Bugun...


Ahmet Kale

facebook-paylas
“ŞU BİZİM SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ” KİTABI
Tarih: 27-11-2022 20:41:00 Güncelleme: 27-11-2022 20:41:00


 

Geçtiğimiz aylarda Çağatay Anadol’un “Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi” başlıklı kitabı yayınlandı. Kitap Çağatay Anadol imzasını taşımakla birlikte “Sunuş” yazısında da belirtildiği üzere çok kişinin katkılarıyla adeta kolektif bir ürün olmuş. Alışılmış, hafızada birikenlerin döküldüğü “sözlü tarih” çalışmalarından da farklı bir çalışma.

 

Epey belge taranmış, incelenmiş, yararlanılmış. Demek ki muhafaza edilmiş belgeler var. Sunuş yazısında “…bu kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi. Arşivin kullanıma açılması için yapacak şeyler olmakla birlikte, taranan belgelere ulaşma olanağına sahibim.” Dendiğine göre, daha önce Tarih Vakfı’na bırakılmış bir parti arşivi var, bunların taranmasının maddi ve pratik işlerini görecek kimseler var ve bu dinamikler sosyalist hareketin bir döneminde epey etkili olmuş bir hareketin belgelerine ulaşılmasını olanaklı kılıyor. Bana göre gıpta edilmesi gereken bir durum.

 

Kitabı bana, “Bu kitap filanca olmasa asla yazılamazdı” ibaresi vardır ya, Yusuf Ziya (Can) için bu hakikaten öyle” diye övgüyle tanıtılan Yusuf Ziya yolladı. Daha önce de çeşitli defalar belgeler paylaşmıştık karşılıklı Yusuf Ziya ile. Bu kitap da yayınlanınca önce haberini ulaştırdı bana, sonra da kitabın kendisini. Dolayısıyla bu değerlendirmeyi biraz da Yusuf Ziya ile konuşma gibi yapıyorum.

 

TSİP benim de sosyalist yaşama ilk katıldığım örgüt. Sosyalist bir kimliğe ulaşabildiysem eğer bu örgütün payı büyüktür. Ulaşamadıysam benim eksikliğim tabi. TSİP’te geçirdiğim yaklaşık 1,5 yıl devrimci heyecanımın –belki çok genç olmamın da etkisiyle- en yüksek olduğu zamanlardı. Zaman zaman bir araya geldiğimiz o zaman partide omuzdaş olduğumuz arkadaşlarla o ilk yılları hep özlemle anarız.

 

Çok gençtim TSİP’le tanıştığım yıllarda. Partinin kuruluşundan birkaç ay önce katılmıştım çevreye. Dolayısıyla bu kitapta adı geçen pek çok kişi benim için ağabey konumundadır ve bu değerlendirme yazımda da hepsinden ağabey diye bahsetmek isterim. Bu ağabeylerden ikisi daha da önemli yer tutar TSİP tercihim ve yetişmemde. Bunlar Orhan Doğançay ve Mehmet Veysi Aydoğan ağabeylerimdir. Onların yönlendirmesiyle Kıvılcımlı okumaya başladım, TSİP’e girip örgütlü sosyalist çalışma ile tanıştım. Veysi ağabeyimi 2019 yılı sonlarında kaybettik. Son zamanlarına kadar görüşürdük, üzerimdeki emeklerini unutamam, anısına saygım hep sürecek. Orhan ağabeyimle halen görüşüyoruz. Bazen ayrı düşüncelerde olsak da sevgimiz hiç azalmadı. Onun da bana katkıları az değil. Kendisine sağlık ve uzun ömür diliyorum.

 

Kuruluş öncesinden katıldığım TSİP’te 1,5 yıl kadar kaldım. Toplu istifa eden doktorcular arasında yoktum. Çünkü hatırladığım kadarıyla o zamanki tüzüğe göre bir yıl kadar bir aday üyelik süresi vardı.

 

Bir yıldan önce “asil” üye olunabiliyordu tabi ama bir yıl içinde asil üye yapılmayanlar otomatik olarak üyelikten düşüyorlardı. Ben de “asil” yapılmayarak düşürülen üyelerdendim. Ankara örgütünün en çalışkan birkaç üyesinden biri olduğum halde “asil” yapılmayışımı hala objektif bir nedene bağlayamam. Burada kendimi anlatmak niyetinde değilim tabi. Bunları yazmaktan gayem; sadece belli bir dönemin bana aşina olduğunu belirtmek içindir. İçinde olmadığım dönemler için herhangi bir değerlendirme yapacak değilim. Hoş içinde olduğum zamanlar da öğrenme sürecinde olan heyecanlı bir gençtim. Atmosferin yüksek tabakalarında neler olduğunu bilecek durumum yoktu. TSİP’in içinde olduğum ya da olmadığım dönemlerle ilgili bilgilenmelerim daha sonraki izleme ve okumalarımdandır. Ayrıca son yıllarında samimi birer dost olduğumuz Yalçın Yusufoğlu ağabeyle, Beylikdüzü’nde sık sık buluşup eski günleri konuştuğumuz Veysi ağabeyimle, zaman zaman bir araya geldiğimiz Orhan ağabeyimle konuşmalarımızdan da epey bilgi birikimim oldu. Son yıllarda Yusuf Ziya Can kardeşimle de sıkı bir iletişim içinde olmam beni daha da zenginleştirdi.

 

Yazı uzadıkça anılar hücum ediyor zihnime. Böyle giderse kitap hakkında söyleyeceklerime dönmem zor olacak ama dönüyorum.

 

Çağatay ağabey bu kitabı yazarken sadece hafızasında kalanlara dayanmış ve güvenmiş olsaydı bu kadar kapsamlı olabilir miydi bilmem ama daha sübjektif saptamalarla dolu olurdu eminim. Stefan Zweig hafızanın kayıt yaparken ki halini şöyle yazmış “Dünün Dünyası” adlı eserinde: “… bence, hafızamız sadece rasgele alıkoyup, geri kalanları rasgele kaybeden bir öğe değil: tersine, bilerek düzenleyen ve bilgiyle ayıklayan bir gücü var onun. Hayatımızın unuttuğumuz yanları, gerçekte unutulmaya çoktan hüküm giymiş olanlardır. Unutulmayanların başkaları için korunmaya ihtiyacı olur ancak.” Yani hafızanın kayıt yaparken seçici davranacağını belirtiyor sonuçta. Dolayısıyla da sadece hafızaya dayanan anlatımların sübjektif yanları ağır basacaktır.

 

Kitap 1974-1990 arası dönemi kapsıyor. TSİP’in kuruluş öncesi, kuruluştan sonraki etkin çalışmaları, bölünmeler, ayrılmalar, 12 Eylül dönemi ve sonrası olarak bölümlendirebiliriz. Yukarda da söylediğim gibi bu dönemlerde benim içinde olduğum dönem kuruluştan biraz öncesinden başlayan toplam 1,5 yıllık bir dönem. Daha sonraki dönemlerle ilgili yaşanmışlığım yok. Ancak bu metin üzerinden bir şeyler yazabilirim. Yazacaklarım da kendi birikimim ve ilgi alanımla sınırlı olur daha çok. Tanıyanların bildiği üzere 20 yıldan beri herhangi bir grup, parti örgütlenmesi içinde olmaksızın birey olarak Kıvılcımlı eserlerine yoğunlaşmış bir sosyalistim. Kıvılcımlı’nın hak ettiği değeri görmediğini, görmesi için eserlerinin basılı ve yaygın olması gerektiğini düşünürüm. Hele de ölümünün üzerinden 51 yıl geçmiş olmasına rağmen hala yayınlanmamış bir kısım kitaplarının olması acı verici gelir bana. O yüzden Çağatay ağabeyin “sunuş” yazısında “… kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi” cümlesini gıpta ederek okudum. Her şeyden önce taranması gereken bir ARŞİV var. Bu arşivin taranması için gereken VETERANLAR var. Ve bu işi yapacak GÖNÜLLÜLER var. Yazma biçimimden de anlaşılacağı üzere bizim cenahta bunlar yok. Kıvılcımlı arşivinden bahsetmiyorum. Onlar Hollanda’da (iyi ki orada), iyi de korunuyorlar ve araştırmacılara açık. Benim yakındığım; Kıvılcımlı sonrası doktorcu hareketin bir arşivinin olmaması. Veteranlar kimler olabilir bilmem ama çok uzun yıllardır yeni yazıya aktarılıp yayınlanmayı bekleyen Kıvılcımlı eserleri bile ancak bazı adanmış bireylerin gayreti ve ısrarı, kimi gönüllü arkadaşların çeviri vs. gibi katkıları ve bir avuç arkadaşın kendi aralarında oluşturdukları küçük fonlarla ancak yayınlanabiliyor. Çok sınırlı ve kısıtlı imkanlar yani.

 

Yazı çok uzayacak, ben daha özete gideyim. Tabi kendi birikimimi ve haddimi bilerek.

 

Kitabın birinci bölümünde “1968: Yükselen MDD Hareketi de Bölünüyor” başlıklı bölümde oldukça yerinde tespitler yapılmış ama şu cümleler de benim dikkatimi çekti: “… Türkiye solunun özgün bir ses oluşturamaması, Marksizmin çağdaş sorunlarına çözümler üretememesinin önemli sebeplerinden biri de budur. Ama asıl nedenin kadroların entelektüel birikiminin yetersizliği olduğuna kuşku yoktur.” Burada Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görmezden gelindiği demeyeyim de gözden kaçırıldığı izlenimi edindim. En azından “bu konularda gayret gösteren, çok sınırlı olanaklarla onlarca konuda tezler geliştirmeye çalışan” diye anılabilirdi.

 

TSİP’te “Kıvılcımlı eleştirisi” yayınlandığında ve daha sonra ayrıldığımızda hep şunları konuşurduk bizler: “Bu TSİP merkezi Laz İsmail TKP’si ile görüşüp, onlardan temsilcilik istedi. Laz tayfası da bizimkilerden öncelikle Kıvılcımlı ile bağlarını kesmelerini talep etti, olan bu” derdik. Kitapta samimice  bu konuya epey değiniliyor ama bendeki o his hala epey kuvvetli. Daha ilk sayfalarda “Partiye Başkan Arıyoruz” başlıklı bölümde şu cümleler dikkat çekici: “Bir parti kurmaya hazırlanıyorduk ama ancak otuzlu yaşlarının başlarında olan gençlerden ibarettik ve kamuoyu bizi tanımıyordu. Buna karşılık ideolojik mücadelemiz ve birlik çabalarımızla TARİHSEL TKP’Yİ DEĞİŞİME ZORLAYARAK, Leninist nitelikte yeni bir örgütsel yapı yaratma gibi bir amacımız vardı.” (ben majiskülledim) Burası o partinin “tarihsel TKP” olup olmadığının yeri değil ama niyetin daha baştan oraya ulaşmak olduğu söyleniyor. Nitekim ilk temaslarda görüşülenler arasında Cemal Kral üzerinden onlar da var.

 

Bu bir tercih tabi. Çağatay ağabey de ilk kurucu çevreden birileri de kendilerinin bile önceleri “Dış Büro” dedikleri o grubu “Tarihsel TKP” sayabilirler. Ona katılmadığımızı söyler geçeriz. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında şu belirleme var: “Ama TKP’nin eski kadrolarından olan Doktor’un TKP’ye rağmen böyle bir kuruluşa gitmek isteyeceğine de inanmıyorum; çünkü eğer isteseydi 1954’te yapardı bunu. Vatan Partisi’ni kurabildiğine göre bir parti oluşturabilecek kadrosu vardı. Yapmadı, çünkü böyle bir kuruluşun ancak ‘diğer tarafla’ (yurt dışındaki ‘Büro’ ile) bir diyalog sonucunda gerçekleşebileceğini biliyordu veya böyle yapmayı arzuluyordu.” Bu cümlelerde artık başkasının yani Kıvılcımlı’nın tercihi ve davranışı diye bir saptama yapılıyor ama doğru değil bence. İlk olarak 1954 yılında yani Vatan Partisi kurulurken “Dış Büro” henüz yok ortada. Tüm yöneticileri hapiste de olsa TKP mevcut. O şartlarda niçin Vatan Partisi kuruldu? Bunun tartışması başka bir konu. “Dış Büro” 1962 yılında Zeki Baştımar’ın toplamasıyla Leipzig’de oluşturuluyor. TÜSTAV’ın bu konuda geniş belge yayınları var. Diyalog kurulacak bir dış büro velev ki olsaydı bile; sonradan bu büroyu oluşturacak olan kişilere Kıvılcımlı’nın 1970’deki yaklaşımı şöyleydi: “Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” kitabının bir yerinde Dünyada ve Türkiye’de sosyalist kuşakları saydıktan sonra konuyu bağlarken şunu yazar: “Sosyalizm ve sosyalist dediklerimizle, daha tanımlarken belirttiğimiz gibi ‘adı kalanlar’ı göz önünde tuttuk. Bir de 'adı kalmayanlar’ var. Bunlar iki zıt kutupta toplanırlar. Bir bölüğü adı ağza alınamayacak kertede yüreksiz ve alçak çıktıkları için, Allah bizden onların ne adlarını, ne sanlarını sormasın, Şeytan hesaplarını görsün.” (Zortlama, sayfa 32-33) Burada söz ettiği “yüreksiz ve alçaklar” tastamam o dış büroyu oluşturmaya öncülük edenlerdir. Ayrıntılarını daha sonra kaçış notları olan Günlük Anılar kitabında görürüz.

 

Kıvılcımlı’nın “TKP’yi reorganize” etmek için Sovyetlerin hakemliğinde Laz İsmail takımıyla görüşmek için yurt dışına çıktığını uzun yıllar önce Fuat Fegan iddia etmişti. Hatta eşi Latife Fegan anılarını yazdığı kitapçıkta “Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesi” diye bir projenin varlığını da uydurmuştu. Kanıt yok, yazı yok, aksine bu adamlarla asla görüşülmemesi gerektiğine dair yığınla yazısı var Doktorun. Tanıklıklar var bu konuda. Sonuç olarak “Dış Büro” denilen teşkilatla Kıvılcımlı’nın diyaloğu da düşünülemez kanaatindeyim.

 

TSİP’in daha o yıllarda TKP ile yakınlaşma durumunu 2007 yılında TKP-B devamcıları olan 14 Mayıs Platformunun düzenlediği “Geçmişi Konuşuyoruz Sempozyumu”na yolladığı yazılı metinde Mehmet Yücel de “TSİP’te Doktoru terk ettikten sonra yerine bir şey de koyamadığımız için hızla TKP muhibbi olmaya başladık” diyerek belirtmişti.

 

Kitapta dikkatimi çeken birkaç noktaya daha değineyim.

 

Uzun yıllar TİP, TSİP ve TKP arasında yapılmış birlik görüşmeleri. Seçimlerde DDKD ile yapılan kısmi işbirliği bir yana bırakılırsa, sanki bu üç gruptan başka sosyalist yokmuşçasına davranılmış. Oysa hepimiz yaşadık, bu üç grubun dışında çok güçlü ve potansiyelli gruplar vardı ve bunlar hesaba alınmalıydılar. ÖDP şafağına kadar bu grupların pek akla gelmediği de görülüyor anılarda.

 

Son derece etkilendiğim bir konu da kitapta adı geçenlerin inancı oldu. Sürekli bir devinim, örgütlenme, mücadele var bu çevrede. Sürekli yurt dışına gidiliyor, gerektiğinde tekrar yurda giriliyor, gizli matbaa kurulup yayın yapılıyor vs. Birçok grup yöneticileri bir kere yurt dışına kapağı atınca 40 yıl geçtiğinde bile hala “biiiiz sürgündeyizzz” yaveleri gevelerken birçoğunu yakın ya da uzak tanıdığım ağabeyler hiç de o psikolojiye girmemişler. Daha TSİP kurulmadan önce Veysi Aydoğan ağabeyim, Karagümrük’teki evinde yaptığımız sohbette bana; “devrimcilerin faşizm şartlarında neler yaptıkları, yapmadıkları çok önemlidir” demişti. Çok gençtim, hala aklımdadır o sözler. 12 Eylül döneminde ülke içinde uzun yıllar kaçak yaşamış biri olarak o lafı hiç unutmadım. Bir kısmı akranım, çoğu ağabeylerim olan TSİP kadroları da devrimci davranışlarla geçirmişler 12 Eylül dönemini.

 

Adı çok geçen Yalçın Yusufoğlu ağabeyimin entelektüel birikimine her zaman hayranlık duymuşumdur. Kitapta adı geçen başka insanların da çok birikimli olduklarını görüyorum. Bir kısmı bugün hayatta olmayan bu insanların birikimlerinden daha çok yararlanabilseydik.

 

Kitabın ileriki bölümlerinde Türkiye’deki birlik çabaları ve TSİP kadrolarının katkıları anlatılmış. Çoğu olumlu, mütevazi ama önemli katkıları var arkadaşların.

 

Kitabı eleştirmek ya da değerlendirmeler yapmak gibi iddialı şeyler değil bu yazımın konusu. Basitçe okuduktan sonraki izlenimlerimi aktardım Ve son olarak diyorum ki; keşke bu kadar birikim, bu kadar fedakarlık, bütün olumsuz şartlara rağmen bu kadar örgütlenme –daha üst bir örgütlenme için bile olsa ki olmadı, olamadı- için heba edilmeseydi. TSİP o zamanki kadrolarıyla yeniden toparlanıp, Türkiye sosyalist mücadelesine daha çok katkı koyabilseydi.

 

Yalçın ve Veli Gürcan ağabeyleri çok, Ahmet Kaçmaz, Tektaş Ağaoğlu ve Hüseyin Hasançebi’yi az tanırdım. Hepsinin de anılarına saygılar. O mücadelenin içinde olup da yaşayan arkadaş ve ağabeylerime de sevgi ve saygılarla bitiriyorum yazımı.        26.11.2022 Foça



Bu yazı 7106 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI