Ortadoğu’da su, bölgenin politikasında olduğu kadar bölgede yaşayan insanların yaşamlarında da çok önemli bir unsurdur. Ortadoğu’nun yüzde 80’ini oluşturan çöl arazide yeterli su kaynaklarının olmayışı, liderleri garip ittifaklara ve görünürde anlamsız dış serüvenlere itmektedir. Bugün Ortadoğu ülkeleri geleceklerini belirleyecek olan su konusunda önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Su kaynaklarına en büyük baskı ise sürekli artan nüfustan gelmekte ve politikacıları suyu gündemlerinin en başına yerleştirmeye zorlamaktadır.
Soğuk Savaş’ın bitmesine karşın, Batılı ülkelerin Ortadoğu olaylarıyla yakından ilgilenmesi, onların Ortadoğu petrolüne süregelen (ve hatta artan) bağımlılığını yansıtmaktadır. Ancak su, Ortadoğu ülkelerinin gelişmesi ve komşularıyla ilişkilerine bir biçim verme açısından petrol kadar önemlidir. Geçmişte Ortadoğu ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkların başlıca nedeni petroldü ve petrole erişmek, süper güçleri bölgenin olaylarına çekiyordu. Oysa yakın gelecekte bölge ülkelerinin temel sorunu su olacaktır.
Susuzluk sadece Ortadoğu’nun sorunu değilse de, genelde bu durum Üçüncü Dünya ve güney yarımküresiyle sınırlıdır ve sanayileşmiş Kuzey, daha iyi konumdadır. Ancak sorunun en şiddetli ve en tehlikeli olduğu yer, Ortadoğu’dur. Su başka yerlerde de azalmakta ve milli çıkarlar çatışmasına götürmekteyse de, sıkıntılı durumda olan yine Ortadoğu’dur.
Dünyada toplam 1.4 milyar kilometreküp su varsa da, bunun %98’i tuzludur. Temiz suyun yarısından fazlası ya buz halindedir ya da günümüzde erişilemeyen derinliklerdeki fosil sudur. Temiz su ihtiyacı yirminci yüzyılın başından bu yana sekiz kat artmıştır. Bu rakam önümüzdeki elli yılda ikiye katlanacaktır. Bugün dünya su tüketimi dünya nehirlerinin toplam miktarının onda biridir. Küresel su tüketiminin %73’ü tarıma gitmekte, ancak ilkel yöntemler ya da beceriksizlik sonucu çok büyük kayıplar olmaktadır. Günümüzde gelişmekte olan ülkelerde tüm hastalıkların %80’i ve ölümlerin üçte biri kirli sulardan kaynaklanmaktadır.
Ortadoğu topraklarının %80’i çöl olup yıllık yağmur miktarı 100 milimetreden azdır. Oysa kuzey kuşağında kışın 210-280 milimetre, güney kuşağında ise 120-200 milimetre yağmur düşer. Dolayısıyla Ortadoğu’nun güneyinde ve kuzeyinde bol sulu ve bol tarımlı bölgeler vardır. Nil ve Fırat-Dicle havzaları gibi.
Dünyanın pek çok yerinde nehirlerin kaynağını elinde tutan ülkeler komşu devletlerdeki olayları denetleyebilmek için akışını değiştirerek ya da bu tehdidi savurarak suyu kullanmışlardır. Kuramsal olarak nehrin yukarısında bulunan ülkeler, kaynakları denetleyerek üstün durumdadırlar, ancak bu bir ülkenin gücüne ve teknik yeteneğine bağlıdır. Nil, Mısır’dan önce sekiz ülkeden geçmesine karşılık, Mısır hep Nil’e egemen olmuştur. Asi Nehri, Lübnan’dan çıkar, Suriye’den geçip Türkiye’den Akdeniz’e akar. Ancak kimse zayıf ve bölünmüş Lübnan devletinin nehrin sularını denetlemesini beklemez. Aynı durum Şeria için de geçerlidir, ancak buradaki fark, İsrail’in üstün askeri gücünü kullanmasıdır. Suriye ve Lübnan, Şeria nehrinin yukarısındadırlar ama kaynağını kontrol edemezler.
Ortadoğu’da, nehrin yukarısındaki ülkelerin musluğu ellerinde bulundurdukları ve aşağısındaki ülkeleri etkileyecekleri kuralının tek istisnası Mısır’dır. Dünyanın en uzun nehri Nil binlerce yıldır Mısır kültürüne biçim vermiş, toprağı yenileyen taşkınlarıyla yaşam süresinin simgesi olmuştur. Nil dokuz ülkede yaşamı etkilemekte, Nil Havzası ise tüm Afrika’nın yüzde 10’unu kapsamaktadır. Bir deyişe göre Mısır Nil, Nil de Mısır’dır ve Nil olmasaydı Mısır’ın çok farklı olacağı da kesindir.
Etiyopya Nil’in akışını azaltacak planlar yapmaktadır ve bu da Kahire’de giderek artan bir tedirginlik yaratmaktadır. Etiyopya’da inşa edilecek yeni barajlar-ki bunların çoğu İsrail yardımıyla planlanıp yapılmakta-Beyaz Nil’in suyunu azaltacaktır. Etiyopya’ya “Afrika’nın su kulesi” adı verilmiştir ve Sudan ile Mısır’ı besleyen suyun musluğu onun elindedir. Etiyopyalı bir hükümdar daha on yedinci yüzyılda Mısır’ı “su silahıyla” ilk kez tehdit etmiştir: 1680’de Habeşistan’ın Hristiyan kralı Takla Haymanot, Mısır hükümdarını şöyle uyarıyordu: “Tanrı su kaynağını ve bunun arttırılıp eksiltilmesini bizim elimize verdiğinden ve bunu size bir zarar vermek için kullanabileceğimizden, sizi cezalandırmak için bize Nil yeter.”
Bölgenin Nil’den sonra ikinci büyük nehir sistemi Fırat-Dicle havzasıdır. Bu havza hemen hemen Nil havzası kadar geniştir ve Doğu Anadolu’nun karlı dağlarından Basra Körfezi’nin sıcak sularına kadar uzanır. Fırat-Dicle su sistemi Türkiye’nin potansiyel su kaynaklarının yüzde 28’ini oluşturmaktadır ve bu ülke için çok önemlidir.
Türkiye suyu uygun gördüğü zaman - ya da politik nedenlerle - azaltıp çoğaltacak bir dizi barajı kapsayan Güneydoğu Anadolu Projesini (GAP’ı) devreye sokmuştur. Türkiye’nin bol suyu olmasına karşılık petrolü yoktur. Bu nedenle Arap devletleriyle iyi geçinmek zorundadır. Komşularının da Türkiye’deki terör eylemlerine destek vermek ve vermemek konusunda Türkiye’nin tutumunu etkileyebileceğini hesaba katmak zorundadırlar. Türkiye komşularını etkileyebileceğini göstermek için su kaynaklarına sahip olmanın verdiği gücü kanıtlamaya kalkışmıştır. Fakat Türkiye bunu barışçı yoldan ve kurnazca yapmıştır ve hareketlerinin politik amacı olduğunu kesinlikle reddetmiştir. 1990’daki Fırat’ın sularını kesme kararı sadece Irak ve Suriye’ye Türkiye ile olan ilişkilerinde dikkatli olmaları uyarısı gönderen bir mesaj değildi; bu aynı zamanda Türkiye’nin bölgede kendisine aldığı eksen rolünün de kanıtlanmasıydı.
Bölgenin üçüncü nehir sistemi Şeria’dır. Nil’e ve Fırat-Dicle’ye kıyasla çok küçüktür. Nil suyunun sadece yüzde ikisi kadar olan bir debisi vardır. Ancak Şeria Nehri bu bunalımlı bölgenin en karmaşık bölgelerinden geçer ve çatışmalara yol açabilecek unsurlardan birisidir. Nitekim bunu yapmıştır da. 1967’de Arapların Şeria’nın sularının akış yönünü değiştirme planı İsrail ile Suriye savaşına yol açmış, bunun sonucunda İsrail’in Suriye ve müttefiki Mısır’a karşı ani ve yıkıcı saldırısı gerçekleşmiştir. İsrail, Şeria suyuna ihtiyacı olduğuna inanmaktadır ve ona erişim yolunu elinde tutmaya kararlıdır. Araplar, İsrail’in 1948’den bu yana yaptığı savaşların en önemli nedenlerinden birinin su ihtiyacı olduğuna inanmaktadır. Şeria’yı ve Golan Tepeleri’ni ele geçirmesinin de su kaynaklarına olan ihtiyacı olduğunu düşünmektedirler.
Su için yeni savaşlar olacağı ve bunların Ortadoğu’da yer alacağı çok mümkündür. Sadece işbirliği çatışmayı önleyebilir ve geçmiş sicillerine bakılırsa Ortadoğu’daki ya da hemen çevredeki devletlerin hiçbiri bir uzlaşma dehası göstermiş değildir. Dolayısıyla Ortadoğu’nun geleceğini su belirleyecektir.
Nehirler dışında bölgenin diğer bir su kaynağı ise yeraltı sularıdır. Fakat petrol gibi yeraltındaki suyun da sonsuza kadar sürmeyeceği kesindir. Hidrologlar yeraltı su havzalarının doğal olarak ne kadar sürede yenilendiğini bilmemektedirler. Ancak yenilenmenin her gün çekilen suyun yerini alamayacağı da kesindir. Ekonomistler ise kentlerin ve sanayinin su kullanımı ihtiyacının er geç su stoklarında tarımdan daha fazla öncelik isteyeceğini tahmin etmektedirler. Bu ise çevre olanaksızlıkları ve nüfus artışı gıda bakımından kendine yeterliliğin asla gerçekleşemeyeceği demektir.
Bölgedeki diğer bir su kaynağı ise deniz suyudur. Dünya’daki 7500 tuzdan arındırma tesisinin üçte ikisi Ortadoğu’da ve bunun yüzde 60’ı da nehri olmayan tek ülke Suudi Arabistan’dadır. Yıllık üretim yaklaşık 1.4 milyar metreküp olup, ancak 2030 yılında tuzdan arındırılmış su ihtiyacının 5.4 milyar metreküpe çıkması beklenmektedir. Tuzdan arındırma-buharlaştırma-ilkesi basit ve yüzyıllardır biliniyorsa da, bugün istenen miktar çok büyük ve gelişmiş tesisleri gerekli kılmaktadır. Deniz suyunun tuzdan arındırılması, ancak günde 20.000 metreküpün üstüne çıkarıldığında masrafını karşılayabilmektedir. Günümüz fiyatlarıyla bir metreküp arındırılmış su 65 senttir, ancak devlet desteği hesaba katılmadığında hesaplanan gerçek maliyet bir dolardır. Her iki fiyat da tuzdan arındırılmış suyun tarımda kullanılamayacak kadar pahalıdır. Yine de yirmi yıl içinde ucuz enerji kaynaklarının deniz suyunu bugünkü maliyetinin üçte birine indireceği hesaplanmaktadır.
Bölgenin su sorununu çözmenin başka bir çözüm yolu olarak bölge dışından su ihracı projesidir. Su ihracı için ilk fikir 1930’larda Kuveyt’te yaşanan su sıkıntısı halk arasında tedirginliğe neden olduğunda gündeme gelmiştir. Irak hükümeti, boru hattı ile Irak’tan Kuveyt’e su ihraç edilmesini önermiş, ancak Kuveyt Şeyhi Irak’ın Kuveyt üzerinde egemenlik kuracağını düşünerek bu teklifi reddetmiştir. Körfez ülkeleri için ciddi olarak düşünülen bir başka proje, suyun İran’dan getirilmesi olmuştur. Bu proje Körfez ülkelerinin İran’la yaşama zorunluluğu bulunması açısından da politik olarak mantıklı görülmüştür.
Bölgeye yönelik su ihracında en önemli proje Türkiye’nin projesi olmuştur. Türkiye, 1986’da Arap ülkelerine su ihraç etmeyi önermiştir. Başbakan Turgut Özal’ın buluşu olan bu projeye göre, güney Türkiye’nin suyu, altı Körfez İşbirliği Konseyi ülkesiyle Suriye, Ürdün ve İsrail’e taşınacaktır. Türkiye, 20 milyar dolarlık projenin bölge güvenliğini arttıracağını iddia etmiştir. Turgut Özal’ın böyle bir boru hattının Ortadoğu ülkeleri arasında yeni bir birbirine bağımlılık yaratacağına inandığını belirtmesine rağmen, Araplar projeyi yeni tartışmaların kaynağı olarak görmüşlerdir. Arap hükümetleri, bu projenin uyum sağlamaktan çok Türkiye’ye yararlı olacağını, Arap ülkelerinin Ankara’ya bağımlı olacaklarını ve ayrıca suyu alacak ülkeler arasında kavgalara yol açabileceğini iddia etmişlerdir.
Proje ilk ortaya atıldığında Arap devletlerinden çoğu, Türk egemenliğinin bir kez daha bölgeye yayılacağı düşüncesiyle bunu reddetmiştir. Giderek artan su ihtiyaçlarına rağmen, Arap hükümetleri bu projeye karşı tutumlarını sertleştirmişlerdir. GAP projesinin hızı, Türk politikacılarını sert demeçleri ve Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin Irak’ın petrol boru hattını kapatması Arapların su için Türkiye’ye güvenmeme önyargılarını kuvvetlendirmiştir.
Yüzyıllar boyunca Ortadoğu’nun tarihi hep kuyular ve sular üzerinde yoğunlaşmıştır. Yirminci yüzyılda Araplar ve Türkler, arada sırada İngiliz, Fransız, Alman ve Yahudilerin de işe karışmalarıyla, Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunu Arabistan’ın kupkuru ve düşman ıssızlıklarında çöl yollarındaki kuyuların kontrolü için çarpışarak belirlenmiştir. Bu eski düşmanlar yüz yıldır az olan ve giderek de tükenen su kaynakları üzerinde mücadele etmektedirler. Ancak şimdi petrolün sağladığı zenginlikle çok daha yıkıcı silahlara sahipler ve petrolün anahtarından biri de sudur. Suyu ya da dağıtımını kim kontrol ederse Ortadoğu’ya ve onun tüm zenginliklerine egemen olur.
Bir anlaşmazlık olduğu zaman su stratejik bir meta olur, düşmandan esirgenir ya da çölde yaşayan birinin normal olarak hiç aklına bile gelmeyecek şey yapılır: su zehirlenir. Bir sulama sisteminin yok edilmesiyle kimi zaman koskoca bir uygarlık ortadan kaldırılabilir, bunu Moğollar, Perslere yapmışlardır. Barış zamanında başka kurallar da vardı, yüzyıllardır su kaynaklarının paylaşılmasını organize etmekte olan gelenekler.
Sistem başarısız olduğunda kanlı çatışmalara neden olurdu. Ama bu sadece kabileler ve köyler arasında küçük çaplı çatışmalardı. Ancak artık Ortadoğu haritası değişmiş, kabileler bayrak ve milli sınırlara sahip olmuşlardır ve bir zamanlar kabileler arasında su paylaşımında etkili olan kural ve gelenekler, egemen milletler olduğundan artık geçerli değildir.
Ortadoğu su krizlerinin ve tartışmalarının olduğu tek yer değildir, ancak burası su için savaş potansiyeli en öne çıkan bölgedir. Buradaki uzun savaş tarihi, sınır anlaşmazlıkları ve petrolün varlığı bağlayıcı uluslararası anlaşmaların önemini çok arttırmaktadır. Devletlerarası anlaşmazlıklar da aynı durumu yansıtmakta, güçlü olan zayıf olana kendi iradesini kabul ettirmeye çalışmaktadır. Suların paylaşılması anlaşması olmadığı takdirde bir ülke diğerine akan suyun miktarını kısıtlayabilmektedir. Türkiye, 1990’larda Atatürk Barajı’nı doldurmak için Fırat’ın suyunu keserek Suriye ve Irak’a bunu yapmıştır. Nitekim Başbakan Süleyman Demirel “Biz, Araplara topraklarındaki petrol nasıl kullanacaklarını söylemiyoruz, onlar da bize kendi suyumuzu nasıl kullanacağımızı söyleyemezler” diyecektir.
Su kaynaklarının kullanılmasının yasalara bağlanmasının çatışma tehlikesini en aza indirme dışında bir nedeni daha vardır. Çevre konusu su kaynaklarının en üst derecede kullanımının çevreyle dengeli olmasını ve kaynakların gelecek için de korunması gerekliliğini ortaya koymuştur. Doğal kaynakları insanın aşırılıklarından korumaya ihtiyaç vardır.
Arap yarımadasının çöllerinde doğmuş olan İslam suyla ilgilidir ve suya dinin uygulanmasında önemli bir yer verilmiştir. Kuran ile hadislerde su sık sık bir mecaz olarak kullanılır. Yorgun bir çöl yolcusunun vahaya erişmek için çabalaması İslam yaşam imajına karşılık İslam cenneti akarsularla dolu bir bahçedir. Şeriat, Arapça su sözcüğünden üretilmiştir. İslamiyet öncesi dönemde şeriat, Araplarca insanın içme suyunu yöneten kuralların tümüydü. Bilim insanları sözcüğün daha sonraları Allah’tan insanlara bir ihsan olan yasaları ve kuralları kapsamak üzere genişletildiğini ve suyun bu armağanların en kutsalı olduğu Müslüman inancını da içine aldığına inanmaktadırlar.
Şeriat, suyun Allah’ın bir ihsanı olduğunu, başkalarının kullanımını önleyecek derecede sahip olunamayacağını ya da denetim altına alınamayacağını hükme bağlamışsa da, suyun geleneksel ortak kullanımı içmeyle, hayvan sulamayla ve abdest almayla sınırlı kalmıştır. Her yerdeki yasalar gibi şeriat da çoğunlukla çelişkili yoruma açıktır ve büyük ölçüde geçmiş örneklere dayandığı için tarihten kopmanın olanağı yoktur ve bu da Ortadoğu’da diğer bir çatışma nedenidir.
Mısır, yedinci yüzyılda Araplar tarafından fethedilmiştir ama su düzenlemeleri şeriata göre değil, eski Mısır geleneklerine göre yapılmıştır. Bu, İslam köktendincileri için dine aykırıdır. Onlara göre her Müslümanın suyu Yahudilerin ve dinsizlerin elinden kurtarmak için cihada gitmesinin görevi olduğunu iddia etmektedirler. Enver Sedat’ın öldürülmesinin bir nedeni de Sedat’ın Nil sularının paylaşımını önererek İsrail ile Filistinliler arasında barışı pekiştirmek teklifiydi.
Dünyada 214 uluslararası nehir ve göl havzası vardır; bunlardan 155’i iki, 36’sı üç ve 23’ü bir düzine kadar ülke tarafından paylaşılmaktadır. Bunun anlamı, herhangi bir çatışmanın milli rekabetleri içereceğidir ve bunlardan bazıları dünyanın en iyi silahlanmış ve patlamaya hazır bölgelerinde, özellikle Ortadoğu’da olacaktır. Arap ülkelerinde yüzeydeki su kaynaklarının toplamı 296 milyar metreküptür. Yeraltı su kaynakları 43 milyar metreküp, bilinen yeraltı havzalarının tahmini toplamı da 7.723 milyar metreküptür.
En tehlikeli yerler kentlerdir. Gelişmekte olan ülkelerde küresel nüfus artışının yüzde 90’ından fazlasının kentlerde olması beklenmektedir ki, buralarda zaten su sıkıntısı, sağlık koşularının eksikliği ve içme sularının kirlenmesi söz konusudur. Bu tehlike kıyaslamalarla daha iyi görülecektir: kilometrekareye dört kişinin düştüğü Kanada’da kişi başına yıllık su miktarı 12.000 metreküptür; kilometrekarede doksan kişilik bir nüfusa sahip Mısır’da bu rakam 1.200’dür. Şu anda yirmi beş ülke sürekli su kıtlığı içindedir. BM rakamlarına göre, yirmi birinci yüzyıl ortalarına doğru bu rakam hızla yükselecektir. O zaman da dünya nüfusunun yarısı bundan etkilenecek, sonuç olarak beş milyar insan kötü beslenme, açlık ve hastalık tehdidi altında kalacaktır. Ortadoğu’da buna ek bir sorun da toprağın yüzde 20’sinin nehirler ya da yeraltı sularıyla sulanmasıdır. Pek çok ülkede, özellikle de tarımın ilkel olduğu yerlerde, sulamada kullanılan suyun yarısı ya buharlaşmakta ya da hendeklerden akıp gitmektedir. Sulamaya yapılan büyük harcamalara ve gösterilen tüm çabaya rağmen Ortadoğu dünyanın gıda eksikliği çekilen en büyük bölgesidir.
Soru şudur: devletler iradelerini kabul ettirmek için suyu kullanacaklar mıdır ve etkilenen devletler dengeyi sağlamanın etkin yolunun askeri yöntem olacağına mı karar vereceklerdir? Nehrin yukarısında olan bir devlet muslukları kapatabilir mi? Evet, Türkiye’nin Atatürk barajını doldurduğu zaman verdiği mesaj budur. Nehrin aşağısındaki askeri açıdan daha güçlü bir devlet iradesini su kaynaklarını elinde bulunduran komşusuna zorla kabul ettirebilir mi? İsrail’den alınan ders, bunun da mümkün olabileceğini göstermiştir. Fakat buna başka bir bakış açısı daha vardır, su savaş nedeni olabildiği gibi devletlerarasında işbirliği içinde iyi bir odak noktası da olabilir.
Ortadoğu su sorunlarının yayılarak bölgeden uzak ülkeleri de içine çekme eğilimi vardır. Ortadoğu’da su ve petrol birbirine bağlıdır. Şimdiki politikaların devamı ya da büyük yatırımlar gerektiren yeni fikirlerin getirilmesi petrolün akışına, gelirlerin birikimine ve aşırı israflı milli yaşam biçiminin sürdürülmesine dayanır. Arap-İsrail çatışması yirminci yüzyılda bir yaşam gerçeğidir ve yirmi birinci yüzyılda da devam edecek gibi görülmektedir. Bu, Ortadoğu’da tüm yaşamı ve bölge devletlerinin yabancı güçlerle olan ilişkilerini etkilemektedir. Coğrafya olarak bölgeden uzak olan Batı’nın kendini olaylardan tümüyle dışlayamayacağı da ortaya çıkmıştır. Batı için önemli olan petrolün güvenliği ve akışıdır.
Ortadoğu’da bugün kesin olan tek şey; suyun petrol kadar önemli bir meta haline gelmiş olmasıdır: sahip olanlar için su, bir manivela aracı ve gücünü gösterme yoludur; yeterli suyu olmayanlar için milli güvenliğin sağlanmasının yolu ise elde olanı arttırmaktır. Bu iki alan, çoğunlukla çatışır. Yanıt işbirliğidir, ama işbirliği en azından komşular ya da ülke grupları arasında dostça ilişkilere bağlıdır. Yakın gelecekte devletlerarası çekişmelerin devam edeceği görülmektedir. Devletler anlaşmaya vardıklarında ise, bu anlaşmalar yeni muhalif grupları doğuracak ve Ortadoğu’daki silah bolluğu göze alındığında, bunlar terörist kampanyaları için gerekli her şeyi elde edebileceklerdir. Özellikle su tesislerine yönelecek operasyonlar olasıdır. Zengin ülkeler daha çok tuzdan arındırma tesisleri yaparak yaşamaya devam edeceklerdir ve yeni enerji formlarını sağlayacak teknolojik gelişmeler büyük gelirleri olan ülkeler için yararlı olacaktır. Şu anda tuzu alınmış suyun sulamada kullanılması çok masraflı olduğundan Suudi Arabistan gibi ülkelerin planları kullanılan fosil su tükenene kadar devam edecektir. Bu da 20 ila 60 yıllık bir süredir; bu zaman içinde de politikacıların inancına göre teknik yenilikler bulunacaktır.
Artan nüfus ve azalan kaynaklar, Ortadoğu’yu su kıtlığından zarar görecek tüm bölgelerin en duyarlısı yapmaktadır. Daha önce yeterli kaynak sağlamak için savaşlar yapılmıştır ve politikacılar milli çıkarlarını korumak için askeri gücü kullanmaya hazır olduklarını söylemişlerdir. Arapların ve İsraillilerin arasındaki sürekli çatışmanın yanı sıra, Araplar arası çekişmeler gerilla gruplarının doğmasına neden olmuştur ve yeni yeni gruplar da sahneye çıkma sıralarını beklemektedir. Ortadoğu’da şiddet potansiyeli her zaman vardır ve bu yeniden geldiğinde ki mutlaka gelecektir, üzerinde savaşılan alanlar, çatışmanın nedeni olarak gösterilen şeyin tek neden olmadığını gösterecektir. Savaşlar toprak, özerklik, insan hakları ya da sınırları koruma nedenlerine bağlı görüneceklerse de, geleceğin bütün çatışmalarını etkileyecek tek şey; bölgenin su durumudur. Dolayısıyla su savaşları yoldadır. Bir damla petrol, bir damla kan, bir damla su!
Kaynaklar:
Dursun Yıldız, Orta Asya’daki Saatli Bomba: Su Sorunu, Truva Yayınları, İstanbul, 2012.
İsmail Kaplan, Suyun Stratejik Dalgaları, bky Yayınları, İstanbul, 2009.
Jon Bulloch & Adel Darwish, Su Savaşları: Ortadoğu’da Beklenen Çatışma, çev. Mehmet Harmancı, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1994.