Son çeyrek yüzyıldır sade bir vatandaş olarak gün ayınca ayakta uyurum gün kararınca gezer uyurum. Uyur uyur gezerim. Gezer gezer uyurum. Geceleri uyurgezerim. Gündüzleri gezeruyurum. Ben bir gezeruyurgezerim. Sade bir vatandaş olaraktan uyurgezeruyurum.
Son çeyreğin son çeyreğinde bir gün hatta bir Perşembe günü her Perşembe olduğu gibi İstanbul Moderne gitmişim. Müzeleri bedava severim. Çoğu kez müze kapısından dönmüşlüğüm var. Çitlerin üstünden atlayıp bahçede gezmişliğim, çaktırmadan içeri girmişliğim var. Kapıdan giremesem restoran kapısından sigara içmiş de girmiş rolü yapmışlığım var. Salacaktan karşıya yüzüp müze bahçesinde kurumuşluğum var. Açık hava konserlerinde aynı yöntem ile Miles Davis ile fotoğraf çektirmişliğim var. Çit atlama Dünya rekorum, set üstüne zıplama Türkiye rekoru kırmışlığım var.
O perşembe günü de kütüphane, sinema salonu, lavabolar derken gündüz uykusu çöküvermiş de uyumuşum. Tabii ki İstanbul’un Moderni Müzesinde. Uyandığımda müzedeki hayaletler çoktan ayaklanmıştı.
Üst kattan alt kata doğru gelen ışığa yönelen pervaneler gibi yönelmişim. Yanmakta olan evin odun kaplamalarından sıçrayan kıvılcımlar üstüme doğru gelende aymışım. ‘Dur hele bu da nedir!’ demeye yukarı kata tabanlarım yana yana çıkıvermişim. Ortalık cennetin cehennemi gibi olmuş.
Ramazan Bayrakoğlu, Yangın, 2010
Üst katta baktım ki Ramazan Bayrakoğlu’nun resimsel imgeyi var eden toplumsal ve kültürel kodları tekrar düşündürmeyi amaçlayan 2010 tarihli ‘Yangın’ adlı resmi gerçekten yanıyor. Yangının tablodan holografik bir itinayla sıçradığını gördüğümde toplumsal ve kültürel kodları düşünmek açıkçası hiç aklıma gelmedi, çoğul imge dünyası karşısındaki konumunu ise hiç dikkate almadım. Tek düşüncem ‘Bu yangın söner ben de hayatta kalırım bu yangın yanar nadide sanat eserlerinin yanında müze koleksiyonunda yerimi alırım!’ oldu. Gerçi İstanbul’un Moderninde olmayı hangi sanatçı istemez. ‘Böyle olması gerekmez!’ deyip doğru en yakındaki Han Kahvesine koştum.
Koştum ki Han Kahvesinde âşık türkü çığırır bir han yolcusu türkü dinler gerisi odun sobasında yanan odunları seyreder gibi karşı duvardan müzeye sıçrayan alevleri seyre durur. ‘Abovvvvv ne yapasınız uşaklar memleket yanıyor siz türkü çığırırsınız. De hele bir yardım edin de söndürek!’ dedim. ‘Suyu bulanda önce aşığın alevlerini söndür emi. Yanık yanık çığırtır onu dinleriz biyo!’ dediler büyülenmiş gibi. Bedri Rahmi’nin yarım yüzyıllık emekleri sayesinde handaki yolcuların yüz ifadelerinden yangına aldırış etmeyeceklerini anladığımdan ‘Siz hele durun ben su bulup gelem!’ dedim. Handan koşar gibi çıkarken etrafta ne Matisse Amca’yı ne de Dufy denilen zat-ı şahaneyi görmedim. Çok ta umurum olmadığından çözüme odaklandım. Koridora girer girmez Mehmet Güleryüz’ün su serisinden işleri geldi gözümün önüne. ‘Buldum. Buldum. Suyu buldum.’ diye koşup handakileri ayaklandırdım. Folklorik öğeler ile modernist darbeler bir arada yangına müdahaleye başladığımızda yangın çoktan manzara resimlerine sıçramıştı. Bol deniz suyumuz olmasına rağmen tepelerden volkanik lavlar gibi akan alevlere gücümüz yetmiyordu. Toplumsal bir sürece ait olan Güleryüz’ün, sanatı, gündelik algılardan, bilinen ve yerleşik duygulardan hareket ediyor olsa bile ben bunu fark edecek durumda değildim. Yine de suyun hafızasına güvendiğimden resimlerin kendi zamanının güncel tarihine değil insanlık tarihine referans verdiğini düşünecek birkaç saniyem de olmuştu.
Yangının giderek kontrolden çıktığını fark edince destek ihtiyacı olduğunu kavramam çok uzun sürmedi. Kürenin kenarında mı yoksa yörüngesinde mi olduğuna aldırış etmediğim bu ülkedeki sanatın nadir ve nadide merkezinde sanat damarıma bilim aşısı enjekte edilmişte aymışım gibi çözüm bir kez daha gözümün önüne geliverdi.
Koşarak çıktım ve Barış Sarıbaş’ın atölyesine alev hızıyla vardım. Hava desteği talebime Barış Sarıbaş’ın havaalanı resimlerinden kalkan envayi çeşit uçak olumlu cevap verdi ve peyzajlardaki yangına müdahale başladı. Bu arada portrelerin tahliyesi başlamış, Cihat Burak’ın kalabalıkları bir araya toplanmış Kız Kulesi Salacak taraflarına denizden tahliye ediliyordu. Üzüldüğüm tek nokta büyük şairin yerde yatan cansız bedeninin sahipsiz kalmış olmasıydı. Onu da yangının ermediği ceviz ağaçlarından birinin altına denizi gören bir noktaya bıraktıktan sonra günün ağarmak üzere olduğunu fark ettim.
Endişe fırtınasına yakalandım ve adrenalin midemdeki sinir hücrelerime hücum etti. ‘Benden bilir bunlar!’ dedim. Memleketin en değerli tabloları, en değerli peyzajları yanmış küle dönmüştü. Nasıl oldu da kaçmadım anlam veremedim. ‘Bir yangını görünce ona anında müdahale etmek gerekir!’ diye düşünmüştüm. Keşke Han Yolcuları ile beraber türkü dinleseydim de bu felakete şahit olmasaydım diye düşündüm. Bedri Rahmi Koyu’ndaki balık gibi bir hafızam olmadığından ‘Bu sahneler benimle sonsuza dek yaşar!’ diye düşünmüşüm ki yeniden gün ağaranda aydım.
İmdadıma Barış Sarıbaş’ın balonları yetişti. Müze sular içinde yangın kontrol altına alınmış. Han yolcularına soğutma yapmaya devam etmelerini tembihleyerek balon filosu içinden en kıvrağına kendimi atıverdim. Devrim Hoca’nın tablolarından birine sıçrayıvermişim Balonla yukardan bir İstanbul turu atıyordum ki taksi şoförünün:
‘Hemşerim geldik. Uyan artık. Burası senin sokak.’ demesiyle uyanmışım. Baktım ki gün çoktan ağarmış. Çantamı almak için uzandığımda üstündeki küller uçuşuverdi. Cüzdandaki paraların da kül olduğunu anlayacak kadar uyanıkmışım demek ki taksinin açık kapısından zıplayıp koşarak sıvışıverdim.
‘Noluya lan. Bunun bedelini kim ödeyecek. Dur Napıyon Lan. Gel buraya gel. Parasını veeeerrr !!!!!!!!!’