Bugun...


Ahmet Kale

facebook-paylas
2010’A DEVAM, 2011 SONA DOĞRU
Tarih: 11-12-2022 21:56:00 Güncelleme: 11-12-2022 21:56:00


 

2010 yılı için “Kritik” yıl demiştim bir önceki yazımın başlığında. Evet hem üretkenliğimizin –oldukça olumsuzlaşan şartlara rağmen- çok olduğu, hem de ortak çalışmalarımızın sonlanmaya doğru gittiği yıldır bu yıl. Bu hem olumlu hem olumsuz iki konuya girmeden önce yayınevinin içinde olan gelişmelere bakmak lazım.

 

Bu yıla girerken “yönetici” olan Cenk Ağcabay, zaten yayınevine pek az verdiği katkıyı da kesti ya da kesmek zorunda kaldı. O günlerle ilgili birçok gelişmeyi yazmaya değer görmediğim için atlıyorum. Mecbur bırakılırsam gireriz tabi.

 

Ayrıntıyı atlayarak yazarsam, ikinci kitabını da yazdıktan sonra zaten boş boş gezerken, adı o dönemler çok ünlü olan bir davaya karıştığı için iyice çekildi ortamdan. Daha sonra da önce İstanbul’u terk etti, sonra da Türkiye’yi. O zamandan beri de yurt dışında. Allah selamet versin.

 

Daha önceki bölümlerde yazmıştım; yayınevi kuruluşundan birkaç ay sonra, yayıncılık ve Kıvılcımlı ile hiç ilgisi olmayan Ayşe Yetmen’i “yetiş Ayşe, Ahmet yayınevini batıracak” diye getirip yönetici yapmıştı. Onun kısa zamanda ayrılıp gitmesinden sonra aslında yayıncılıkla da Kıvılcımlı ile de ilgili olan Cenk’i bulmuştuk. Belgesel için benim önerdiğim ve H. Atahan’a biraz zorla kabul ettirdiğim Cenk de –kendi isteği var mıydı bilmiyorum ama ret de etmemişti- H.Atahan tarafından “yönetici” atanmıştı. O da belgeseli ortada bırakmak ve kendisi iki kitap yazıp yayınlatmaktan, bir de toplantılarda H. Atahan ne söylerse başı önde onaylamaktan öte bir yöneticilik yapmamıştı. Bu dediklerim dışında “benim de şu katkılarım oldu yayınevine” diyorsa ikimiz de sağız, söylesin.

 

Cenk’in de fiilen ayrılmasından sonra yönetici eklemesi devam etti tabi. Sokaktan bulunup getirilen ruh hastası Yakup’u saymıyorum. Birkaç gün içinde onun hasta olduğu çıkmıştı ortaya. Yayınevini çok ilgilendirmediği için burada yazmıyorum ama onun da ilginç bir öyküsü var. Yönetimle ilgisi olmasa da o günlerde yayınevinde yatıp kalkan Hüseyin Budak’la ilgili buraya yazmadığım hoş olmayan şeyler oldu. Daha önce yazdığım gibi şimdi yaşamayan arkadaşlarla anılarımı başka yazılarda yazacağım.

 

Son “yönetici” adayımız H. Atahan’ın bir Almanya seyahatinde bulup getirdiği, oralarda işsiz dolaşan Rıza Özer oldu. Rıza Özer Kıvılcımlı izleyicisi gruplardan birinin elemanı iken grupla düştüğü anlaşmazlık sonucu Almanya’ya kaçmış, sığınmacı kamplarından sonra yerleşmiş ama işsiz olan biriydi. H.Atahan’la karşılaşıp konuşmuşlar, sonuçta yayınevinde çalışmaya davet edilmiş. Rıza gelmeden mi bana söyledi yoksa geldikten sonra mı tam hatırlamıyorum ama sonuçta “Rıza arkadaş bundan sonra bizimle çalışacak” diyerek tebliğ edildi bana. Ben de gerçekten elemana ihtiyacımız olduğundan hareketle ses çıkarmadım. Rıza’ya yayınevinin bodrumunda nemli ve karanlık bir oda ayarlandı, döşendi falan. Şimdi hatırlıyorum, pek sağlıksız bir yerdi. Rıza böylece başladı çalışmaya. Ne kadar maaş verdi bilmiyorum. Yayınevinin maaş ödeyecek durumu yoktu, H. Atahan kendi cebinden vermiştir.

 

Rıza yayınevinde çalışmaya başladı ama çalışma denirse. Bir iki hafta adaptasyondur falan diye ses çıkarmadım. Rıza tüm zamanını yayınevinde oturup keskin keskin konuşarak geçiriyordu. Dağıtımları, kitabevlerini dolaşması, matbaa işlerini devralması önerilerime pek kulak asmıyordu. İkide bir “bu işler böyle olmaz Ahmet abi, benim esaslı fikirlerim var” diyordu ama hiçbir işe de el attığı yoktu. H.Atahan’a durumu aktardığımda hep sessizlikle karşıladığından, daha öncekileri “barındırmadığım” için, şimdi de Rıza’yı uzaklaştırmak istediğim kanaatindeydi ama bunu söylemiyor, sessizlikle geçiştiriyordu. Giderek Rıza’nın varlığı katlanılmaz hale geldi benim için. Rıza hiç çalışmadığı gibi sürekli kulağımın dibinde konuşarak beni de engelliyordu. Benim uyarılarım da giderek sertleşmeye başladı doğal olarak. Nihayet bir gün biz tartışırken H. Atahan’ın yayınevine girmesi üzerine Rıza iyice sesini yükselterek “Ahmet abi sen kurtul bu aşağılık kompleksinden” diyerek kendisini kıskandığımı bağıra bağıra duyurdu Haşmet abisine. Ben de sesimi kısmadan haddini bildirdim tabi. H. Atahan hiç ses etmedi, biraz durup çıktı yayınevinden. Ama o tartışma sonrası Rıza bir daha yayınevine girmedi, kısa süre sonra da Almanya’ya döndü. Cenk için söylediğimi Rıza için de söylerim. Kendisi yaşıyor. Bu yazdıklarımı okursa, “ben yayınevi için şu çöpü şuradan kaldırıp şuraya koydum” desin, ben buradayım.

 

Rıza’nın gidişinden birkaç gün sonra ben yayınevinde çalışırken H. Atahan gelip odama oturdu. Son derece sıkkın bir tavırla “Ahmet, Rıza konusundaki tavrın benim için bardağı taşıran son damlaydı, artık ben yayınevini sürdürmek istemiyorum. Elindeki çalışmalar nelerse onları tamamla, sonra bu işi sonlandıralım. Yayınevi kendini döndüremiyor, siyasi bir getirisi de olmadı, bitirelim artık” dedi. Cenk’i “yönetici” yaptığından beri (şekli de olsa kuruluşundan itibaren yayınevinin bir yönetim kurulu vardı, bu kurul çok düzenli olmasa da toplanıp kararlar alabiliyordu. A. Yetmen de C. Ağcabay da yönetim kararı olmadan getirilmişlerdi) H. Atahan’la ilişkilerimiz gerginleşmişti. Dolayısıyla bir ayrılık sürpriz olmayacaktı ama daha o kadar çok işimiz vardı ki. Ben de ona “tamam ağabey, bir iki gün içinde kalan işlerin raporunu çıkarırım, ona göre plan yaparız” dedim. Bu konuşmadan sonra daha 1,5 yıl kadar yayınevinde kaldım ama o konuşma fiilen ayrılık konuşmasıydı. Nitekim 2-3 gün içinde hazırlayıp basmamız gereken 22 kitap olduğunu kendisine bildirdim. Çalışmalar sürerken 2 kitap daha ekledim, böylece 2010’da hazırlayıp, 2011’de bastığımız kitap sayısı 24 oldu. Hazırlamış olduğum 2 kitap da benden sonra basıldı.

 

Burada bir parantez açıp yayınevinin maddi işleyişine de değinmem lazım. Çünkü bu konu yayınevinden ben ayrıldıktan sonra çok spekülasyon konusu yapıldı. Bu spekülasyonların özellikle H. Atahan tarafından arkadaşlarıma mail yoluyla yapılanları tek tek cevaplamak borcumdur. Başkaları tarafından yapılanlar da var tabi ama onları “sahibinin sesi” sayarak ciddiye almıyorum.

 

Yayınevi kurma konuşmalarını yaparken H. Atahan’ın bana ilk söylediği şeyleri yazmıştım. “Ahmet senin paran yok ama zamanın ve yeteneğin var, benim zamanım ve yayıncılık bilgim yok ama biraz para ayırabilirim. Güçlerimizi birleştirip bu yayınları yapalım” demişti ve böylece başlamıştık. Bizler “emeğin en yüce değer” olduğunu düşünen, bu uğurda mücadele etmiş devrimcilerdik. Şirket kurulurken ben de, kurucu olan diğer üç arkadaş da “bizim hissemiz şu kadar olmalı” demeyi zül saydık. Dışardan bizi bu konuda uyaranlar olduğunda da “arkadaşlar bu Kıvılcımlı’ya hizmettir, burada hisse misse düşünmeyiz” demiştik. Hemen hemen sıfıra yakın hisselerle başladık, öyle de sürdü sonuna kadar. Tüm sermayeyi H. Atahan koymuştu ortaya, hisselerin de neredeyse tamamı onundu. Dolayısıyla yayıneviyle ilgili birçok önemli kararı tek başına almakta beis görmüyordu. Birkaç örneğini vermiş oldum yazılarımda.

 

Şirketin kurulmasından sonraki ilk toplantıda tek profesyonel olarak çalışacak olan bana 700 (yedi yüz) lira aylık bağlandı. Kira vermediğim için tek başıma yaşadığım zamanlarda yetiyordu ama birkaç ay sonra lisede okuyan kızım da yanıma gelince zorlanmadığımı söyleyemem. Kızım geldikten sonra benimle dayanışma gösteren, kızımın harçlığını aksatmayan arkadaşlarıma minnet ve şükran borcum var. Kitapların basımı için gerekli para uzun süre H. Atahan tarafından karşılandı. Bu konuda ilk yıllarda hiçbir zorluk çıkarmadığını da söylerim. Bu arada ilerde ayrıntıyla cevaplayacağım bir iddiayı şimdiden özet olarak cevaplamış olayım: Yayınevinin finansmanı için mülk sattığını, yetmeyince bankalardan kredi aldığını iddia ediyor ki bu doğru değil. Ayrıntılarını ilerde yazacağım.

 

2009 muydu, daha sonra mıydı, banka kredisiyle Tarlabaşı caddesi üzerinde 4 katlı bir bina satın almıştı. Binanın girişinde bir Bar, üst katlarında kumarhane olarak kullanılan bir kahve ve kahvecilerin gece kaldıkları bir daire vardı. Bunların kiracıları çıkarılacak insanlar değillerdi. Bina alındıktan sonra H. Atahan bana bu kiraları toplayıp, yayınevi giderleri olarak kullanmamı söyledi. O adamlara her ay gidip kiraları nasıl topladığımı ben bilirim. Yayınevinin ana giderleri buradan karşılanıyordu. Kitap basımlarına yetmeyen yerde yine ona başvurmak zorundaydım tabi.

 

Benim geçimim için belirlediğimiz 700 TL ise şöyle geliyordu: Kendisinin Beyoğlu’nda amcasından kalma küçük bir daire vardı. Onun kira bedeli olan 700 lira yayınevi hesabına yatıyor, ben de o parayı kızımla geçimimize kullanıyordum. Alabildiğim son birkaç ayda kira 900 TL olmuştu sanırım.

 

Karar verilmişti, ben hızla 22 (sonra 24 oldu) kitabın hazırlığına giriştim ama bir yandan da gerginlikten huzursuz oluyordum. Kendisiyle dostane bir konuşma yapmayı düşündüm. Evine çıktım, konuşmak istediğimi de söyledim. Niyetim bir yumuşama sağlamaktı. Lafa “bak ağabey, ben tek başıma yaşıyorum, günde 14 saate yakın çalışıyorum, hiçbir sosyal yaşamım kalmadı…” diye başlamıştım ki lafımı kesti. “Sen o durumdasın diye ben ömür boyu seni desteklemek zorunda mıyım?” deyince ben yutkunup lafı değiştirdim. Aslında niyetim, “işe yarar bir eleman alırsak, ben biraz daha az yorulurum, kendime zaman ayırırım, yaşamımı değişik düzenlerim, hatta belki bir kadın arkadaşım olur” demekti ama onun çıkışı karşısında ben de lafı değiştirdim ve “Tamam ağabey, ben de tam onu diyecektim, sen artık bana para falan ayırma, ben başımın çaresine bakarım” deyip kalktım. Çok ilginçtir, bu konuşmadan sonra benim geçimim için ayrılan o ev kirası bir daha yayınevi hesabına yatmadı. Aylığım kesilerek terbiye edilmeye başlanmıştım. Yayınevinden hiç ücret alamadan neredeyse 1 yıl daha geçirdim.

 

Gelecek Yazı: 2011’de Basılan Kitaplar ve Abonelikler



Bu yazı 6147 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI