ne geliyormuş he mi. İnşallah tatlı bişeydir. Yemeğin üzerine iyi gider.

İyi pişmiş İspir kuru fasulyesi, pilav ve turşu; MOMA’da sergilenmek kadar büyük bir keyif verirdi. Bu müzelere girebilmeyi başarmak için yıllarca aç dolaşmış Burhan Doğançay’ın en çok özlediği şeylerdendir sanırım pilav üstü kuru. Paris’te bir esnaf lokantasında yemek yemeyi özlemiş midir Bedri Rahmi Eyuboğlu? Ya da Fikret Mualla ne yedi ne içti! Merak edenlerin o dönemin mektuplarını okumasını tavsiye ederim. Bedri Rahmi Eyuboğlu ile Eren Eyuboğlu’nun efsane tanışmasının halen sinema filminde bir sahne ya da tiyatroda bir replik olmadığına çok şaşarım. Bu arada ortak arkadaşları Fikret Mualla’nın beyaz şarabı süt ve tereyağı ile kaynatıp balığın üzerinde soslamak yerine ne tercih ederdi onu da okuyabilirsiniz mektuplardan.

 

Bir öykü anlatalım dedik kısa küre turu yaptık. Benim yapacak işlerim var. Şu örümceğe takla attırmaya çalışıyorum da. Bir gün zıplatırım da. takla da attırırım elbette. Zıplatmak kolay, takla attırmak zor. Şimdiden zıplamaya başladı bile. Hayatta kolay iş vardır, zor iş vardır.

 

MOMA’ya girmek kolay da Esnaf Lokantası’nda sergilenmek zor bu zamanda…

 



Bu yazı 7028 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI