Serin bir Karadeniz sabahının, henüz güneş yüzü görmemiş saatinde, sokaktan gelen ıslık seslerini duyuyordum uyanmak üzre hafif uykulu gözlerimi açıyorum. Biliyorum uyandım mı bir daha uyuyamıyorum.
Cama atılan küçük taşların çıtlamasıyla fırladım yataktan. Meczubun birisi kafayı bulmuş iki alt katta odaya kısık sesle seramoniyle sesleniyor. Yazık dedim nerede neye takılı kalmışsa zihni aşamamış.
Nazife, Nazifee diye sessiz sessiz ağlamaklı sesine kulak kabarttım. Otel görevlisi bir hışımla bitti adamcağızın yanında, perdeyi biraz daha araladım ışığı yaktım duşa gittim, adamcağızı hırpalamasınlar diye.
Girne bulvarı, Mimar Akif sokakta asılıydı gençliğim, lise son sınıf öğrencisi olduğum günleri hatırladım.
Yeşildere'de Derici ayıptır söylemesi insan dışkısı gibi kokan Murtaza Bey'in 12 kapı numaralı apartmanı, arkası limon ve incir bahçesidir o güzelim binanın, yüksek tavanlı odaları geniştir.
Loş uzun bir koridoru, kocaman bir banyosu vardır. Annemin hastaneden iş arkadaşı otururdu. Çatı katından, başka çatıları görürdünüz, uzak kiremitleri, sahipsiz kuşları. Karşıyaka sahilini neredeyse boydan boya görürdü, çatı katı arasında oturur limandan ayrılan büyük büyük gemileri ve arabalı vapur seferlerini izledik kız kıza kuruyemiş ve fantalar ellerimizde.
Sandalyeyi atıp terasa, esintiye dönüp oturdunuz mu, karşı Kadifekale evlerinin gece ışıkları parıldardı yüzünüze de, Küçükyalı'daki evimizi bulmaya çalışırdım, mahalleden tanıdıklarımızın ev halleri çarpardı gözüme.
Aynı gün doğduğum Deniz Efe'nin babası kasap Zihni amca, altında çizgili pijama, üzerinde beyaz gömlek ve kravatıyla televizyon seyrederdi. Çok gülerdik rahmetli Zihni amcanın sempatik hallerine.
Zeynep teyzenin oğlu Coşkun abi, sarı kordonların, apoletlerin süslediği, kar beyazı denizci üniformasıyla, birliğine dönüş öncesi annesiyle kucaklaştı Elif yanımda derin derin bir ahh çekti yüzü gözleri bir kızardı ben bakar bakmaz.
Benden haberi bile olmayan sevdiği kızın odası, kalın perdelerin ardından sızan sarı bir ışıkla aydınlanırdı. Volkan çok sümsük bir çocuktu ve Zuhal çok hareketliydi.
Şevket bakkal gecenin saat onunda kepenklerini zorlukla çekerken, karısı huysuz, nursuz, suratsız devamlı çemkirirdi.
Polis Yücel abi sandalyeyi kapı girişine koyar, bakkaldan kaptığı soğuk biraları yanına dizerdi, kafayı bulunca Ayşegül ablanın penceresinin dibinde yarım yamalak bildiği türküleri söyler o olmayan kart sesiyle biz ona eşlik ederek aklımızca eğlence yapardık.
Keçi Memet abi bir sağa bir sola sallanarak gelir, Yücel abiye saygılarını sunar, bir bira da orada içer evine girerdi.
Ayakkabıcı Boşnak İhsan abi çoktan gitmiş olurdu ama, Terzi Mustafa’nın vitrin ışıkları devamlı yanardı. Vitrinde kendi dikimi takım elbiseler, gömlekler.
Annemin sesi, neredesin sen yine Allah'ın belası, saat gecenin kaçı hadi eve, baban uyumadı mı diye soruyor, halbuki bilirdim babam, uğraşma üzme çocuğumu, demiştir mutlaka.
Odama giriyorum, suratımı düşürüp anneme öfkeli bir bakış atarak, iyi geceler Babacığım Allah rahatlık versin sana, nükteli bir şekilde tabi...
Dışarıdan gelen ıslık seslerini ve arnavut kaldırımından gelen ayak seslerini takip ediyorum evin içinde.
Islık sesi arkadaş demek, macera demek hele gecenin o saatindeyse sabahın, apartman sessiz, sokak sessiz, tıs yok komşularda.
Bir alt katta Rus çevirmen ve fizik profesörü Selma hanım, eski ismi Svetlana.
O da bir kunduracıyla, Kamil beyle evli. Kamil bey oldukça aksi, aşırı kıskanç bir adam, konuşmaz, gülmez, mahkeme duvarı gibi suratı. Selma hanım ise tam zıttı oldukça sevecen neşeli ve insan canlısı güleç.
Üst katta Ermeni Madam Chiristin ve kızı İrma, daha üstte ise beş altı kişi kişi tabutunu zorlukla indirmeden önce bahçede beraberce gezip bana meyve ağaçlarını tanıtırken hatırladığım, güler yüzlü Manisa'lı Süleyman dede.
Islık sesine çıkıyorum küçük balkona, ayaklarım çıplak balkona babamın sonradan yaptırdığı mermer taşlar buz gibi, bakkalın önünde gazete bırakan eski minibüs.
Bahçedeki tek çam ağacı engelliyor görüşümü, hafif sağa kayıyorum. Taylan yanına Deniz Efe'nin abisi Engin abiyi almış bahçe duvarının üzerindeki alçak demirleri tutup yükselmiş, tedirgin ve korkak. Zaten sevmezdim hödük, pısırık kişilikleri.
Hiç uyumamış gibi, sanki hiç uyanmamış gibi gülümsüyoruz birbirimize..
Sevinçli bir havai fişek gibi irkiliyor, sabahın içinde inci gibi beyaz dişlerini görüyorum esmer teninin ardında parlayan gözlerini,
yerinde duramayan tepişen bedeninden tek bir sözü işitiyorum, Sibel çabuk çabuk...çinekop..!
Sırf macera olsun diye ışık hızında giyinip iniyorum, elimizde malzemelerle parke taşlı Hasırcı sokaklardan uçarak, dere kenarından sahile doğru koşuyoruz, adeta uçarcasına.
Belediye çocuk parkını enlemesine geçip, denize sahile ulaşıyoruz.
Balıkçı Hasan abinin iskelesine bağlı içten takma teknesine biniyoruz Bostanlı sahilinde.
Bir kaç yalvarma ve ağza alınmaz küfürden sonra çalışıyor ihtiyar, dumanı siyah, karakteri inatçı, yorgun ve yaşlı tekne büyük bir gürültüyle çalışıyor. Engin abi beni işimden edersen Taylan başlarım senin çarkına haa, bak olum bu kız kadar delikanlı ol canımı ye haa, diye uyarmadan edemiyor. Dede bakkalın hanımı gibi durmadan çemkiriyor Taylan'a.
Güneş iki eliyle araladığı bulutlardan sıyrılıp, Bostanlı koyuyla sevişiyor çekinmeden. Her bir dalgasını ayrı okşuyor şehvetle, minik çakıl taşlarının hışırtılı öpüşleri kızartıyor Çiğli'den kopup ada olmak isteyen Mavişehir yanaklarını.
Akşama doğru karantina adasına gideriz değil mi diye soruyorum Karaburun açıklarında..?
İki koy arasında dönüp duruyoruz hiç konuşmadan, kıyı kıyı seyreden teknenin minik dalgaları ulaşıyor kumsala.
Urla'dan kalkan bir vapurun kalkış düdük sesi uzun sitemi duyuluyor derinden.
Yesildere köprüsünün üzerinden aceleyle geçen kırmızı belediye otobüslerini görüyorum bazen, okul servisindeymişim gürültülü belediye otobüsü sesine uykulu uykulu irkilir gibi.
Bizden bile erkenci yelkencileri izliyorum adalara yakın.
Biliriz, aşinadır bize Urla sabahları,
tanıdık binalar, bahçelerinden erik çaldığımız köşkler, çete gibi kolkola yürüdüğümüz sokaklar buralar.
Çocuk seslerimiz daha yıllarca saklanır bildiğimiz köşelerde.
Buralı insanların çocukları olarak doğmak ne kadar şanslıyız biliyorsun değil mi?.. demişti Taylan.
Bakmadan düşünüp onaylamıştım.
Doğru...
Gerçekten de şanslıydık.
Burada İzmir'de, 35.5 Karşıyaka'da doğmak, büyümek, burada sevmek, gelişmek, velhasıl burada yaşamak ve burada ölmek!...
Burundaki fener söndü nihayet, adalar göz kırpıyor teker teker.
Oltalarımızın ucunda çelikten pırıltılar, livarımız neredeyse doldu bile, kimlere dağıtacağız bu kadar balığı.
Kayıklar çoğalmaya başladı etrafta,
Ali Reis, Adnan reis, Arap Ali, Darbukacı Alem Baba, ya o Perişan, mavili beyazlı küçük tekneler,
yan yana yakın geçmeler, bildik simalar da selamlayan abiler.
Samimi dileklerde sallanan eller,
Rastgele gençleer..!
Böyleydi...
Ama işte ya şimdi!..
Derinine olta saldığımız suları doldurdular kayalarla,
üzerilerinde parklar, bahçeler.
plastik aletlerde güya spor yapıyor insanlar.
Ne Çinekop kaldı koyun suyunda, ne de ufak tekneler.
Sahillerin aynasına gölgesi vuran gökdelenlerin önünde,
Azman vapurlar çıkıyor.
Değişti buralar sen yittiğinden beri hiç aklın kalmasın Taylan.
İnsanlar, sokaklar, kıyılar ağlarını çoktan çekip gitti balıkçılar. Ama ben hala burada takılı kalmışsam arkadaşım elbette ki vardır bir nedeni.
Ne zaman uykumu delen bir ıslık sesi duysam sabaha karşı, o beyaz gülümsemeni hatırlıyorum, parlayan gözlerini, heyecanlı arayışlarını, şaşkın, berrak bakışlarını.
Kolay hızlanmıyor bizim gibiler için yaşamın ritmi, istesem de unutamıyorum hiç bir şeyi.
Bak işte yine suyun üzerindeyim usulca yenileniyor sabahlar her zamanki yaptığı gibi.
Duyarsız, küstah ve umarsız.
Hiç bir şey olmamışsın, sanki hiç ölmemişsin gibi.
Varsın öyle olsun bee Taylan.
Sen sakın unutma Karaburun koyunu.
Dostluklar, arkadaşlıklar, tek tük ışıklar.
Tam da senin dediğin gibi, kıpır kıpırdı balıklar!Serin bir Karadeniz sabahının, henüz güneş yüzü görmemiş saatinde, sokaktan gelen ıslık seslerini duyuyordum uyanmak üzre hafif uykulu gözlerimi açıyorum. Biliyorum uyandım mı bir daha uyuyamıyorum.
Cama atılan küçük taşların çıtlamasıyla fırladım yataktan. Meczubun birisi kafayı bulmuş iki alt katta odaya kısık sesle seramoniyle sesleniyor. Yazık dedim nerede neye takılı kalmışsa zihni aşamamış.
Nazife, Nazifee diye sessiz sessiz ağlamaklı sesine kulak kabarttım. Otel görevlisi bir hışımla bitti adamcağızın yanında, perdeyi biraz daha araladım ışığı yaktım duşa gittim, adamcağızı hırpalamasınlar diye.
Girne bulvarı, Mimar Akif sokakta asılıydı gençliğim, lise son sınıf öğrencisi olduğum günleri hatırladım.
Yeşildere'de Derici ayıptır söylemesi insan dışkısı gibi kokan Murtaza Bey'in 12 kapı numaralı apartmanı, arkası limon ve incir bahçesidir o güzelim binanın, yüksek tavanlı odaları geniştir.
Loş uzun bir koridoru, kocaman bir banyosu vardır. Annemin hastaneden iş arkadaşı otururdu. Çatı katından, başka çatıları görürdünüz, uzak kiremitleri, sahipsiz kuşları. Karşıyaka sahilini neredeyse boydan boya görürdü, çatı katı arasında oturur limandan ayrılan büyük büyük gemileri ve arabalı vapur seferlerini izledik kız kıza kuruyemiş ve fantalar ellerimizde.
Sandalyeyi atıp terasa, esintiye dönüp oturdunuz mu, karşı Kadifekale evlerinin gece ışıkları parıldardı yüzünüze de, Küçükyalı'daki evimizi bulmaya çalışırdı m, mahalleden tanıdıklarımızın ev halleri çarpardı gözüme.
Aynı gün doğduğum Deniz Efe'nin babası kasap Zihni amca, altında çizgili pijama, üzerinde beyaz gömlek ve kravatıyla televizyon seyrederdi. Çok gülerdik rahmetli Zihni amcanın sempatik hallerine.
Zeynep teyzenin oğlu Coşkun abi, sarı kordonların, apoletlerin süslediği, kar beyazı denizci üniformasıyla, birliğine dönüş öncesi annesiyle kucaklaştı Elif yanımda derin derin bir ahh çekti yüzü gözleri bir kızardı ben bakar bakmaz.
Benden haberi bile olmayan sevdiği kızın odası, kalın perdelerin ardından sızan sarı bir ışıkla aydınlanırdı. Volkan çok sümsük bir çocuktu ve Zuhal çok hareketliydi.
Şevket bakkal gecenin saat onunda kepenklerini zorlukla çekerken, karısı huysuz, nursuz, suratsız devamlı çemkirirdi.
Polis Yücel abi sandalyeyi kapı girişine koyar, bakkaldan kaptığı soğuk biraları yanına dizerdi, kafayı bulunca Ayşegül ablanın penceresinin dibinde yarım yamalak bildiği türküleri söyler o olmayan kart sesiyle biz ona eşlik ederek aklımızca eğlence yapardık.
Keçi Memet abi bir sağa bir sola sallanarak gelir, Yücel abiye saygılarını sunar, bir bira da orada içer evine girerdi.
Ayakkabıcı Boşnak İhsan abi çoktan gitmiş olurdu ama, Terzi Mustafa’nın vitrin ışıkları devamlı yanardı. Vitrinde kendi dikimi takım elbiseler, gömlekler.
Annemin sesi, neredesin sen yine Allah'ın belası, saat gecenin kaçı hadi eve, baban uyumadı mı diye soruyor, halbuki bilirdim babam, uğraşma üzme çocuğumu, demiştir mutlaka.
Odama giriyorum, suratımı düşürüp anneme öfkeli bir bakış atarak, iyi geceler Babacığım Allah rahatlık versin sana, nükteli bir şekilde tabi...
Dışarıdan gelen ıslık seslerini ve arnavut kaldırımından gelen ayak seslerini takip ediyorum evin içinde.
Islık sesi arkadaş demek, macera demek hele gecenin o saatindeyse sabahın, apartman sessiz, sokak sessiz, tıs yok komşularda.
Bir alt katta Rus çevirmen ve fizik profesörü Selma hanım, eski ismi Svetlana.
O da bir kunduracıyla, Kamil beyle evli. Kamil bey oldukça aksi, aşırı kıskanç bir adam, konuşmaz, gülmez, mahkeme duvarı gibi suratı. Selma hanım ise tam zıttı oldukça sevecen neşeli ve insan canlısı güleç.
Üst katta Ermeni Madam Chiristin ve kızı İrma, daha üstte ise beş altı kişi kişi tabutunu zorlukla indirmeden önce bahçede beraberce gezip bana meyve ağaçlarını tanıtırken hatırladığım, güler yüzlü Manisa'lı Süleyman dede.
Islık sesine çıkıyorum küçük balkona, ayaklarım çıplak balkona babamın sonradan yaptırdığı mermer taşlar buz gibi, bakkalın önünde gazete bırakan eski minibüs.
Bahçedeki tek çam ağacı engelliyor görüşümü, hafif sağa kayıyorum. Taylan yanına Deniz Efe'nin abisi Engin abiyi almış bahçe duvarının üzerindeki alçak demirleri tutup yükselmiş, tedirgin ve korkak. Zaten sevmezdim hödük, pısırık kişilikleri.
Hiç uyumamış gibi, sanki hiç uyanmamış gibi gülümsüyoruz birbirimize..
Sevinçli bir havai fişek gibi irkiliyor, sabahın içinde inci gibi beyaz dişlerini görüyorum esmer teninin ardında parlayan gözlerini,
yerinde duramayan tepişen bedeninden tek bir sözü işitiyorum, Sibel çabuk çabuk...çinekop..!
Sırf macera olsun diye ışık hızında giyinip iniyorum, elimizde malzemelerle parke taşlı Hasırcı sokaklardan uçarak, dere kenarından sahile doğru koşuyoruz, adeta uçarcasına.
Belediye çocuk parkını enlemesine geçip, denize sahile ulaşıyoruz.
Balıkçı Hasan abinin iskelesine bağlı içten takma teknesine biniyoruz Bostanlı sahilinde.
Bir kaç yalvarma ve ağza alınmaz küfürden sonra çalışıyor ihtiyar, dumanı siyah, karakteri inatçı, yorgun ve yaşlı tekne büyük bir gürültüyle çalışıyor. Engin abi beni işimden edersen Taylan başlarım senin çarkına haa, bak olum bu kız kadar delikanlı ol canımı ye haa, diye uyarmadan edemiyor. Dede bakkalın hanımı gibi durmadan çemkiriyor Taylan'a.
Güneş iki eliyle araladığı bulutlardan sıyrılıp, Bostanlı koyuyla sevişiyor çekinmeden. Her bir dalgasını ayrı okşuyor şehvetle, minik çakıl taşlarının hışırtılı öpüşleri kızartıyor Çiğli'den kopup ada olmak isteyen Mavişehir yanaklarını.
Akşama doğru karantina adasına gideriz değil mi diye soruyorum Karaburun açıklarında..?
İki koy arasında dönüp duruyoruz hiç konuşmadan, kıyı kıyı seyreden teknenin minik dalgaları ulaşıyor kumsala.
Urla'dan kalkan bir vapurun kalkış düdük sesi uzun sitemi duyuluyor derinden.
Yesildere köprüsünün üzerinden aceleyle geçen kırmızı belediye otobüslerini görüyorum bazen, okul servisindeymişim gürültülü belediye otobüsü sesine uykulu uykulu irkilir gibi.
Bizden bile erkenci yelkencileri izliyorum adalara yakın.
Biliriz, aşinadır bize Urla sabahları,
tanıdık binalar, bahçelerinden erik çaldığımız köşkler, çete gibi kolkola yürüdüğümüz sokaklar buralar.
Çocuk seslerimiz daha yıllarca saklanır bildiğimiz köşelerde.
Buralı insanların çocukları olarak doğmak ne kadar şanslıyız biliyorsun değil mi?.. demişti Taylan.
Bakmadan düşünüp onaylamıştım.
Doğru...
Gerçekten de şanslıydık.
Burada İzmir'de, 35.5 Karşıyaka'da doğmak, büyümek, burada sevmek, gelişmek, velhasıl burada yaşamak ve burada ölmek!...
Burundaki fener söndü nihayet, adalar göz kırpıyor teker teker.
Oltalarımızın ucunda çelikten pırıltılar, livarımız neredeyse doldu bile, kimlere dağıtacağız bu kadar balığı.
Kayıklar çoğalmaya başladı etrafta,
Ali Reis, Adnan reis, Arap Ali, Darbukacı Alem Baba, ya o Perişan, mavili beyazlı küçük tekneler,
yan yana yakın geçmeler, bildik simalar da selamlayan abiler.
Samimi dileklerde sallanan eller,
Rastgele gençleer..!
Böyleydi...
Ama işte ya şimdi!..
Derinine olta saldığımız suları doldurdular kayalarla,
üzerilerinde parklar, bahçeler.
plastik aletlerde güya spor yapıyor insanlar.
Ne Çinekop kaldı koyun suyunda, ne de ufak tekneler.
Sahillerin aynasına gölgesi vuran gökdelenlerin önünde,
Azman vapurlar çıkıyor.
Değişti buralar sen yittiğinden beri hiç aklın kalmasın Taylan.
İnsanlar, sokaklar, kıyılar ağlarını çoktan çekip gitti balıkçılar. Ama ben hala burada takılı kalmışsam arkadaşım elbette ki vardır bir nedeni.
Ne zaman uykumu delen bir ıslık sesi duysam sabaha karşı, o beyaz gülümsemeni hatırlıyorum, parlayan gözlerini, heyecanlı arayışlarını, şaşkın, berrak bakışlarını.
Kolay hızlanmıyor bizim gibiler için yaşamın ritmi, istesem de unutamıyorum hiç bir şeyi.
Bak işte yine suyun üzerindeyim usulca yenileniyor sabahlar her zamanki yaptığı gibi.
Duyarsız, küstah ve umarsız.
Hiç bir şey olmamışsın, sanki hiç ölmemişsin gibi.
Varsın öyle olsun bee Taylan.
Sen sakın unutma Karaburun koyunu.
Dostluklar, arkadaşlıklar, tek tük ışıklar.
Tam da senin dediğin gibi, kıpır kıpırdı balıklar!