Beraber yürüyüş yapıp, nostaljik yağmurlarda beraber yürü(tt)ükleri FETÖ ve PKK üzerindeki kontrolünüzü kaybettiniz, görünen o ki ÖSO üzerindeki kontrolünüzü de kaybedeceksiniz…
Yetmezmiş gibi Avrupa'yı IŞİD terörü ile tehdit ediyorsunuz, bilmiyorsunuz ki PKK ve IŞİD gibi terör örgütlerinin içi onların ajanları ile kaynıyor..
Bilmiyorsunuz ki, terör örgütleri parayı verenin düdüğünü öttürür...
Ayrıca, bu kez ÖSO iktidarımızdan önce de vardı, deme şansınız da yok!
Bilginize...
Suriye'deki gözlem noktalarından usul usul çekiliyorlar, Libya'da üç ay içinde tüm yabancı savaşçılar ve askeri birlikler ülkeyi terk edecek.
Karabağ savaşında Azerilerin gözü Moskova ve Washington'dan başkasını görmez oldu, mekik dokuyorlar, bizim din bezirganları da yok 'ahiret inancı olmayandan her tür kötülük beklenir'miş, yok 'kızlar sokakta bira içiyor'muş...
İktisaden merkantilist ahlaken Protestan İslamcıların cihatçı dış politikası sarpa sardıkça ve fiyaskolar üstüste gelince, içerde ülkeyi dinsel saçmalıklarla çalkalama, ''vaad edilen topraklar''a bir türlü ulaştırılamayan kitleyi bir biçimde konsolide tutma telaşı baş gösteriyor.
Aslında her şey küresel çapta krizde debelenen faizci tekelci sermaye birikiminin neleri göze alabileceğine ve tıpkı salgında asker muamelesi yaptıkları sağlık çalışanları gibi bu defa nüfusun bir diğer bölümü olan askerleri feda etme eğilimleriyle ilgili.
Her ülkede sermaye diktasını ayakta tutmak, emperyalist tedarik zincirine eklenme yarışını kızıştırmak (bunun yolu ucuz emek olduğu için uluslararası emeğin rekabetini körüklemek, işçileri ulusal düşmanlıklar için kışkırtmak, hayvanı kesimhane yoluna itmek gerekir), çökmüş sektörlerin ve karların yerine silah sektörü vurgunlarını geçirmek ve kalabalıkların dikkatini içerden dışarıya çevirmek için yapılmayacak şey yok.
İşte bazen de dikkatleri dışarıdan içeriye çevirmek gerekiyor.
''Fabrika patronlarıyla deneyimli işçiler arasındaki karşıtlık hızla, gerçek bir toplumsal savaş noktasına doğru gitmektedir…
Raporların gösterdiği ilginç istatistiksel gerçeklere biraz daha dikkatle bakmak gerekiyor belki de. O zaman şu gerçek anlaşılacaktır: Lancashire'ın sanayi kölelerine, dikkatlerini ülkenin sorunlarından uzaklaştırabilecek bir dış politika gerekir'' diyor NY Times'a yazdığı bir makalesinde Marx.
Şu anda her nerede savaş tohumu ekiliyorsa, orada savaşın ''ulusal çıkar''la hiçbir ilgisi yok.
Bugünkü durumda ''ulusal çıkar''la açıklanabilecek tek savaş sömürenler ile sömürülen arasında savaş, kölenin köle sahibine karşı, emperyalist müdahale ve kışkırtmalara, silah tüccarlarına, mali oligarşiye, din bezirganına, bunların sömürüsüne, getirmekte oldukları tekno-faşizme karşı toplumsal devrimin sökün etme savaşıdır.
Toplumsal devrim ve emeğin kurtuluşu, emekçilerin kardeşçe uyum içinde bulunmalarını gerektiriyorsa, ulusal önyargı ve düşmanlıkları harekete geçiren ve halkların kanlarını ve maddi-manevi varlıklarını korsanca pazar ve hammadde savaşlarında çarçur eden, canice amaçlar güden bir dış politika altında bu büyük görevi yerine getirmek elbette olanaksız.
Ülkelerin dış politikasıyla iç politikası arasında fark olamaz.
Yine Marx'ın dediği gibi, ''her kabinede parmağı olan bu barbar gücün muazzam ve karşı konulmayan saldırıları, çalışan sınıflara, uluslararası politikanın gizlerini belgeleme, kendi hükümetlerinin diplomatik manevralarına gözkulak olma, bunlara gerektiğinde bütün güçleriyle karşı koyma, önleyemediklerinde ise aynı anda suçlamalara girişmekte birleşme ve uluslararası ilişkilere egemen olan kurallar kadar, tek tek kişiler arasındaki ilişkilere de egemen olması gereken basit ahlak ve adalet yasalarını savunma görevini öğretmiştir. Böylesi bir dış politika için savaşmak, çalışan sınıfların kurtuluşu için verilen genel mücadelenin bir parçasıdır''
İşte tam bir sınıf feraseti.
Gelin görün ki Türkiye'de bu bilinçte sınıf ve sınıf önderliği yapacak siyasiler eksiği, sendikalar, odalar, dernekler eksiği var...
Gündelik faaliyetin bütün dallarına da bu enternasyonalizmin tohumlarını ekebilmeli, anlayışını tanıtmalı ve ne kadar gerekli olduğunu egemenlerin tüm politik hamlelerini, sözde zafer ve yenilgi defterini tam bir hesaba çekerek, propaganda ve teşhir ederek göstermeliyiz.
Başka türlü bir dünya siyasetinin yaşam şansı yok.
Din bezirganlarının kuyruğuna basılmış fareler gibi ciyaklamasından belli.
Bu ''geberen faizci, rantçı, tekelci kapitalizm''in sesidir.
Ama geberene kadar, demokratik devrimin kesin zaferine kadar zehrini akıtacaktır, ölmüş sayılmaz.
Fransa'nın Ankara büyükelçiliği ekonomi müsteşarı Fransız medyasına demişti ki, "Türk ve Fransız şirketler arasında 3'üncü ülke pazarlarındaki iş birliklerini artırmak için uğraşıyoruz, özellikle Orta Doğu, Afrika ve Balkanlar'da. Fransız ve Türk şirketler bu bölgede oldukça başarılı ve bu sebeple birçok potansiyel fırsatlar bulunuyor. İnşaat ve enerji özellikle bu bölgelerdeki başlıca iş birliği alanlarımızı oluşturuyor".
Erdoğan da iki ülke arasındaki ticaret hacmini 20 milyar euro'ya çıkarmaktan söz ediyordu.
Fransız emperyalizmi salgın döneminde hükümet tarafından izlenen ucuz emek politikasının kokusunu alıp, Türkiye pazarına daha çok ilgi göstermeye başlamıştı. Fransız şirketlerinin sermayesine ortak olanlar, Afrika'dan Ortadoğu'ya Müslümanların olduğu her yerde at koşturmasına yardım eden Erdoğan ve adamları, şimdi Avrupa'da halklar sisteme ve hükümetlerine karşı kaynarken emperyalizmin birdenbire ustalıkla kışkırttığı "din savaşları"ndan en az Macron ve rakibi Le Pen kadar kendine prim toplamaya çalışıyor.
Macron-Erdoğan sözde kavgası budur işte.
Bir önceki seçim döneminde de Merkel- Erdoğan tiyatrosunu, Hollanda sınır kapısında aylarca oradan oraya koşturan bakan kadını unutmadık..
Serekaniye ve İstanbul'da selefi bayraklarıyla, IŞİD bayraklarıyla Macron ve Fransa'ya karşı gösteri yaptıran ve böylece Avrupa'yı terörizmle tehdit etmeye çalışan çete görüntüsü, yalnızca Türkiye'nin bütün dünyada IŞİD'in tek kaynağı ve hamisi olarak mimlenip ilan edileceği bir "başarı"ya doğru koşuyor.
Halka ulusal düşmanlık ve militarizm pompalanırken ve dini duygular üzerinden maniple edilirken, ortaçağcı hükümet sermayesi Fransa'yla alışverişten 8 milyar dolar kazanmaya, Türkiye'deki 1500 kadar Fransız şirketini işçiyi satarak besleyip büyütmeye, tarımda çiftçiye karşı Fransız tekel ve üreticileri lehine anlaşmalar sürdürmeye devam ediyor.
Fransız yayılmacılığı açısından mesele bir yandan da İsrail'e ve Çin'e karşı Türkiye'yi kullanmak.
