Bizim kuşağımızda aileler çocuklarının sanatsal yeteneğine önem verirler, mutlaka bir kursa gönderilerdi.
Bende bir dönem resim ve kil kursları almıştım, fakat bana göre olmadığını babam erken görmüş bana pembe bir gitar hediye etmişti.
Mandolin hocam çok zevkli bir kadındı, idolümdü, öyle güzel kıyafetleri vardı ve bedenine tam oturur, sesi beni benden alır ruh dinginliği veren bir ses tonuyla konuşmak, ahh bana müziği sevdirmeyi başarmıştı.
Ki, zaten çok kereler salonun ortasında Zeki Müren gibi taklit eder gibi şarkı söylediğim olmuştur.
Kolejde de arkadaşlar arasında müzik gruplarımız olmuştu ve ben severek katılırdım şarkı, türkü çalışmalarımıza. Bu nedenle müzik kulağım oldukça iyidir, müzik zevkime de güvenirim işin doğrusu.
Karataş Asansör'de keman kursu veren bir Yahudi teyzeciğim vardı. Oldukça ileri yaşlarda beli neredeyse iki büklümdü. Beethoven aşığı, sağlık sorunlarına duyarsız kalmış, ölümü sanki unutmuş gibi kemanı kucağında adeta aşk ile dans eder gibi kendinden geçer unuturdu bizleri. Seza Günay Ruckematyan gibi bir duayenden, o pamucak ellerinin yüzümdeki sıcacık etkisiyle kuzimm sen çok harika bir kulak var, canimm bırakma müziki, sözleri sonrası mütevazı olmama gerek yoktur, diye düşünmüştüm.
Gerçi bir kez bana uzun uğraşlar ve sabırla iki solfej piyano çalmayı öğretmeye kalkmıştı, piyanosunun İstanbul'dan İzmir'e geliş acıklı hikayesini anlattıktan sonra. Parmaklarım neredeyse birbirine dolaşmış kulağım, gözüm ve parmaklarım sanki başka bir bedenin organları her biri ayrı bir dünyadaymış gibi bir acayip hisse kapılmıştım, ince, zayıf dizlerimi durduramıyordum, tir tir...
Sabrının ve nezaketinin bittiği an sağ gözü seğirmeye başladığında bırakmıştım çalmayı.
Aradan yıllar geçti...
Amerika'ya dönünce kısa bir süre terapi gördüğünü öğrenmiştim. Telefonla arayıp hatırını sormuştum. Bana babamın aldığı pembe gitarın akıbetini sormuştu. Bende onu yanımdan hiç ayırmadığımı, hatta yalnız kalınca onunla dertleştiğimi söyleyince, mutluluğu ses tonuna yansıdı, hissetmiştim o güzel kalbinin sıcaklığını.
Gençken rock ve melankonlik, ilk gençlik aşk dönemim olan üniversite yıllarım sırasında New Age'e takılmışlıklarım vardır.
Olgunluk dönemlerimin notalarını Barok müzik, klasikler karşıladı. Tüm o devri besteci ayırt etmeden dinledim sayılır. Fakat Vivaldi'nin yeri ayrıdır. Dorilla in Tempe Dell’aura al sussurrar'ı dinlediğimde müzik bakış açım tamamen değişti, benliğim ruhum beynimi, beynim bütün bedenimi sorgulamaya başlamıştı.
Romantik dönemle beraber, mesela epik faşistlerden Wagner'i de severim çaktırmadan.
Motetler, Aryalar, Opera ve Liedler hatta dinlemesi ayrı bir çaba gerektiren madrigaller bile kurtulamamışlardır elimden. Beynim bedenime, kulağım beynimin istediğim müziği arayıp bulma istencime hükmettikçe arayışım sınır kapısını zorluyordu.
Bu tür konserler nerede olursa, beni orada görmeniz kuvvetle muhtemeldir. Taa Moskova'ya, Paris'e, Venedik'e konserler için gitmişliğim vardır, sınırlı bütçemi aşarak vede aileme gelecekteki haftalık harçlıklarım için borçlanarak. Bu nedenle beş parasız haftalarca kaldığımı tarih yazmıştır ve terör örgütüne üye militan gibi terör estermişliğimi tüm komşularımız kulakları sağır olurcasına hararetle yaşamıştır. Cadaloz Şevkiye'nin polis çağırmasını hiç unutmam mesela.
Özellikle Alman liedlerinin sözlerini araştırmıştım bir ara, Münih'ten Berlin'e geçmek için kıyafet valizimi 100 Mark'a satmıştım.
Alman liedlerinin sözlerini öğrenince, bu kadar patates ve lahana süsünü kimsenin içi kaldırmaz, diye düşündüm ve çok utandım Alman memleketinde iki hafta aynı kıyafetleri gece yıkayıp, sabaha kurutup giymek zorunda kaldığım için.
Ay parlıyordu ve sen sevgilim bir rüya gibi süzülerek gölün üzerinde bla bla bla, ana okulunda kaleme alınmış gibiydi sanki sözler.
Elbette eskiden de aşina olduğum, Türkü ve Türk sanat müziğine de döndüm merak duydum bir aralar. Babamın plak setini ayrı, annemin plak setini ayrı incelemiştim. Bu bağlamda Neşet Ertaş'ın ve Ruhi Su'nun, Cem Karaca'nın yeri ayrıdır bende. Tabiki etnik Anadolu halk türküsü bakımından Aşık Veysel'in yerine hiç bir kimseyi koyamadım, dinlerken yudumladığım sıvıların da etkisi vardır bu ruh halimde belki de.
Mesela Müzeyyen ve Zeki'yi yeniden keşfe verdim kendimi şimdilerde.
Uzak ufuklardan bana el sallayan İzmir'in izmarit kokulu körfez yıldızlarının şavkında, tütsülüyorum kafacağızımı bazan İtalyan, bazan Fransız, bazan Rus şarabı eşliğinde.
Türkülerimizi dinlemeye başladığım erken dönemlerde hipnotize edici söz ve duygu okyanusunda boğulmayı göze almış olmalıyım.
Başka hiç bir ülkenin ozan, aşıklarının böylesine boğulup, çırpındığını, duman dumana yandığını ve acısını, mutluluğunu sözlere döktüğünü sanmıyorum.
Kadim İran Fars kültürü bunu belki bir yere kadar karşılayabilir.
Yine de, bizden üstelik bizim olan Kürt, Ermeni, Rum, Arap ezgileri dinleyenlere baş tacıdır. Fakat işte insan anadili gibi düşünür hisseder.
Niye böylesine düşmanlık tohumları ekmek için uğraşırlar ki, bir edin hepiciğini. Sonuçta aynı güneşin çocukları değil miyiz? Anadolu müziği Anadolu kültürü bir bütün, bölünmüşlük, ayrışıklık yok.
Anadolu'nun çilekeş ruhlarının, haykırdığında dağları nar eden abdalları, aşıkları, ozanları.
Pir Sultan’dan, Dadaloğlu’ya Karacaoğlan'dan Aşık Veysel’e.
Bilmem ağlasam mı ağlamasam mı, dura dura bir sel oldum erenler, bilmem çağlasam mı çağlamasam mı, diyenlere kulak vermek gerekir.
İkinci kadehten sonra bulutlanan gözlere, üçüncüde sağnak yağdırtan, yiğidin gönlünü sel bastıran ozanlara selam edin, gitsin işte. Müzik ruhun gıdasıdır, cancağızım. İnsan düşündüğü gibi yaşayan tek canlı.
Şu dağlarda kar olsaydım, simsiyah duman olsaydım,
yine sever miydin beni, sahipsiz mezar olsaydım, diye aşka yakaranlara, aşkı kutsayan bakış açısına kulak vermek lazım.
Cahildim dünyanın rengine kandım, hayale aldandım boşuna yandım, seni ilelebet benimsin sandım, diye bozkırda aşka meydan okuyan, aşk çığıranlara, öz eleştirinin kitabını bir dörtlüğe sığdıranlara kulak vermek lazım.
Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa, diyen bu toprağın filozoflarına hürmet edin, saygı duyun. Ne çok derin tarihsel olguları taşır, bir tek cümle.
Yüce dağ başından aşırdın beni, tükenmez dertlere düşürdün beni, madem göynün yoğudu, niye doğru yoldan şaşırdın beni, dediğinde yürekten tam isabet yaralayan, öldürmeyip süründüren, yedi kat yerin dibine sokan meydan okuyuş mertligin manifestosudur.
Dağlar gışımış, yolcum üşümüş nasıl edem ben, dağlar haramı açma yaramı, perişanım ben, diye hüzne yaslandığında dinleyeni bitiren ozanlara lütfen kulak verin.
Kerem gibi canın nara yakmayan, Mecnun gibi çilesini çekmeyen, yar aşkına gözyaşları dökmeyen, ağlamayan sel kıymeti bilemez...
Bozkırın tezenesi Neşet baba söylüyor New York'un soğuk sokaklarında gökdelenlerin rüzgâr hışırtısıyla gelen kulaklarımda çınlayan ses.
Kuzeyden gelen dondurucu, yağmur yüklü bulutlar çöküyor gün batımı şakaklarıma.
Günahlarımın gölgesi ardımdan önüme düşüyor yükselen kaldırım kenarı gülbenklere.
Yağmur zamanıdır şimdi, bilirim yağmur sokaklara dökülmüş ne çok günahları temizler, alıp götürüyor, soru sormadan, yargı dağıtmadan.
Bilirim yağmur sokakları temizlerken, bir başka yerde baharı yeşerten toprağın da suyudur, umuttur, neşedir.
Şimdi yağmur zamanıdır.