Bugun...


Prof.Dr.Behçet Kemal Yeşilbursa

facebook-paylas
TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Tarih: 16-10-2024 14:38:00 Güncelleme: 16-10-2024 14:38:00


 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıldır sürdürdüğü dış politika, ulusal sınırlar içinde kalarak, maceradan uzak, gerçekçi ve barışçı bir çizgi izlemek olmuştur. Kuşkusuz bunda Osmanlı döneminin bıraktığı deneyimler ve Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler büyük rol oynamıştır. Türk dış politikasının oluşumunda üç temel ilke rol oynamıştır. Bunlar: Batılılaşma, Misak-ı Milli ve “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkeleridir. Yüz yıldır Türkiye’nin kendine özgün özelliklerinden kaynaklanan bu ilkeler çerçevesinde dış politika oluşturulmuştur.

1) Batılılaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve toplumunun çağdaş Batı yaşama standartlarını ve değerlerini elde etme çabası olarak özetlenebilir. Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” şeklinde ortaya koyduğu Batılılaşma hedefi ve ideali iki önemli nedene dayanır: Bunlardan ilki Türk toplumunun modernleşme isteği; ikincisi ise, uluslararası sistemdeki güçler dengesinin yarattığı bir zorunluluktur. Batılılaşma ilkesi ve idealinin bir sonucu olarak, Türk dış politikasının ana unsuru, Batı ülkeleriyle işbirliğine ve bütünleşmeye gitmek olmuştur.

Kuşkusuz Batı yanlısı politikaların siyasi faturaları da olmuştur. Örnek vermek gerekirse; Türkiye, 1947’de Filistin’in Birleşmiş Milletlerin Araplarla İsrail arasında bölünmesi kararına Araplar gibi olumsuz oy vermiş iken, ABD ile ilişkileri gelişince, ona ayak uydurmak için, 1949’da İsrail’i tanımak zorunda kalmıştır. Bunun gibi, Türkiye’de kamuoyu 1954–1960 Cezayir Kurtuluş Savaşını alkışlarken, hükümet BM’de alınan kararlarda daha çok Fransa lehine oy kullanmıştır. Çünkü Fransa, bir NATO müttefiki olmanın ötesinde, o sırada Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) devletlerinin “Türkiye’ye yardım konsorsiyumu” çerçevesinde önemli ekonomik yardımlar yapıyordu.

2) Misak-ı Milli, Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu en temel savunma ve hareket sınırını oluşturur. Misak-ı Milli ilkesinin Türk dış politikasını belirlemesi bakımından iki ana fonksiyonu vardır. Birincisi, bu sınırlar hiçbir şekilde değiştirilemez ve bu amaçla içten ve dıştan gelecek her türlü harekete karşı savaş dâhil her türlü mücadele yapılır. Kısacası, Misak-ı Milli Türk dış politikasının temel egemenlik sınırını belirler. İkinci fonksiyon ise, Türk dış politikasının bu sınırlar dışındaki alanlarda sorumluluk ve yükümlülük altına girmekten kaçınmasına yol açar. Özellikle bu ikinci boyut, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’ya dönük politikasının belirlenmesi bakımından önemlidir. Uzun yıllar Türk dış politikası, Osmanlı Devletinden miras kalan ülkelere karşı, “karışmazlık” ve “tarafsızlık” politikaları ile ilgisiz ve hareketsiz kalmaya çalışmıştır.

Misak-ı Milli anlayışı sonuç olarak “statükoyu koruma” eğilimini doğurmuştur. Öyle ki, Türk dış politikası, bölgesindeki statükonun herhangi bir şekilde değişmesi yönündeki gelişmelere karşı soğuk davranmıştır. Türkiye’yi yakından ilgilendireceğini ve sorumluluk yükleyeceğini ve en nihayetinde Türkiye’nin kendi sınırlarının tehlikeye gireceğini düşünerek, sınır veya siyasal rejim değişikliğine yol açan gelişmelere karşı gelmiştir. Elbette, bu politikanın arkasındaki temel gerekçe, Türkiye’nin kendi Misak-ı Milli sınırlarının da tartışılması tuzağına düşmemektir. Özellikle son dönemde Kuzey Irak’ta ve Kuzey Suriye’de yeni bir oluşum meydana getirme eğilimleri ve terörün bu yöndeki hedefleri, Türk dış politikasının statüko yanlısı politika izlemesinde önemli bir rol oynamıştır.

3) “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi bir ideal olup, uluslararası ortamın şartlarına her zaman uygulanabilecek bir hedef değildir. Aynen Batıcılık idealinde olduğu gibi, şartlara bağlı olarak gözden geçirilmesi gereken bir hedeftir. Bununla, savaş yanlısı olunması gerektiği anlaşılmamalı, fakat uluslararası şartlar gerektirdiğinde savaş yapılmasının, barışın daha sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamak amacıyla savaş riskinin göze alınması gerektiği anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, her ne pahasına olursa olsun barış isteği anlamına gelmez. Türkiye’nin olası bir saldırıyı caydırmak ve barışı korumak için güçlü bir ordu bulundurmaya ve zamanında ittifaklar yapmaya çalışması ve gerektiğinde savaş riskini göze alması doğaldır. Türkiye gibi nazik ve tehlikeli bir bölgede yaşayan bir devletin hem düşmanlarını caydırabilmek, hem de dostlarını yanında tutabilmek için güçlü olmak zorundadır. Kısaca, Türk dış politikasının temel hedefinin, ülkenin bağımsızlık ve toprak bütünlüğü ile milli menfaatlerinin korunması olduğu görülür.

Türkiye’nin dış politikasını etkileyen belli başlı üç faktörden bahsedilebilir. Bunlardan ilki “coğrafi faktör”dür. Buna göre Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika’nın (Ortadoğu’nun) birleştiği alanda bir köprü durumundadır. Köprü ülke olması Türkiye’ye birtakım avantajlar sağladığı gibi, bütün gözlerin kendi üzerinde olması sebebiyle barış ve istikrar içinde mevcudiyetini sürdürme zorluğunu da beraberinde getirmektedir. İkinci faktör, “tarihi tecrübe faktörü”dür. Türkler, üç bin yıllık bilinen tarihlerinde geçirdikleri merhaleler, kültür birikimi ve devlet geleneği ile çok zengin bir tarihi tecrübeye sahiptirler. Türk dış politikasının bu tarih birikiminden etkilenmemesi mümkün değildir. Üçüncü faktör ise “milli özlem ve idealler faktörü”dür. Kaynağını üç bin yıllık tarihinden alan bu faktör, Cumhuriyet Türkiye’sinde ekonomik kalkınma, kültürel yenileşme ve sosyal gelişmeyi sağlayarak çağdaş medeniyetler seviyesine çıkma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca dış politikayı etkilen iç etkenler olarak ülke içindeki politika ve akımları, ülkedeki ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme ve değişimlerin yanı sıra dış etkenler olarak da sınır komşularımızı, yakın bölgemizde bulunan ülkelerle olan ilişkiler ve dünya sistemini etkileyen gelişmiş başat güçlerle olan ilişkileri sayabiliriz.

Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasının başarısında Türk diplomasisinin önemli bir yeri vardır. Türkler, III. Selim döneminden beri karşılıklı elçilik ilişkileri yoluyla, diplomasi pratiğine alışmıştı. II. Mahmut döneminde Dışişleri Bakanlığının (Umur-ı Hariciye Nezareti) kurulmasıyla, dış politika oluşturma sürecine bakanlar daha etkin biçimde katılmaya başlamıştı. Dolayısıyla, Cumhuriyet dönemine oldukça önemli bir deneyim mirası kalmıştı. Daha önemlisi, Atatürk’ün rasyonel düşünce yapısı, zamanlama ustalığı ve bir kez karar verince onu yüreklilikle uygulaması bugünkü diplomasimiz için emsalsiz deneyim birikimi oluşturmuştur. İnönü’nün, Cumhuriyet yerleştikten sonra aynı çizgide, biraz daha temkinli dış politika izlemesi buna eklenmiştir.

Türk dış politikasının oluşturulma ve karar sürecine gelince, tek parti döneminde bu süreç Dışişleri Bakanı-Başbakan-Cumhurbaşkanı düzeyinde oluşuyor ve kesin karara varılıyordu. Bakanlar kurulu genellikle devre dışı bırakılıyordu. Şu da var ki, Atatürk ve İnönü gibi liderler kimi zaman dış politikaya yön verici direktifleri ile bu süreci yukarıdan aşağıya doğru yürütüyorlardı. Dışişlerinde, üst düzey diplomatların kararların oluşturulmasına katkıları ise Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ölçüsünde artmıştır. Günümüz de ise, dış politika bir “tabu” olmaktan çıkmış ve yavaş yavaş şeffaflık artmıştır. Önemli dış politika konularında devletin en üst düzey sivil ve asker sorumluları politika oluşturma sürecine bir arada katılmaya başlamıştır. Yine günümüzde, üniversiteler, bağımsız dış politika inceleme merkezleri, sivil toplum örgütleri, basın ve televizyon da yazıları ya da yorumlarıyla kamuoyunu ve hükümeti dış politika konusunda etkilemekte ve hatta sorunlara çözüm yolları önermektedirler. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen, kararlarda bugün bile Dışişleri Bakanı-Başbakan-Cumhurbaşkanı üçlüsü en önemli rolü oynamaktadır. Cumhuriyet döneminde Dışişleri Bakanlığı örgütüne gelince, bunun çağdaşlaşmasında önceleri 1940’larda Numan Menemencioğlu’nun, 1950’li yıllarda da Fatin Rüştü Zorlu’nun büyük hizmetleri olmuştur. Türkiye, bugün, hem nicelik hem de nitelik olarak gelişmiş bir Dışişleri Bakanlığı örgütüne sahiptir.

Türkiye, Milli Mücadele sona erdiğinden beri hiçbir savaşa sürüklenmemiştir. Bu durum Osmanlı devletinin kuruluşundan beri ilk kez görülmektedir ki, barış ve istikrar bakımından övünülecek bir durumdur. Gerçi Türkiye 1950’de BM bayrağı altında Kore savaşına katılmış; 1974’de Kıbrıs’ta askeri müdahalede bulunmuş ve son 10 yıldır da, terörist eylemlerine karşı sınır dışına uzanan “sıcak izleme” harekâtları yapmıştır. Ancak bunların hiçbiri gerçek bir savaş sayılamaz. Çünkü birincisi uluslararası toplu güvenliğin bir gereği olarak BM kararı uyarınca, ikincisi ENOSİS’i gerçekleştirmek ve Türkleri azınlık durumuna getirip ezmek üzere girişilen bir darbeye karşı, garanti antlaşmasının verdiği yetkiye dayanılarak, sonuncusu da, önceleri Irak hükümetinin izniyle, 1991’den sonra da Kuzey Irak’ta otorite boşluğu ortaya çıktığı zaman yapılmıştı. Cumhuriyetin 96 yıllık yaşamında bir savaşa sürüklenmeyişinin nedenini, onun milli sınırlar içinde kurulmuş bulunmasında ve kurucusu Atatürk’ün yeni kuşaklara bıraktığı dinamik, ama barışçı politikaya bağlı kalınmasında aramak doğru olur. Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasını farklı dış politika uygulamalarının gözlemlendiği altı ayrı dönemde incelemek mümkündür:

1) Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938)

Bu dönemde Türkiye, yeni kurulan Cumhuriyetin kendi kendine yeterli bir şekilde ayakta kalmasına çalışmış, bu amaçla içte kalkınma hamlelerine girişirken, dışarıyla ikili ve çok taraflı dostluk münasebetleri kurarak, barış içinde yaşamaya gayret sarf etmiştir. Ancak, 1938’de Hatay’ın Türkiye’ye katılması örneğinde olduğu gibi, milli menfaatler söz konusu olduğunda caydırıcılık gücünü kullanmaktan da geri kalmamıştır. Bu dönemde hem doğu hem de Batı ile ilişkiler dengeli ve benzer bir paralellik içinde geliştirilmiştir. Dış politikada savaş ve mücadele devrinin bittiğini vurgulayan ve daha çok işbirliği anlayışını geliştirmeye çalışan bir yaklaşım hâkimdir. Kısaca, Atatürk döneminde, aktif, rasyonel ve inisiyatif kullanmaktan çekinmeyen bir dış politika anlayışı gözlemlenmektedir. Dolayısıyla bu dönem, yurtta barış dünyada barış ilkesinin tam anlamıyla uygulamaya konulduğu, içte ve dışta yapıcı ve yenilikler dolu bir dönem olarak tanımlanmalıdır.

Dönemin süper devletlerine karşı verilen ve kazanılan bir bağımsızlık savaşından sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, başlı başına çok önemli bir uluslararası olaydır. Atatürk dönemi olarak nitelendirebileceğimiz Cumhuriyetin ilk yıllarında aktif bir dış politika uygulaması görülmektedir. Atatürk dönemi Türk dış politikasının belki de en önemli özelliği, bu dönemde, başta Atatürk olmak üzere, dış politikayı oluşturanların, ideolojik angajmanlara ve duygusallığa prim vermemiş olmasıdır. Ülkenin rotasının bütünüyle Batıya çevrilmesine ve top yekûn bir batılılaşmanın, ulusal bir hedef olarak devletin ve milletin önüne konulmasına rağmen, Arap dünyası ile ilişkiler de, gayet rasyonel ve ülke çıkarlarını gözetir bir yaklaşımla ele alınmıştır. Öte yandan bu dönemde daha beş-on yıl öncesine kadar karşılarında bağımsızlık mücadelesi verilen devletlerle bile, “reel politik” çerçevesinde siyasi ittifaklar kurulabilmiştir. Öte yandan, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika anayasası olarak ifade eden Atatürk, bu dönemde ortaya koyduğu dış politika uygulaması ile, bu ilkenin asla pasif ve inisiyatif kullanmaktan kaçan bir dış politika anlamına gelmeyeceğini, bizzat kendisi göstermiştir. Kısaca Atatürk döneminde, aktif, rasyonel ve inisiyatif kullanmaktan çekinmeyen bir dış politika anlayışı gözlemlenmektedir.

2) İnönü Dönemi Türk Dış Politikası (1939-1950)

Bu dönemde Türkiye’nin en büyük hedefi mevcut statükoyu muhafaza edebilmektir. Bu dönemde Türkiye, İkinci Dünya Savaşına taraf olmamak için önemli bir çaba göstermiş ve bunda da başarılı olmuştur. Ancak savaş sonrası kuzey komşumuz Sovyetler Birliğinin ülkemize dönük tehditkâr tutumu ve toprak talepleri karşısında, Türkiye bütün dış politika eylemini Batı ile birlikte hareket etme ve Batıya bağlanma ilkesine dayandırmıştır. Bu nedenle Batı dünyasında oluşan siyasi ve askeri bütün oluşumlara katılmayı kendisine amaç edinmiş ve bu şekilde güvenliğini sağlama alma yoluna gitmiş ve bu gerçekleştiği ölçüde dış politika eylemi başarılı sayılmıştır. Bu çerçeve de Birleşmiş Milletlere, Avrupa Konseyine ve Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütüne (OECD) üye olmuştur. Dolayısıyla bu dönem, içte bütünlüğü, dışa karşı da mevcut sınırları koruma çabalarının başarı ile yürütüldüğü tam bir statüko devri yani olanı muhafaza ve devam ettirme dönemi olarak tanımlanabilir.

3) Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası (1950-1960)

Bu dönem, tekrar yenilikler ve hareketliliklerin başlamış olduğu bir dönemdir. Bu dönemde değişen dünya konjonktürü ile Türkiye’nin milli çıkarları örtüşmüştür. Türkiye, güvenliğini ve sınırlarının korunmasını garantiye almak amacı ile sürekli olarak Batılı devletlerle yakınlaşmış ve Batının kurduğu bütün uluslararası organizasyonlarda yer almıştır. Bu dönemde, Türkiye’nin NATO’ya girmesi, gerek Türk-Amerikan ilişkileri gerekse Türk dış politikası açısından büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin NATO’ya girişi, bir devletin güvenliğini sağlaması için başka bir ülke ile ittifaka girmesinin çok ötesinde bir anlam taşımaktadır. Bu bağlamda, Türk dış politikasına yön verenler, Atlantik Antlaşmasını Türkiye için ulusal bir politika, bir dünya görüşü sayacaklar ve uluslararası olayları bu örgüt gözüyle değerlendireceklerdir.

Ancak, Batı ile yakınlaşması bir taraftan Türkiye’ye aradığı güvence ve desteği sağlarken, diğer taraftan da bölgesel bazda bir sistem çatışmasının tam ortasında kalmak gibi bir şansızlığı da beraberinde getirmiştir. Bu dönemde, Ortadoğu ülkelerinin milli ve bölgesel çıkarları ile Türkiye’nin milli ve bölgesel çıkarları ters orantılı ve birbirine zıt olarak gelişmiştir. Bu dönem ülkenin güvenliği, Misak-ı Milli’nin korunması ve ülkenin kalkınması için gerekli olan dışa dönük faaliyetlerin, dış ekonomik yardımların ve bu yollarla milli statükonun da korunması dönemi olarak nitelendirilebilir.

4) İki Askeri Darbe Arasındaki Dönem (1960-1980)

Bu dönem içinde içte politik değişikliklere uğrayan Türkiye, bir süre içe dönmüş, daha sonra yine kendi milli çıkarları doğrultusunda o zamana kadar ters düştüğü komşuları ile tekrar barış ve anlaşma köprülerini kurmaya başlamıştır. Ortadoğu’da bu girişimler başarılı olurken, özellikle Kıbrıs ve Ege’de Yunanistan ile gerginlik artmış ve Balkan komşuları ile de aynı barışçıl girişimler pek de başarılı olmamıştır. Bu dönemde pek çok hükümet değişmesine rağmen, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı dışında, dış politikada tamamen savunmaya dayanan, risk almaktan çekinen, günü kurtarmaya bakan, kısaca hareketsizlik esası üzerine kurulu bir dış politika anlayışının egemen olduğu, yani sadece statükoyu koruma çabalarının yoğunlaştığı ve sınır komşularına daha fazla dikkat ve önem verildiği görülmektedir.

5) Özal Dönemi Türk Dış Politikası (1980-1989)

Bu dönem ise bir öncekinin tam aksine dışa açılma ve yeni ufuklara yönelme girişimlerinin olduğu bir dönem olarak belirginlik kazanmıştır. Değişen dünya şartları içinde ortaya çıkan yeni tehdit unsurlarına karşı devlet ve milletin korunması ile devlet olarak etki ve etkinlik sahalarının geliştirilmesi prensipleri uygulanmaya konmuştur. Bu dönemde Türkiye hem siyasi, hem de ekonomik açıdan dışa açılmaya, daha geniş vizyonlara doğru politika üretmeye başlamıştır.

6) Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası (1989-2002)

Doğu Avrupa’daki çözülmelere paralel olarak iki süper güçten birisi olan Sovyetler Birliğinin dağılması ve Soğuk Savaş döneminin bitmesi, bir anda jeostratejik açıdan Türkiye’nin Batı için öneminin azaldığı şeklinde tartışmaları gündeme getirmiştir. Ancak bu tartışmalar kısa sürede aşılmıştır. Zira bir taraftan Sovyetler Birliğinin dağılması neticesinde ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri, diğer taraftan Balkanlardaki karışıklıkta Yugoslavya’nın parçalanma sürecine girmesiyle ortaya çıkan yeni devletlerin Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve hatta askeri yardımına yönelik beklentileri, Türkiye’nin bölgesel önemini bir anda artırmıştır. Ayrıca, 1990-1991 yıllarındaki Körfez Krizi Türk dış politikasının mevcut çizgisini bir anda sarsmış ve hatta değiştirmiştir. Zira Türkiye Batılı müttefiklerinin yanında aktif bir şekilde yer alarak, ilk kez Ortadoğu’daki uyuşmazlıklara taraf olmuş ve bu bölgeye dönük klasik politikasını değiştirmiştir. Bu gelişmeler Türkiye’nin önüne yeni ufuklar açmıştır.

Bu gelişmeler doğrultusunda Türkiye, kendisi açısından yeni bir dünya yaratmak bakımından oldukça önemli bir hedef olan “Adriyatik Denizinden Çin Seddine Türk Dünyası” ve “21. Yüzyıl Türklerin Yüzyılı Olacak” sloganları çerçevesinde yeni bir dış politika geliştirmeye başladı. Ancak, Türk dış politikasının son on yıllık seyrine ve uygulamalarına bakıldığında üretilen sloganların gerçekten içerikli bir politika haline getirilemediği veya pek çok noktada yetersiz kaldığı görülecektir. 1990’lı yıllarda, Türkiye giderek yoğunluğunu artıran terör ile uğraşmak zorunda bırakılmıştır. Türk dış politikasının bu yıllardaki en büyük zaafı, kendisine karşı, direkt veya dolaylı bir şekilde terörü destekleyen devletleri, uluslararası platforma taşıyamaması olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin belki de en önemli dış politika meselesi Avrupa birliğine tam üyelik konusu olmuştur. 1990’lı yıllardan bu yana Türk dış politikası adeta kendisini Avrupa Birliğine tam üyelik meselesine kilitlemiştir. Ancak, ekonomik alanda olduğu gibi, demokrasi, insan hakları ve bireysel özgürlükler alanlarında da Avrupa standartlarının çok gerisinde olunması, bu yolda verilen bütün çabaları sonuçsuz bırakmıştır.