Çünkü, emperyalizmin kazanında ticaret savaşları fokurduyor ve bu ''din savaşları''yla içiçe,
Fransa-Türkiye-Arap Birliği ülkeleri üçgeninde sahnelenmeye başlayan ithalat ihracat boykotlarından bile anlamak mümkün.
Neticede emperyalist güçlerin ve tek tek tekelci kapitalist devletlerin birbirlerinin önüne diktiği engeller ve bunları aşmaya dönük hamleler emperyalist rekabeti alabildiğine keskinleştirip sürdürülemez bir noktaya taşıyor.
İslamcı lejyonerler sorunundan ticari boykotlara, din savaşlarından Türkiye'nin de birinden diğerine zıpladığı diplomatik krizlere kadar her şey sermayenin ve dünya kapitalizminin mevcut rekabet durumuyla ve sürdürülemez karakteriyle ilgili.
Gerçek şu ki, tekelci sermayenin öznel dinamiği onu ulusal sınırları yıkıp uçsuz bucaksız dünya pazarlarında koşmaya iter.
Bu noktada ulus-devlet onun en büyük engelidir ama sermaye onsuz da yapamaz.
Sermaye bir taraftan uluslararasılaşırken ya da buna yönelik yakıcı bir arzu duyarken, diğer taraftan her daim ayaklarını basacağı bir ulus-devlet güvencesi istiyor.
Hem birleşme, hem kapışma.
Hem gerektiğinde ulus-devletin kanatları altına sığınma ihtiyacı, hem de ulus-devletin dar sınırlarını aşma çabası içinde sınır tanımaksızın fethetme isteği.
Bu koşullardan türeyen ticaret savaşları, küreselleşme denilen şeyle birlikte ulus-devletin anlamsızlaştığı, ortadan kalktığı, böylece savaşın temelinin yok olduğu ve dünyaya barış geleceği biçimindeki liberal yargının ne kadar zırva olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor ve serecek.
Üretici güçlere sınırsız özel mülkiyetin zincirlerini vurduğu gibi, dünya ekonomisinin birleşmesine de ulus-devlet deli gömleğini giydirdi.
Sermaye ile ulus-devlet çelişkisi tekelci kapitalizm altında aşılamıyor ve aşılamaz da.
Aşıldığında ise sermaye, sermaye olmaktan çıkar.
Sermaye sadece her adımında çelişkileri büyütüyor ve kendi engelini kendisi yaratıyor.
Ulusları karşı karşıya getiren, Fransa ile Türkiye'yi sürtüştüren güç bu.
Elbette bu güç her zaman ufak tefek sürtüşmelerle, diplomatik ayak oyunlarıyla, boykotlarla vs yetinmiyor, kendi mantıksızlığındaki çelişkiyi sonuna kadar vardırıp bölgesel ve küresel savaşlara kadar gidebiliyor.
Eğer ticaret savaşı da çeşitli şekillerde genişler, mal, hizmet ve sermayenin dolaşımı engellenirse, kapitalist dünya pazarının büyük bir yıkımla karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olacak.
Uluslararası tekelci sermaye ateşle oynuyor.
Fransa'da da, Türkiye'de de, İngiltere'de de, ABD'de de. Her yerde ateşle oynuyorlar. Çünkü sistemin her kriz sarmalından daha bitkin, nefes nefese, kalp atışlarının ritmi bozulmuş, gözleri kararmış halde çıkıyorlar. Dünya genelinde ezilen ulusları bir kalemde silip atacağı şeyleri içinden çıkılmaz problemlere çeviren ve ulusların tüm güçlerini yiyip bitiren, milyonları açlık ve sefalet altında tutmaya yarayan bir dış politikaya çeviren sermayenin, emperyalizmin ve Macron, Erdoğan vb türden kaşarlanmış politikacı piyonların defterini ya sömürge halklar dürecek, ya da sermayenin insafına terkedilmiş hayatlar bunun cezasını çekecek.
İşte bugün bir salgınla çekildiği gibi.
O salgın ki, yeniden bütün tekelci kapitalist devletlerin işe yaramazlığını sergileyen bir yükselişe geçti bile.
Tam bu arada Hristiyan-Müslüman zıtlaşmasının son derece şüpheli, sır perdesi taşıyan bir takım olaylarla provoke edilmesi, dünyanın dikkatinin kitle isyanlarına karşı buraya çevrilmesi şaşırtıcı değil.
İç ve dış politikayı belirleyen gerçeklik budur.