Geriye doğru hızlı, hatta özensiz bir bakış atıldığında bile son 20 yılın kaybedeninin açık ara Hukuk ve Türk halkının olduğu görülüyor.
Yaşanan bu süreç, korkutucu olduğu kadar bilimin, bilincin ve tüm mantık postulatlarını alt üst edecek seviyede büyüyen toplumsal yozlaşmanın da kanıtı.
Düşünsel ve ahlak temelli olguların vulgar ve faydacı tutumlar karşısında sürekli kaybedişinin acıklı sosyolojisini yansıtması bakımından öğretici olduğu kadar, hayal kırıklıklarının beslediği aydın kesimlerin küskünlüklerini, gettolaşmalarını, vazgeçişlerini kolaylaştıran bir süreç görünümünde olduğu da bir gerçeklik.
Yaşandığı gibi "demokrasi" yeşerdiği arkaik Yunan topraklarında kurgulandığı zamanlarda söylendiği şekliyle, sadece vicdanı ve etik değerlerini yücelten yetişmiş toplumların yönetim şekli anlaşılan.
Ama aynı zamanda o, işleyişinin ana prensibini teşkil eden insana değer veren ''birey temelli'' serbestisindeki güçlülüğü, güçsüzlük olarak algılayanlar açısından Tiranlık yolunda kolayca tekrarlayabilecekleri bir zaaflar manzumesidir de.
Endişe verici olan, neredeyse yüz yıl önce aşağıdaki kum kültürünün laftan anlamaz cahilliğinin ve din kamuflajlı ahlaksızlığının farkına varıp, ülkesini uzak tutan Mustafa Kemal'in o ulvi ülküsünün de , ahlak ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerinde inşa edilmesidir.
Ben çocukken mahalle bakkalımız Şevket amca olur olmaz aykırı ürünleri sergilerdi küçük dükkanının raflarında.
Bunları kime satacaksın, diyenlere gülümser "bu milletin içinde her malın müşterisi vardır, eşek yünü koysam biri gelir alır" derdi.
Eşek'e bile rahmet okutacak tercihlere defalarca iltifat eden bir toplumun pervasız hıyaneti eşliğinde palazlanan totaliterliğe karşı duran tek umudi gerçeklik yine kendi olumsuzluğu içinden doğacaktır.
O gerçek, tarih boyunca görülen tüm baskıcıların bir kullanım ömrü olduğu, nihayetinde en yakınları tarafından satıldığıdır.
Taylan, neşeli bir adamdı, aslında sıkıntılarını ve hüzünlerini hep o istinat duvarı gibi ördüğü bipolar neşesinin ardına istifleyen adamdı.
Kısa boylu, oldukça esmer, kahverengi gözleri fıldır fıldır bakardı.
Kısa adımlarla hızlı hızlı yürüyen, yumuşak konuşan, ses tonu güzel, telaffuzu hafif ege aksanlı ama rahatsız edici olmayan Orta Anadolu şivesiyle farklı bir ses yapısı vardı.
Demokrasi konusunda yeterinden fazla tartıştığımız halde bir arpa boyu yol alamamıştık.
Demokrasi boş zamanlarda aforizmalar uçurmak değil, bir yaşam biçimidir, tezime katılır. Ancak bir türlü demokrat davranmak konusunda oportünistlik yapmaktan kurtulmazdı.
Zeki, akıllı, esprili, kendisini sevdirebilen bir kişi, ancak bu kadar geri kafalı olabilir diye düşünürdüm ve bu düşüncemi usulünce söylerdim.
Ahhh Taylan...
Cumhuriyet gazetesi okurdu devamlı, onu okumanın solculuk ve demokratlık olduğunu zannederdi.
Üstelik Cumhuriyetin telefon rehberi gibi kalın ve renksiz olduğu zamanlarda, bıkmadan okur fakat demokratik olmayı içselleştiremezdi.
Deyim yerindeyse, satır satır bir ciddiyetle hatmederdi.
Ülke sorunlarıyla ilgili, mantığını her alanda kullanabilen, uygar bilinçli ve vicdanlıydı, keşke demokrat da olabilseydi.
Ülkede %12 olan üniversite mezunlarından biriyim, neden böyle kalıyoruz hala. Neden bizi beğenmesini ve değerlendirmesini beklediğimiz kifayetsizlerin insafına terkedilmişiz, diye yazmıştı bana son mesajında.
Açtığım kitabın arasından düşen, on iki yıl öncesinin notu önümde duruyor, bir restoran sipariş formunun arkasına yazıp vermiş bana, sanırım yine konuşmak istemediği, tartışmaktan kaçtığı, kendisini yeterli görmediği bir günde vermişti.
Soru işareti koymuşum üzerine ve hımmm yine kaçmış salak adam, demek ki, kafası hala karışık, solcu olmak demokrat kişi olduğun anlamına gelmiyor, diye not yazıp saklamışım bu kadar zaman.
Kendisine sanırım bu konuyu açmışımdır.