7) AKP Dönemi Türk Dış Politikası (2002-2024)

AKP iktidarının bir dönemlemesini yapmak kolay olmamakla birlikte, çok kabaca bakılırsa, iktidara geldiği 2002 sonundan 2010 sonuna kadar hem iç hem dış politika açısından olumlu bir tablo ortaya çıktığı, bunun sonrasında ise durumun aksi yönde geliştiği söylenebilir. Döneme damgasını vuran AKP iktidarının dış politikadaki performansı da takvim açısından genel olarak iç politikaya paralel seyretti. Bu dönemde AKP’nin izlediği dış politikanın ideolojik ve kişiselleştirildiği söylenebilir. AKP sonuçlarını düşünmeden proaktif bir dış politika uygulamıştır. Bu bağlamda Demokrat Parti ve Özal döneminde uygulanan dış politikalarla benzerlik göstermektedir. Özellikle bu benzerlik Ortadoğu bağlamında daha net görülmektedir.

Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse Cumhuriyet döneminde Türk dış politikası;

1) Genelde statükocu bir yaklaşım sürdürmüştür;

2) Kararlarda daima işin bir askeri etki yönü mevcut olmuştur. Bu Osmanlıdan beri devam eden bir gelenektir;

3) Uluslararası değişiklikler (iki kutuplu dünya, sistemlerin çökmesi, çok veya tek kutuplu durum) Türkiye’yi yakından etkilemiştir;

4) Genelde hükümetler arası ilişkiler esas alınmış ve diğer seviyelerdeki ilişkiler ihmal edilmiştir;

5) Çok fazla bürokrasi nedeniyle yeterince inceleme ve bilgiye dayalı araştırma veya projeksiyon pek yapılmamıştır. Politikalar revizyonist olamamıştır.

100 yıllık Cumhuriyet tarihimizde, özetle üç farklı dış politika yaklaşımı görülmektedir:

1) Atatürk döneminde uygulanan aktif, inisiyatif kullanan, çok yönlü, duygusallıktan ve ideolojik angajmanlardan kendini sıyırmış ve uluslar arası ilişkileri reel politik kavramı içinde değerlendiren bir dış politika yaklaşımı;

2) İnönü döneminde başlayan ve daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneği haline gelen pasif, hareketsiz, hantal, diplomasiyi sadece savunma mekanizması olarak kullanan, bütün mesaisini problemlerden uzak kalmaya adayan ve bunun içinde her türlü hareketi sineye çeken bir dış politika anlayışı.

3) Menderes, Demirel, Özal ve halefleri döneminde uygulanan aktif, çok yönlü ancak duygusallıktan ve ideolojik angajmanlardan kendini sıyıramamış ve uluslararası ilişkileri reel politik kavramı içinde değerlendiremeyen bir dış politika yaklaşımı;

Sonuç olarak 100 yıldır uygulanan dış politikanın, değişen konjonktürler göz önünde tutularak, kimi eksikliklere, çekingenliklere ve ihmallere karşın, gene de başarılı bir biçimde uygulandığını söyleyebiliriz. Ancak bugün, dünyada pek çok şeyin değişmesine, değişmenin de ötesinde gelişmesine rağmen, Türkiye’de genel olarak siyaset, özel olarak da dış politika anlayışında, statükocu bir yaklaşımının ötesine geçildiğini söyleyebilmek zordur.

Peki, Neler Yapılabilir?

