Hükümet yirminci yılına girerken, doğalgazı kesilen aile sayısı 592 bini aştı.
Elektriği kesilenler 1 milyonu aştı.
Sadece İstanbul'da suyu kesilen ev sayısı da 580 binmiş en son. Su kesintileri de artarak devam edecek gibi. İstanbul'un 75 günlük suyu kaldı. Bunların hepsi yirmi yıldır hüküm-edemeyenlerin korkunç yüzü.
İzmir büyükşehir belediyesi başkanı İzmir'de su sorununu en öncelikli sorun açıklama yaptı.
Su sorunu mesela, komik bir şekilde fatura dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan vatandaşa kesiliveriyor.
O iş öyle değil.
Yapılan manipülasyonlar ciddiye alınsa bile, suyun içme ve kullanma suyu olarak hane içinde kullanılması toplam tüketimin sadece yüzde 15’i civarında.
Dünyada su tüketiminin yüzde 69 oranında endüstriyel tarım faaliyetlerinde, yüzde 19 oranında sanayi sektöründe ve yüzde 12 oranında içme ve kullanma suyu olarak gerçekleştiğini söylemek mümkün.
Hal böyleyken iklim bozulmasına asıl neden olan şey, su varlıklarının bilinçsiz kullanımı değil, mevcut üretim ilişkileri düzleminde, “bilinçli” olarak, ekolojik uyumu bozacak biçimde kullanılmasıdır.
Bu gerçek görmezden gelinerek getirilen çözüm önerilerinin palyatif tedbirlerden öteye geçemeyeceği ortada.
Kişisel su tüketimlerini azaltmanın yollarını göstermek haricinde bir şey söylenmiyor susuz kalacak olan yoksul emekçi halk kitlelerine.
Söylemezler, söyleyemezler tabi.
Bugün bir deri çantanın üretiminde yaklaşık 17.000 litre su kullanılıyor bu susmuşluk cehenneminde.
Su sorununa dair tartışılan suyun metalaşması, su kirliliği, suya ulaşamama, dengesiz suya dayalı üretim gibi sorunların hepsinin dayandığı nokta plansız ekonomi ve doğa düşmanı tekelci kapitalizmdir.
Bunun yüzünden, 2005'te kuraklık yaşayacağı öngörülen Türkiye'de son 1-2 yıldır kuraklık ve su krizinin belirtileri gözükmeye başladı.
Çünkü 1995 yılında imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile küresel ölçekte ticaret konusu kabul edilen su, insan hakkı olmaktan çıkarılıp, alınır satılır bir meta haline getirildi.
Su ticareti egemenler için o kadar karlı bir alan ki, 2007 verilerinde bile, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’i suyu uluslararası şirketlerden satın aldığı halde, bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdaydı.
Böyle bir rant tüm uluslararası tekelci kapitalistlerin ağzının suyunu akıtmaya yetiyor haliyle.
Bu yüzden suya "mavi altın" diyorlar.
Bütün dünya insanlarına yeterli, temiz su ve güvenli kanalizasyon sistemi sağlayabilmek için yıllık sadece 9 milyar dolar harcamanın yeteceği hesaplanmıştı.
Ama bu para yüzlerce trilyon doların arasında bulunamıyor.
Çünkü sermaye sınıfı kör bir yaratıktır.
Sermayenin kaynakları yağmalaması, her şeyi metalaştırıp paraya çevirmesi ile ilgili bu sorun öyle bir noktaya geliyor ki, hükümetlerin gücü bile sorunu saklamaya yetmiyor.
2025 yılından itibaren dünya nüfusunun üçte ikisinin su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacağı, 2050 yılına gelindiğinde de 9,3 milyara ulaşacak olan insan nüfusunun 7 milyarlık kısmının su kıtlığı yaşayacağı raporlanıyor.
Ama sorunun asıl kaynağına değinilmiyor, adı konmuyor.
Tüketilen suyun yüzde 85’ini dünya nüfusunun yüzde 12’sinin tükettiği bir dünyada buna nasıl cesaret etsinler ki.
Sorunun adı plansız, kontrolsüz ve anarşik bir biçimde gelişen sanayileşmedir.
İstanbul'da da böyle, İzmir'de de böyle Cape Town'da da.
Geçtiğimiz yüzyılda dünya nüfusu 2 kat, su tüketimi ise 6 kat arttı. Bu rakam bile su tüketiminde asıl belirleyicinin tarımsal üretim ve sanayi, yani plansız, rantçı doğa düşmanı tekelci kapitalist üretim tarzı olduğunun göstergesi.
Sadece alt yapıya gereken önem verilse bile, gelişmiş ülkelerde yüzde 15’e ve daha geri ülkelerde yüzde 70’e kadar varan su kayıplarının, sadece dağıtımda kaybolan suyun önlenmesi mümkün.
Bunlar egemenler açısından hiç de karlı bir yatırım olarak görülmediğinden, pek de umurlarında olmuyor.
Yaptıkları tek şey su savaşları için senaryolar yazmak, su krizi ülkelerinin çetelesini tutmak, kuraklık propagandası yaparak arka planda suyun özelleştirilmesine yönelik adımlara zemin hazırlamak. Doğası, kendi yarattığı bu sorunlara akılcı çözümler üretmek değil, sorunları fırsata dönüştürerek ekonomik ve politik rekabetin aracı haline getirmektir.
Aynı şey sadece su için değil, elektrik, gaz ve tüm diğer temel gereksinimler için de geçerli.
İnsanın sömürüsünde sınır tanımayan sistem, doğanın sömürüsünde de sınır tanımaz.
Sınır tanımadıkça uluslararası tekelci kapitalizmin suyu ısınıyor.
Ona karşı tepki ve eylem de sınır tanımamalı. Yoksa alınan şey basit bir vergi ya da haraç değil, insanın hayatta kalması için gerekli temel şey olacak.
Türkiye özelinde hükümet uluslararası sermaye piyasası açısından iki kutuplu dünya ortasında denge olmak üzere politika yaratmaya çalışacağım derken eline yüzüne bulaştırıyor.
Mesela, Çin'e diye yola çıkıp, Maltepe'de kaybolan, Halkalı Garı'nda ortaya çıkan ihracat treni...
Katar'a terk edilen su inisiyatifi bardağı taşırdı da yetti bile.