Okuma süreçlerimde öğrendiğim şu oldu, sizlerle de paylaşayım:
Okuduğum her yeni kitap, ya ilk tümcesi ya da ilk dizesiyle, veyahut ilk paragrafı ya da ilk bölümüyle kışkırtıp kendisini yazmaya çağırdı beni. Sayfalarında, çok iz bıraktığım notlarım olmuştur okuduğum her kitapta. Geçen ay, (5 Mayıs) İzan Kitaplar’dan ikinci baskısı yapılan Düşler Yanarken kitabımın etkinliğindeydim. Nar Düşleri’ni o gün yazarı Filiz Yavuz’dan imzalı olarak aldım. Ankara İstanbul yolculuğumda okumaya başladım. Ama söyleyeceklerim var evvelinde, ona geleceğim.
Hint kültüründen/mitolojisinden bir anımsatma:
Yazı sanatında ve diğer işlerde en önemli şey başlamaktır. Ganeşa, herhangi bir başlangıcın yaşamın en önemli anı olduğunu öğretir ve bir mektup ya da bir kitabın ilk sözcüklerinin, bir ev ya da bir tapınak inşaatında dizilen ilk tuğlalar kadar önemli olduğunu. [1]
İlk yazılanlar, Sümerlerde olduğu gibi tanrıların hikâyelerini anlatır. “Mısır yazısı bize Tanrı Osiris’le kız kardeşi İsis’in hikâyesini anlattı…” [2]
İnsanın üretici gücünü ortaya çıkaran kadın. Yabanıl tohumları ehlileştirip tarımı başlatan, hayvanları evcilleştirip etinden, sütünden, derisinden, kemiklerinden, gücünden yararlanmayı da ilk akıl eden kadın. Bir tohumu alıp içinde filizlendiren ve dünyaya, kendisinin ve eşinin tamamlanmış ve tanımlanmış halini doğurup dünyaya armağan eden de, mağara duvarına ilk resmi yapan da kadın.
İlginç bu bilgiye okudum kitapların birinde rastlamıştım. İnsanlık tarihinde savaşı çıkaran erkeklere ve savaşa karşı grevi ilk başlatanların, Peloponez Savaşı sırasında Atinalı, Spartalı, Korintli ve Beotialı kadınlar olmuş…
Gelinen noktayı mı soruyorsunuz?
Üretim araçlarının el değiştirmesiyle, anaerkil toplumdan ataerkil topluma, güç de dişil elden eril eline geçti. Şimdi dünya, Papa olmak isterim. Bu benim bir numaralı tercihim olurdu, diyen bir deliyle baş başa… Geçelim…
Kitaba gelince:
Bir şiir, kitap, deneme, resim, bir müzik ya da tiyatro eseri, belgesel bir film, yontucusunun elinden çıkmış bir heykel hiçbir zaman bitmiştir diyemeyiz. Nerede başlarsa başlasın, yazarının, müzisyeninin, heykeltraşının, belgesel film yönetmeninin yaşam yolculuğu son soluğunu verdiği o ana değin sürse de, onu asıl sonsuzluk taşıyan yaratıcılığının eserleri yapıtlardır. Nerede biteceğini de kestirmek zor. Belgesel sinema yönetmeni dostumun dediğince “Belli, aslolan Menzil değil, ‘yolculuktur.”
Ne dersiniz!?
Ben Nar Düşleri’nin yolculuğuna 6 Mayıs’ta başladım. Okuma süreçlerimde öğrendiğim ve bu öğrenmişliğimde bana bir ders niteliği şu sözünü anımsarım, her yeni kitaba başlarken Vedat Günyol’dan duyduğum:
“İyi bir kitap seni başka kitaplara götürendir…”
Bu dediklerimin sizler açısından bağlayıcılığı ne olur bilemem. Bildiğim bir şey varsa, şu anda okuduğunuz bu satırları yazdıranın Nar Düşleri olduğudur. Altını hemen hiç çizmediğim sayfa yok gibi. Filiz Yavuz’un bu ilk kitabının bendeki yansıması bu yazdıklarım oldu. Sonunun ne zaman biteceğini bilmediğim bir yolculuk bu. Altını çizerek okuyup geçtiklerimin bendeki anlam çağrışımları hep bir yarım kalmışlıklar, yarı yoldan dönmeler, yarım dönen sigaranın ateşinde için için yanmalar… Çünkü kalemle kâğıdın sevdası başka türlü anlatılmaz. Çünkü kalemle kâğıdın sevdasına düşenler hep yarım yaşanmışlıkların, kendini arayıp bulmanın, tanımlama ve tamlanma çabasının yolculuğudur. Belki de hiçbir zaman doldurulamayacağımızı bildiğimiz bu yanımızla, yapıp ettiklerimiz, yazıp çizdiklerimiz hep bir tamamlanmamışlıktır bizim için. Şöyle sorayım:
Peki bir yarımın tamamlanamamışlığı onun için bir eksiklik midir?
Bu eksiklik, onun yazı hayatı sürecinde kendini tamamlama yolculuğu mudur peki?
Sorularımın yanıtlarını sizlere bırakıyorum. Ben çıktığım yolculuğumda karşılaştıklarıma devam edeyim.
Aslında içinden şiir geçen bu yazılar, hemen hepimizin duyumsayıp yaşadığı anılar, anlatılar, denemelerdir, denemedir kendi kendimizi. Kendim için diyeyim:
Cemal Süreya şiirini okuyanlar, hele şiirle de gönül ve düşün bağı kuramamışlarsa, “bu şiiri bende yazarım ne var ki bunda” büyüklenmelerinin esiri olmak gibi bir kolaycılığa düşer. Düşmekle de kalmazlar. Şiir onları bir güzel kündeye yatırır. Filiz Yavuz’un, bir bardak su içercesine akıp geçen kıvamda yazıp demlediği bu yazılarının art alanında, ilk sayfalardan örnekleyip altını çizdiğim “kırmadığım kozama”, “çatlamadığım narlara”, “sığınmadığım yüreklere”, “kurmadığım düşlere”, “tutmadığım ellere” “arınmadığım tutkulara” gibi, tamlamaların kendisindeki insanı oluşturma çabasının yapı taşları geldi bana. Anlattığı, içinden insan geçen farklı insan portrelerinin bir yazımı da diyebiliriz. Hepimizin aklından geçen, tattığımız ya da tadamadığımız sıradan durumlar aslında anlatılanlar. Kendi yalınlığında derinleşmeyi, anlatımında duruluğu, konuşurken bağırmadan anlatmayı, anlatırken de göz göze olmayı başarmış felsefi bilincin usta işi yazılar toplamı.
Bir başka yazısında; “Yanağında bir damla gözyaşının sıcaklığını hissetmeyen gelmesin…”, Mor dağların binbir çiçek kokusunu almayan gelmesin…”, “Dinlediği türkü yüreğini sızlatmayan gelmesin…” gibi kısa şiir içli tümcelerin etkili, yalın, çarpıcı, vurucu anlatımı. Kendi içinde insanın var olma savaşının, kendindeki insanı oluşturma çabasının çığlığı yazılar. Kendini yerlere atıp yırtınan değil, insanın yapması zorunlu olan bir görevi, tamamlaması gereken bir ödevi ve yerine getirmesi gereken sorumluluk sahibi bir insanın, öğretmenin gürültüsüz haykırması. Söz uçar yazı kalır çünkü.
Tohumu toprağıyla buluşturan ve yabansı acemiliğini toprağın koynunda bir anneye döndüren ilk kadının seslenmeleriyle sırlanmış yazılar. On dört bin yıl öncesinden geliyor sesleri. Kendine, dünyaya, insana; hele de çocuk ve kadınlara dair, onları mutsuz eden ne varsa hepsine karşı başkaldırı. Savaşımında kendine yakışan savunma araçları. Elinde kâğıdı ve kalemi, aklında cesareti, yüreğinde bütün dünyayı kucaklayıp saran senfonik sesi. Çığlığa, türküye, öfkesini bala, isyanını bilince dönüştüren. Derin akışlarında bize ulaştırdığı, için için parelenmiş, her parenin bir umut ve dirence dönüştüğü bilinçten yansıylanlar Nar Düşleri…
Böbürlenmeden, büyük laflar etmeden, sesini yükseltip kalabalıklaştırmadan anlatan kendince bir eda…
İster tekil şahıs olarak, isterse çoğulca seslensin, her sesin bir insana çağrı olduğu, kendimizdeki boşluğumuzu doldurduğumuz, karşılığını hem kendi hayatımızda hem hayatın kendisinde bulan, hayattan beslenen sözlerin “Nar”a, seslerin “Düşleri”e sizi çağırdığı bir senfonik çeşitlilik Nar Düşleri.
Onun bir tümcesinden bir dizelemeyle bitireyim:
bütün dillerin susmayan türküsü oldum
nar düşleri’mde
9 Mayıs 2025/Kartal