Bir keresinde Kordon’da otururken, “peki ne yapmamız lazım?” dediğini hatırlıyorum. “Daha ne yapmamız lazım sorumluluklar almak ve iz bırakmak için?” diye tamamlamıştı.
Yaşamdan istekleri vardı, talepleri vardı, toplumun geri dönüşleri onu da endişelendiriyordu, geleceği sorguluyordu, otoriteye karşı geliyordu, itaatsizlik ediyordu, verdiği emek karşılığı, sarf ettiklerinin hakedişi olduğuna inanıyordu. İşte tam bam yeri burasıydı...
Adalet bekliyordu ait olduğu toplumdan, aidiyet bekliyordu ve beklentisinin boşa çıkma olasılığı onu hataya sürüklüyordu.
Amerika'dan tatil için geldiğim son görüşmemizde, hayatta inandığım yerlerin yakınına bile erişemedim, demişti öz eleştiri veriyor gibi.
Hepimiz aynı kölelikten mustaribiz oğlum, sırf sana mı kaldı yalnızlık, demiştim.
Ya sen ne güzel bir insansın, dilediğin yolda gidiyorsun, kendini kurtardın gittin bak işte o kadar zaman seni de ıskalamışım, diye cevaplamıştı.
Yine bir kağıt parçasına yazmıştı, neden başka insanların insafına terkedilmişiz?
Sayfaları dağılmış kitaplar, gazeteler, telleri kopmuş gitarı, camları çizik gözlüğü, yarısı içilmiş sigaraları ve kıyıya köşeye savrulmuş boş rakı şişeleri, hayal kırıklıklarıyla dolu odasında, sandalyeyi cesaretle tekmelediğinde henüz otuzlu yaşların başındaydı Taylan.
Umarım, şimdi özgür ruhu inandığı ve hep özlediği yerdedir sonunda.
İzmir’de yaşadığım ilk gençlik ve çocukluk zamanlarımdan beri arkadaşımdı.
Bir firmanın satış müdürüydü son işi, firmanın bayii toplantılarında hepsi birbirinden varlıklı adamların karşısına geçtiği uzun danışmanlık seanslarında biraz ötedeki koltuğa oturur, lafa karıştırmadan izlemiştim.
Toplantı bitip yalnız kaldığımızda, kulağıma doğru eğildi, yüzünü kaplayan muzip bir gülümsemeyle, kahkaha attığım o meşhur lafını söylemişti, "yalan, bunların kıçına yuva yapmış, beni yalancı gibi görme işimin bir parçası oldu Sibel" demişti.
Her gün bir başka yalanın sırıttığı bu düzenin benimsendiğini görmek bu kadar mı acıtırmış insanın içini, gülüyorum ama Taylan'a içim acımıştı.
Derisi kalın duyarsız adamların, gözlerimize bakarak söyledikleri zırvaların, içimizi tırmalaması ne eziyetmiş yaşayana.
Birinin yalan söylemesine kızmam da, yalan söylerken yakalanacak kadar hödük insanların beni kandırmaya çalışmasına bozulurum, diyen Freud, halimize ne söylerdi merak ediyorum.
Alıp başını giden kibir, hastalıklı bir hor görüşten belli ki Taylan artık sıkılmıştı.
Neyin intikamının, neyin rövanşının alındığının dahi unutulduğu, kavramların karıştırıldığı toz duman içerisinde, devamlı yapılan sosyolojik hatalar ve düzeltmek adına atılan patetik taklaların oluşturduğu bir Burleks önümüzde sergilenen şeyler.
Kontrolsüz bir Erk’in kendisinden olmayan herkesi vurduğu, suçladığı, itham ettiği, hukukun bu uğurda kuşatıldığı, insanların hafiyeleştiği ortamda, gözü dönmüş bir Amok isterisinin, her gün hedefi olmak ne yaman bir imtihanmış meğer, Taylan'ın gözlerinde o küçülmeyi görmek acıtmıştı içimi.
ABD'de seçim sloganı olarak kimsenin hayat tarzına karışmayacağız, denildiği zamanlarda gülümserdim, içim acıyarak bakardım sergilenen soytarılığa!
Kilisenin toplumu kuşatmasından korkarak, maçlardaki ponpon kızların yasaklanacağını, duvardaki reklam posterlerinin örtüleceğini tahmin ederdim, doğup büyüdüğüm kendi ülkemde korkumu yaşayacağım aklıma gelmezdi.
Hamile kadınlara, kahkaha atan kadınlara, gece sokakta gezen kadınlara, kısacası kadın düşmanı bir toplumu bu kadar kısa sürede yaratabileceklerine hiç ihtimal vermezdim.
Vapurdan inenlerden ayırmazlardı gözlerini bazı sapıklar, fakat sayıları üç beşi geçmezdi ve cesaretleri yoktu.
Onlarda gençliğinde bir kızın elini tutmamaktan, bir dudaktan öpmemekten, kıyıda köşede kalp titretememekten gelin yasakçının şehvetli bakışlarıydı.
Ben yapamadım, bunlar da yapmasındır Psikanalizin sonuçları.
Ekonomi çok güçlendik, uçuyoruz, dediklerinde kaşlarımı kaldırıp ciddi ciddi söylendiğini ve uzaya dört şeritli yol yaptık inanıyoruz diyecek kitleyi o günlerden görmek gerekirmiş!
Dünyanın en pahalı yakıtını, elektriğini, doğalgazını kullandığımı, en vergili içkisini içtiğimi biliyorum.
Kavruk emekli maaşlarıyla, bitik asgari ücretlerle geçinmeye çalışanlar işe yetişmek için koşar adım yürüyüşleri gözlerimin önünden gitmez ve demokrasi seçimlere saygımı sorgulamadan edemem, ya Taylan haklı mı acaba diye düşünüyorum.
Dövize yenilmişliğimizi, sebzeye, meyveye hasret yığınların kuyruklarda dizilişini kabullenmek istemiyorum.
İğneden ipliğe satılan ve üç otuz paraya yandaşlara tedavül edilen Cumhuriyet edinimlerini düşünürüm de toplanan paraların nereye gittiğini düşününce isyan duygusunun asil olduğuna hükmediyorum.
Adalet’ten dem vururlar ya...
Fena halde tırsar, gözlerimi kırpıştırırım hemen!..
Hapisteki gazetecileri, yıllarca yatırılan subayları getiririm aklıma.
Bir gecede çıkarılan rantiye kanunları düşünürüm, devlet eliyle zengin edilen yakınları, akrabaları, armatör çocukları geçiririm içimden.
Camilerde içilmeyen içkilerin, kadınlara saldırdığı söylenen yarı çıplak hayali çapulcuların peşine düşerim.
Gözüm sokak kameralarında, işyerlerinin güvenlik kameralarında yürürüm yollarda.
Görüşmediklerini söyledikleri teröristlerle kolkola şarkı söyleyenlerin hangi akraba evliliğinden olduklarını tahmin etmekte zorlanırım.
Muhalif oldukları, onlar gibi düşünmedikleri için dışlanan, horlanan, işten atılanları, işleri bozulanları intihar edenleri yad ederim.
Kalkınmada dünyanın yıldızıyız, derler ya.
Gökyüzüne bakar ıslık çalmaya başlarım!..
Hicaz pulu gibi yapıştığımız zamanlarda bile 6.7 büyüdük, derler ya.
Pes artık derim....
Dört yüz kırk milyar dolarlık borcu, faizi nasıl yaptık, niye yaptık, on tane yeni Türkiye kuracak bu parayı nereye harcadık, diye fısıldarım.
Bu zaman kesitinde hangi fabrikaların açıldığını, hangi istihdamın yaratıldığını bir türlü bulamam.
İşsizlikten kendini tren altına atanların çığlığı kör eder gözlerimi aynada, vitrinlerin camında görünce Taylan gelir aklıma.
Demokrasinin kılıcıyız, dünyada söz sahibiyiz, dedikleri zamanlar iki adım geriye gider, kulaklarımı tıkadım avuçlarımla!
Kıça yuva yapan yalanları, duymak isteyenler duysun, diye.
Şimdilerde kendilerine çemkiren Arap ülkeleriyle el ele gezen, dünyanın terörist ilan ettiği liderleri devlet töreniyle ağırlayan çok sevdiğim ülkemi tanıyamaz oldum.
Yaratılanı yaratandan dolayı severiz, derler ya, ürperir, yakınımda kim varsa, koruma içgüdüseli elini tutarım!
Bilirim, sevdikleri sadece kendi yarattıkları çıkar için yapmayacakları şey olmayan kindar ve dindar nesil.
Görmeyip, duymayıp, dinlemeyip, okumayıp inananlarıdır.
Hançereli belagatların timsah gözyaşlarını ayırt edemeyenlerdir.
Hayatta kimseye güvenmeyeceksin demek saçmalıktır ama kime iki defa güveneceğini de hesaplamalıdır insan, diyor Viktor Hugo.
Aylarca Pandemi'yi çok güzel idare ettik diyen, sayıları dans ettiren hipokrat yeminine değil patronuna sadık bakanı düşünürüm.
İşsiz sayılarını, enflasyon oranlarını, eskalasyon rakamlarını çekiştiren iradeyi merak ederim.
Haberleri açar, durmadan ''onu da, bunu da, şunu da biz yaptık biz'' adlı Commedia dell’Arte'yi seyrederim.
Bizden önce "otomobil mi vardı" diyen kantocuları, bu orduya hakaret etti, şu zaten fetocu, berikinin ne olduğunu biliyoruz, diğerinin tıyneti bozuk, öteki tacizci diye ateş eden orta oyuncularını seyrederim.
Sonra bir bakanın, tarımda Avrupa birincisiyiz, dediği bir toplantıda kendi partisi dahil herkesin gülmesi karşısında, neden gülüyorsunuz, demek zorunda kaldığını hatırlarım.
Velhasıl,
Taylan'n "kıça yuva yapan yalanlar" lafına aklıma geldikçe pek gülerim!
Ahh Taylan...