Bu sabah, uykuyla uyanıklık arasında kalan o sessiz aralıkta zihnime takılan bir soruyla karşılaştım: İlahi adalet gerçekten var mı, yoksa biz mi kendimizi kandırıyoruz? Belki günümüzün gündemine damga vuran olayların etkisiydi bu, belki de bir süredir biriken adaletsizlik duygusunun taşıp düşünceye dönüşmesiydi. Belki dün duyduğum bir haberin etkisiydi, belki de geceden kalma bir düşten artakalan duygular... Ama zihnime saplanan soru canlıydı: Yine bir zalim güldü, yine bir mazlum sustu.
Bu soru, yalnızca bugüne değil, tüm insanlık tarihine ilişkin bir sorgulamaydı. Sabah uyandığımda kafama takılan sorular kimileyin en derinden gelen, en içten olanlarıdır. Ülkemizde yaşanan talihsiz olayların ardından birçok kişinin zihninde aynı soru yankılandı. Bu soru, yalnızca bugünün bir arayış değil. İnsanlık tarihi boyunca filozoflardan sıradan insanlara dek herkesin zihnini kurcalamış, temel ve derin bir sorgulamadır.
Yeryüzünde sık sık tanık olduğumuz haksızlıklar, zulümler, adaletsizlikler ilahi bir adaletin varlığına inancı sorgulatıyor. Dün yaşanan olaylar, bir kez daha gösterdi ki adaletsizlik karşısında beklenilen ilahi müdahale gerçekleşmiyor. Masum insanlar acı çekmeye devam ediyor, haksızlık yapanlar cezasız kalıyor, çocuklar açlıktan ölürken zenginler bolluk içinde yaşıyor. Oysa bu inanç, binlerce yıldır hem bireylerin iç dünyasında hem de toplumsal düzende merkezi bir yer tutuyor.
Bu durum karşısında insanlık neden böyle bir kavramı geliştirmiş? Bu sorunun yanıtı, belki de insanın en temel gereksinimlerinden birine işaret ediyor: anlam arayışı ve çaresizlik karşısında umut. Bu yazıda ilahi adalet fikrini üç temel boyutuyla ele alacağım: felsefi kökenleri, psikolojik işlevi ve sosyopolitik etkileri. Amacım bu kavramın içini boşaltmak değil; onu daha bilinçli sorgulamak ve yerine ne koyabileceğimizi aramak.
İnsanlığın en köklü özlemlerinden biri adalettir. Ancak dünya, çoğu zaman bu özlemin boşa çıktığı, zalimlerin ödüllendirildiği, iyilerin ise ezildiği bir sahnedir. İşte bu derin çelişki karşısında insanlık, adaletin bu dünyada olmasa bile ilahi bir düzlemde mutlaka gerçekleşeceği inancına sarılmıştır. "Hak yerini bulur" vaadi, binlerce yıldır insanlığın en büyük tesellisi olmuştur.
Peki, bu teselli felsefi bir sorgulamaya ne kadar dayanabilir?
Adalet düşüncesi, insanoğlunun varoluşundan beri peşinden koştuğu bir idealdir. Ancak bu düşünce, sanıldığı gibi doğrudan kişisel bir Tanrı inancıyla başlamadı. İlk izlerini, evrenin içsel düzenine duyulan sezgisel inançta buluruz. Antik Mısır’da Ma’at, evrenin ahenkli işleyişini ve dengesini simgelerken, Yunan Stoacıları bunu Logos yani evrensel akılla ifade etti. Her iki düşüncede de adalet, doğayla uyum içinde olmak, içkin bir düzene saygı göstermekti. Adaletsizlik ise bu uyumu bozan bir sapmaydı.
Ancak bu soyut ilkelerin öncesine, daha eski bir zaman katmanına indiğimizde, karşımıza Sümerler çıkar. Tarihte bilinen ilk yazılı hukuk belgelerini bırakan Sümerler, adalet kavramını ilk kez kurumsal bir yapıya büründürmüşlerdi. Kral Urukagina’nın reformları ve daha sonra Ur-Nammu’nun yazılı kanunları, tanrısal düzenle dünyevi düzeni birleştirme çabasının erken örnekleridir. Sümerlerde kral, tanrıların yeryüzündeki vekili sayılırdı ve onun görevi “kimsesizin hakkını korumak”, “zengini dizginlemek”, “topluma denge getirmek”ti. Bu anlayış, ilahi adalet fikrinin ilk dünyevî uygulamalarından biri olarak kabul edilebilir.
İnsanoğlu, daha en başından düzen ve anlam arayışı içinde olmuştur. Kaotik ve belirsiz bir dünyada, olaylara neden-sonuç ilişkisi yükleme, iyi ile kötüyü ayırma ve yapılan her davranışa bir karşılık bekleme eğilimi taşırız. Özellikle doğal afetler, salgın hastalıklar ya da erken ölümler gibi açıklanması zor olaylar karşısında, insanlar görünmeyen bir düzenin işlediğine inanmak istemiştir.
Bu ihtiyaç, zamanla “görünmez güçler” fikrini doğurdu. Bu güçlerin yalnızca güçlü değil, aynı zamanda adil olduğu varsayıldı. Belki o anda değil, ama bir gün, bir yerde, her şeyin yerli yerine konacağına dair inanç filizlendi. İşte ilahi adalet düşüncesi, burada, insanın çaresizlik karşısında geliştirdiği derin ve karmaşık bir savunma düzeneği olarak doğdu.
Bu inanç, hem ruhu teselli etti hem de toplumsal düzeni biçimlendirdi. Adalet artık yalnızca insanların değil, tanrıların da yükümlülüğüydü. Sümer’den Mısır’a, oradan Antik Yunan’a uzanan bu uzun düşünsel yolculukta adalet, hem kozmik bir denge hem de toplumsal bir ideal olarak insanlık tarihine yön verdi.
Ve ne gariptir ki, bunca zamandır süren bu arayış, bugün hala ertelenmiş bir vaat gibi insanlığın önünde duruyor. Çünkü adalet, kimileyin gökyüzüne yazılmış bir dua, kimileyin de yeryüzünde eksik kalan bir söz olarak yaşamaya devam ediyor.
Tek tanrılı dinlerle birlikte bu anlayış, her şeye gücü yeten bir Tanrı'nın kişisel iradesine dönüştü. Dünyadaki adaletsizlikler ise, ilahi bir planın parçası ve en son karşılığın bir "hesap gününde" verileceği bir "sınav" olarak yorumlandı. İlk çağlarda, adalet kavramı daha çok misilleme üzerine kuruluydu: "Göze göz, dişe diş." Ancak insanlık geliştikçe, bu ilkel anlayış yerini daha karmaşık ve soyut sistemlere bıraktı.
Böylece adalet, bu dünyadan öteye ertelenen bir vaat haline geldi. Bu durum, felsefenin en temel sorularından birini doğurdu: Ertelenmiş adalet, gerçekten adalet midir? Kabileler, kent devletleri ve en sonunda uluslar, kendi adalet mekanizmalarını geliştirdi. Fakat insan yapımı bu sistemler, her zaman mükemmel olmaktan uzaktı. Yanlış kararlar, yolsuzluklar, güçlünün zayıfı ezmesi gibi durumlar, insanları daha yüce, yanılmaz bir adalet mekanizmasına inanmaya itti.
Doğaya ve tarihe bakıldığında bu inancı doğrulayacak bir tabloyla karşılaşmak zordur. Kaplan ceylanı yer. Ne hak vardır ne de haksızlık. Yalnızca güç ve sonuç... Doğada adalet diye bir kavram yoktur. Doğa yasaları işler, güçlü olan hayatta kalır, zayıf olan elenir. Deprem zenginle yoksulu, yaşlıyla genci ayırt etmez. Hastalık adalet gözetmez. Doğal seçilim, merhametsizdir. Aslan, ceylanı avlarken etik bir kaygı gütmez. Yani doğa, ne iyiye ödül verir ne de kötüye ceza keser.
Aynı şey insan dünyasında da geçerlidir: Nice hilekar zenginliğe boğulmuşken, nice dürüst insan yoksullukla boğuşur. Nice diktatörler huzur içinde ömrünü tamamlarken, nice masum adsız mezarlarda kaybolur. İnsanlar bu acımasız gerçeklikle karşı karşıya kaldıklarında, yaşama anlam verebilmek için ilahi adalet kavramını geliştirmişlerdir. Bu, bir anlamda ruhsal bir gereksinimidir - adaletin mutlaka bir şekilde gerçekleşeceğine inanmak, dayanılmaz acıları katlanılabilir kılar.
İlahi adalet düşüncesi, özünde evrende işleyen bir ahlaki düzen varsayımına dayanır. Bu varsayıma göre, her şeyin görüldüğü, hesaplandığı ve eninde sonunda hak edene hak ettiğinin verileceği bir sistem vardır. İnsan ise doğadan farklıdır. Empati yapar, adalet duygusu geliştirir, eşitliği sorgular. Belki de doğadaki bu kayıtsızlık karşısında kendi iç dünyasında bir denge kurmak amacıyla "ilahi adalet" fikrini doğurmuştur.
"Eğer Tanrı hem mutlak iyi hem de mutlak güç sahibi ise kötülük neden var?" sorusu, ilahi adalet inancının önündeki en büyük felsefi engeldir. Epikür'ün ünlü paradoksu bu açmazı özetler: Tanrı'nın ya gücü yetmiyordur ya da niyeti iyi değildir; eğer ikisi de varsa, bu kötülük nasıl var olabilir?
Bu soruna karşı teist düşünürler, kötülüğün insanın "özgür iradesiyle" seçildiğini (Augustinus) veya daha büyük bir iyiliğe hizmet ettiğini (Leibniz) savundu. Leibniz "Bu dünya, mümkün olan en iyi dünyadır" derken, görünüşteki adaletsizliklerin Tanrı'nın ilahi planının parçası olduğunu savunur. Ancak bu savunular, özellikle masumların çektiği acılar ve doğal afetler karşısında birçok düşünür için yetersiz kaldı.
Aydınlanma Çağı ile birlikte adaletin temeli göklerden yeryüzüne, insanın aklına ve vicdanına inmeye başladı. Kant, ahlakın bir ödül beklentisiyle değil, "ödev bilinciyle" yerine getirilmesi gerektiğini söyleyerek bu değişimi perçinledi.
Bu kopuşun en sert sesini Friedrich Nietzsche yükseltti. Ona göre ilahi adalet, güçsüzlerin yaşamın sert gerçeklerinden kaçmak için uydurduğu bir "köle ahlakı"ndan ve teselli arayışından ibaretti. Nietzsche’nin ünlü “Tanrı öldü!” sözü, adaletin artık gökten beklenmeyeceğini, onu kurma sorumluluğunun tümüyle insana ait olduğunu ilan ediyordu.
Bu çizgide Nietzsche’nin yanı başında Albert Camus gibi ateist ya da agnostik filozoflar yer aldı. Onlara göre "ilahi adalet" düşüncesi, insan zihninin yaşamın acımasız gerçeklerini kabullenememesiyle yarattığı bir masaldı.
Yirminci yüzyılda Camus gibi varoluşçular, bu sorumluluğa insan merkezli bir yanıt aradı. Camus’ye göre, evrenin anlamsızlığı ve Tanrı’nın sessizliği karşısında insana düşen görev, teslim olmak değil; başkaldırmaktır. Adalet artık göklerde beklenen bir lütuf değil, insanların birlikte dayanışarak ve mücadele ederek yeryüzünde oluşturmaya çalıştığı bir değerdi.
İnsan zihni, adaletsizlik karşısında kolay kolay susmaz. Haksızlığa uğrayan bir çocuğun bakışları, sebepsiz yere cezalandırılan bir insanın haykırışı ya da zalimlerin hiçbir bedel ödemeden güçlerini sürdürmesi... Bunlar yalnızca vicdanımızı değil, dünya algımızı da sarsar. İşte tam bu kırılma anlarında, görünmeyen bir el gibi devreye girer ilahi adalet inancı: Bu dünyada olmasa da bir yerlerde, bir gün, her şeyin yerli yerine konacağı düşüncesiyle insan nefes alır, ayakta kalır.
İlahi adalet, birçok insan için yalnızca bir inanç değil, bir tür psikolojik sığınaktır. Yaşamın sert yüzüyle baş edebilmek için ruhun dayandığı bir destek noktasıdır. Gerçek adaletsizlikle yüzleşmek zordur. Dahası kimi zaman insanın ruh sağlığını sarsacak denli ağırdır. İşte tam da bu noktada ilahi adalet fikri, bir tür psikolojik sığınak işlevi görür.
İlahi adalet kavramı, yalnızca basit bir inançtan ibaret değildir; bireysel ve toplumsal düzeyde çok önemli işlevler görür. En temel işlevi, acı ve haksızlık karşısında insana bir umut ve teselli sunmasıdır. Sevilen birini kaybetmek, bir felaketle karşılaşmak, haksızlığa uğramak gibi durumlarda, "Adalet er ya da geç yerini bulur," "İlahi bir hesaplaşma vardır" inancı, dayanma gücü verir.
Haksızlıkların bir gün telafi edileceğine olan güven, yaşama tutunmayı kolaylaştırır. Özellikle adaletin ya geç geldiği ya da hiç uğramadığı coğrafyalarda, bu inanç güçsüzlerin ve ezilenlerin içsel dengesini koruyan görünmez bir kalkana dönüşür. Bu, özellikle travmatik olaylar karşısında bireyin psikolojik sağlığını korumasına yardımcı olan bir başa çıkma mekanizmasıdır.
Psikoloji literatüründe “bilişsel uyumsuzluk” olarak bilinen bir kavram vardır: İnsan zihni, yaşanılan gerçek ile beklentiler arasında çelişki olduğunda rahatsızlık duyar. Bu çelişki çözülmeden kalırsa, ruhsal gerilim ve içsel huzursuzluk doğabilir. İşte ilahi adalet inancı, tam da bu çatışmaya bir yanıt sunar. Açıklanması zor kötülükleri daha büyük, anlamlı bir plana yerleştirerek bireyin içsel dengesini yeniden kurmasına yardımcı olur.
Hayatta kontrol edemediğimiz olaylar karşısında duyulan çaresizlik, bu inançla hafifler. “Bütün kötülükler bir gün cezalandırılacak, iyilikler karşılığını bulacak” düşüncesi, insanın belirsizlik ve haksızlık karşısında sığındığı bir umut limanına dönüşür. Kısacası, ilahi adalet inancı, akıl için kesin bir açıklama sunmasa da, kalp için güçlü bir teselli sağlar.
Ancak bu tesellinin bir yan etkisi da vardır: Edilgenlik. Eğer bir gün bir yerde herkesin hesabının sorulacağına inanıyorsak, bugün yaşanan adaletsizliğe karşı sesimizi yükseltme isteğimiz azalabilir. "Bir bilen var nasılsa" diyerek, harekete geçmek yerine beklemeyi tercih ederiz. Bu düşünce, yalnızca inanç düzeyinde kaldığında bir tesellidir. Ancak yaşamın merkezine yerleştiğinde, pasifliğin zeminini de hazırlar.
"Nasıl olsa bir gün hesabı sorulacak" düşüncesi, birçok insanı hak aramaktan, mücadele etmekten uzaklaştırır. Kimi zaman bu bekleyiş, kişisel sorumluluktan kaçışa; eylemsizliğe dönüşebilir. Burada ince bir denge devreye girer. İlahi adalet inancı, bireyin yaşama gücünü artıran bir umut kaynağı mı, yoksa onu edilgenleştiren bir zincir mi olur?
Öte yandan bu inanç, yalnızca bir sığınma değil, aynı zamanda affetmenin de kapısını aralayabilir. "Sonunda herkes hak ettiğini alacak" düşüncesi, bireyin kin ve intikam duygularını yumuşatır. İçsel huzura ulaşmak, kimi zaman cezalandırmaktan değil, bırakmaktan geçer. İlahi adalet fikri, bu bırakışın psikolojik altlığını sunabilir.
Psikolojik olarak belirleyici olan da tam budur. İnanç, kişiyi güçlendirip adaletsizliğe karşı cesaret mi verir; yoksa "nasılsa sonunda herkes hak ettiğini bulacak" diyerek mücadele etme iradesini mi köreltir?
İlahi adalet düşüncesi, yalnızca bireyin içsel dünyasında yankı bulan bir inanç değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı biçimlendiren güçlü bir ideolojik aygıttır. İnsanlık tarihi boyunca, bu kavram hem umut verici bir sığınak hem de itaatin dili olmuştur. Ne zaman bir toplumda adalet eksikse, ne zaman haksızlıklar sistematikleşmişse, ilahi adalet söylemi devreye girmiştir: "Sabret, sınanıyorsun", "Allah büyüktür", "Bu dünya fanidir, asıl hesap öbür dünyada görülür."
Bu tür cümleler, ilk bakışta ruhu yatıştırıcı gibi görünse de, derinlerde bir toplumsal mühendisliğin izlerini taşır. İlahi adaletin en tehlikeli ve en görünmez yüzü, tam da burada ortaya çıkar. Çünkü bu inancı, tarih boyunca egemen sınıflar var olan düzeni meşrulaştırmak için ustalıkla kullanmıştır.
Tarih boyunca egemen güçler, ilahi adalet kavramının bu ruhsal etkisini fark etmişler ve onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Cennet ve cehennem kavramları gibi, ilahi adalet de toplumsal denetimin güçlü bir aracı haline gelmiştir. Bu kavramın kullanılış şekli oldukça sinsidir: İnsanlara, eğer sabırlı olurlarsa, çaba göstermeden beklerlerse, adaletin mutlaka gerçekleşeceği söylenir.
"Tanrı'nın takdiri" ya da "kutsal düzen" anlayışı, çoğu zaman iktidarın sorgulanmasını önleyen bir kalkan görevi görmüştür. Halkın yaşadığı acılar, adaletsizlikler ya da eşitsizlikler, ilahi planın bir parçası olarak sunulmuş; böylece toplumsal değişim talebi bastırılmıştır.
Tarihte ilahi adalet düşüncesi, yalnızca bireyin iç huzurunu korumakla kalmamış, aynı zamanda egemen sınıflar tarafından bir yönetim aracı olarak da kullanılmıştır.
Yoksula "bu dünyada çektiğin çilenin karşılığını cennette alacaksın" denmiş; mazluma "sabret, sınanıyorsun" öğütleri verilmiştir.
Hükümdarlar, iktidarlar ve dinsel otoriteler; bu kavramı var olan düzenin korunması, isyanların bastırılması ve toplumsal kontrolün sağlanması amacıyla kullanagelmişlerdir. "Yazgı," "ilahi takdir," "her şeyin bir nedeni var" gibi söylemler, insanları pasifleştirebilir. "Sabreden derviş muradına erer" ya da "Allah büyüktür, adaletini er geç sağlar" gibi söylemler, insanların mücadele etme iradesini törpüleyerek onları pasif bekleyişe yönlendirebilir.
Ortaçağ Avrupa'sında, feodal düzen ile dinsel otoritenin birleşmesi, ilahi adalet kavramının düzenli bir şekilde kullanımını doğurmuştur. "Tanrı kral yapmış, köle yapmış" anlayışı, mevcut toplumsal düzenin sorgulanmasını engellemiştir. Tarih boyunca kölelik düzeninin sürdürülmesinde, ilahi adalet kavramının rolü tartışılmazdır. Köleleştirilen insanlara "Sabret, ahirette özgür olacaksın" mesajı verilmiş, bu ileti kölelik karşıtı isyanları engellemiştir.
Modern dönemde ise bu kavram daha ince biçimler almış, "karma" kavramının yaygınlaşması, yeni çağ hareketlerinin "evrensel adalet" anlayışı, çağdaş biçimlerini oluşturmuştur. Benzer şekilde, Hindistan'daki kast düzeninde "karma" kavramı, alt kastlardan insanların mevcut durumlarını sorgulamalarını engellemiştir.
Özellikle cennet-cehennem fikri, yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda politik bir denge unsuru olarak işlev görmüş; bu dünyada adaletsizliğe boyun eğen birey, öte dünyada adalet bulacağına inandırılmıştır. Bu yapı, ilahi adaletin yalnızca umut değil, aynı zamanda korku kaynağına dönüşmesine de yol açmıştır: "Eğer başkaldırırsan, Tanrı'nın gazabına uğrarsın."
Bu anlayış, bireyi hak aramak yerine dua etmeye yönlendirir; mücadele ruhunu köreltir, edilgenliği yüceltir. Marksçı ve feminist eleştirel yaklaşımlar, ilahi adaletin bu yönünü açıkça ortaya koyar: Bu tür bir inanç, toplumsal eşitsizlikleri perdeleyen, haksızlıkları doğalmış gibi gösteren ideolojik bir "sünger"dir.
İlahi adalet düşüncesi, kimi zaman da toplumsal eşitsizliklerin meşrulaştırılması işlevi görmüştür. Yoksulluğun "yazgı" ya da "sınav" olarak sunulması, zenginliğin "ilahi lütuf" sayılması, insanları içinde bulundukları durumu sorgulamaktan alıkoyabilir. Bu tür yaklaşımlar, mevcut sınıfsal yapının sürmesini sağlar; çünkü insanlar haklarını aramak yerine, yazgılarına razı olmaya yönlendirilir.
Ancak modern toplumlarda tablo giderek değişiyor. Laikleşme ya da sekülerleşme süreciyle birlikte ilahi adalet düşüncesi, toplumsal düzlemde eski etkisini yitirmeye başladı. Bugün adalet talebi, giderek daha fazla insan yapımı hukuk ve etik ilkeler üzerinden dile getiriliyor. Yine de bireylerin kişisel inanç dünyasında ilahi adalet hala derin bir yer tutuyor; kimileyin bir sığınak, kimileyin bir beklenti, kimileyin de sessizliğin ideolojisi olarak varlığını sürdürüyor.
"Hiçbir şey çaba harcanmadan elde edilemez" gerçeği, tüm bu inanç sistemlerinin karşısında güçlü bir şekilde duruyor. İlahi adalet beklentisi, insanları eylemsizliğe sürükler. Bu beklenti, "Ben elimden geleni yapmasam da, adalet mutlaka gerçekleşecek" düşüncesini yaratır. Oysa gerçek dünyada hiçbir şey çaba gösterilmeden, emek verilmeden elde edilemez.
Gerçek yaşam, ne yazık ki, iyilerin her zaman kazandığı, kötülüğün anında cezalandırıldığı bir yer değildir. Aksine, kurnazlıkla, yalanla, hileyle başarıya ulaşan pek çok örnek vardır. Bu edilginlik, özellikle toplumsal değişim konusunda büyük bir engeldir. İnsanlar haksızlık karşısında tepki göstermek yerine, "nasıl olsa adalet gerçekleşecek" düşüncesiyle beklemeyi tercih ederler.
Kimileri, diğerleri ilahi adaleti beklerken kendilerinin harekete geçerek sonuca ulaşabileceğini fark etmiştir. Kurnazlık, bu noktada devreye girer. Yalan, hile, yönlendirme gibi yollarla daha kısa yoldan hedefe ulaşmak mümkündür ve bu da adaletsizliğin sürmesinin temel nedenlerinden biridir.
Bugünün dünyasında ise bu durum yeni bir boyut kazanmıştır. Teknoloji çağında bilgi, en değerli güç haline gelirken, bilgiye erişimdeki eşitsizlik yani “bilgi asimetrisi” yeni tür adaletsizlikler doğurmuştur. Veri madenciliği, algoritmaların yönlendirici biçimde kullanılması, sayısal uçurum gibi olgular bu asimetrilerin güncel örnekleridir.
Bu dengesizlikler, var olan adaletsiz düzenlerin devamını sağlar. Örneğin, sosyal medya algoritmalarını anlayan ve yönlendirebilen şirketler, bu bilgiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir. Böylece güç, yalnızca teknolojiye değil, onun arkasındaki görünmeyen ama bilgisi olanlara geçer.
Bu tablo, adaletin artık gökten beklenen bir lütuf değil, insan eliyle oluşturulması gereken bir sorumluluk olduğunu gösterir. Gerçek adalet, beklemekle değil; farkındalık, bilgi ve ortak çabayla yeryüzünde kurulabilir.
Toplumsal değişim, hak mücadelesi, adil hukuk sistemlerinin oluşturulması, sömürünün ve zulmün karşısında durmak, bireysel ve kolektif çabanın ürünüdür. Sokrates'ten Gandhi'ye, Martin Luther King'den Nelson Mandela'ya kadar pek çok figür, adaletin pasif bir bekleyişle değil, aktif bir mücadeleyle elde edildiğini göstermiştir. Tarih boyunca yaşanan tüm olumlu değişimler, insanların edilgin bekleyişi sonucunda değil, etkin mücadeleleri sonucunda gerçekleşmiştir.
Öyleyse başa dönelim: Ya ilahi bir töre yoksa? Ya hiçbir zaman zalimler cezasını çekmeyecek, iyiler ödüllendirilmeyecekse?
Bu olasılık, ilk anda insanın içini ürpertse de, aslında bir umutsuzluk değil, bir özgürlük bildirgesidir. Eğer gökten inecek bir töre yoksa, onu yeryüzünde biz kurmak zorundayız. O zaman savaşım vermek, direnmek, örgütlenmek ve daha adil bir dünya için çabalamak kaçınılmaz bir sorumluluğa dönüşür. Sokrates'ten Gandhi'ye, Martin Luther King'den Nelson Mandela'ya dek nice öncü, adaletin edilgen bir bekleyişle değil, etkin bir savaşım ile kazanıldığını göstermiştir.
İlahi adalet beklentisinden kurtulmak, umudun ölümü değil, gerçek umudun doğuşudur. Bu, eylemle beslenen, dünyanın gerçekten değişebileceğine duyulan "eleştirel bir umuttur". Gerçek adalet, bize bağışlanan bir ödül değil; emekle, bilinçle, dayanışmayla birlikte kurduğumuz bir değerdir.
Bu sabah zihnime takılan o soru, belki de en yalın gerçeği gözler önüne seriyor: Değişim bizim elimizde. Adalet, bizim sorumluluğumuzda. Kendimizi ayağa kaldırmak zorundayız, çünkü bizi kaldıracak başka kimse yok. Belki de aradığımız o ilahi olan, göklerden inecek bir yargı değil, insanın kendi vicdanında yeşerttiği ve ortak çabasıyla yeryüzünde kurduğu adalet duygusunun ta kendisidir.
Esenlikler diliyorum.