1) Zamanın değişen şartlarına göre değişime yatkın olunmalıdır. İçine kapanık dış politika uygulaması terk ederek, aktif bir dış politika izlemelidir;

2) Geçmiş hatalardan ders alınarak ilerisi için hazırlık yapılmalıdır;

3) Çok fazla tek-yönlü yani tek hedef veya merkezli olmaktan çıkıp daha çok yönlü ve çok seviyeli-katlı ilişkiler geliştirilmelidir;

4) Gerek AB ve gerekse diğer bölgesel ilişkiler için daha değişik ve yapıcı çalışmalar ve yeni yaklaşımlar geliştirilmelidir;

5) Milli çıkarlar kendi açımızdan ve geleceğimiz açısından incelenmeli ve çok daha geniş bir vizyon içinde ileriye dönük aktif politikalar geliştirilmelidir;

6) Uluslar arası konjonktür hızla değişmektedir. Onun için dış politika analiz ve kararları bilgi, gerçekçi tahlil ve dinamizmle geliştirilmelidir. Değişimler iç istikrar ve ekonomik gelişimlerle dengelenmelidir.

7) Türk dış politikasının tarihsel olayların gösterdiği gibi tek boyutlu, sürekli olarak ABD ve AB endeksli olarak değil, daha çok ulusal çıkarlar doğrultusunda, çok yönlü ve ileriye dönük olarak oluşturulması gerekmektedir.

8) Geleneksel “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikası sürdürülmeli, ancak ulusal çıkarların korunması ve savunulmasında daha aktif politikalar izlenmelidir. Bugüne kadar ağırlıklı olarak izlenen çekingen politikalar yerine, kararlı politikalar ortaya konulmalı, Türkiye’yi ilgilendiren her konuda olası değişimlere hazırlıklı, politika yapıcı bir mekanizma oluşturulmalıdır.

9) Yeni Dünya Düzeni ABD’nin kontrolünde giderek çok kutupluluğa doğru gitmektedir. Türkiye bölgesinde ister istemez bu kutuplardan biri olmaya tarih ve coğrafya tarafından zorlanacaktır. Kaldı ki Türkiye yeni dengeler oluşumuna öncülük edebilecek güç, yetenek ve tecrübeye sahiptir. Dünyadaki olayların seyri, bazı ülkeler istemese de, giderek Türkiye’nin lehine gelişmektedir. Türkiye, bölgesinde güven ve istikrarı sağlayacak yegâne ülkedir. Bu sebeple, bölge ve kendi istikrarı için daha aktif olmalıdır. Türkiye bunu sağlayacak güçtedir. Ancak Türkiye bölgesinde, büyük bir imparatorluğun da mirasçısıdır. Dolayısıyla bu tarihi sosyal ve kültürel mirasla ilgilenirken, burada yaşayanlarla yakın ilişkiler kurabilmelidir. Yani Türk dış politikası, Dün’ü, Bugün’ü ve Yarın’ı göz önüne alarak, bağımsız ve barışçı politikalar uygulayacak ortamı ve güveni dostluklarla sağlamalıdır.

10) Türkiye’nin jeopolitik geleceğinin önü açıktır. Avrasya bölgesinde siyasi ve ekonomik olarak yeni bir güçtür. Dünya enerji hattının ve sınırsız ham madde kaynaklarının ortasında bulunan Türkiye, Cumhuriyetin 100. yılında dünyada Büyük Güçler arasında ilk on’a girmeyi hedeflemelidir.

11) Türk dış politikası bugüne kadar askeri işbirliğine dayalı olmuştur. Oysa yeni dış politika vizyonu, ekonomik boyuta taşınmalıdır. Türk ekonomisi içerde ve dışarıda ne kadar güçlü olursa, Türk dış politikası da o kadar güçlü olacaktır. Yani ekonomik gücümüzü artırıp, dışarıya taşıdıkça, siyasi gücümüz de buna bağlı olarak artacaktır.

12) Türkiye, bölgesindeki çatışmalara engel olabilmek için sorumluluk almalıdır. Türkiye bugüne kadar uyguladığı pasif dış politikadan, aktif ve çok yönlü dış politikaya yönelmelidir. Türkiye bölge ülkeleri ile sürtüşmeyen ve başka ülkelerin dış politikalarına alet olmayan tarihi misyonuna uygun politikalar izlemelidir.

13) Sonuç olarak Türkiye, etrafındaki bu sancılar arasında bir yeni doğuma hazırlanmaktadır. Türk dış politikası, özellikle bölgesinde ve dünyada barışı, düzeni ve adaleti sağlamak için dinamik ve çok unsurlu uyguladığı denge politikasını başarıya ulaştıracaktır. Tarihi görevini yine başarıyla yerine getirecektir. Açıkçası “Gözü olana gün ışımıştır.”



Bu yazı 1075 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI