Bugün, başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında çizilen Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye soyunmuş görünmektedir. 20. yüzyıl, Hobsbawm’ın deyimiyle “kısa yüzyıl”, haritalandırma ile başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın galip güçleri Ortadoğu’yu stratejik çıkarlarına uygun şekilde böldü. 1923’de diplomatik manevralar sona erdi ve Ortadoğu’da yeni siyasi haritacılık ortaya çıktı. Ortadoğu’nun siyasi haritası o günden bu yana aşağı yukarı aynı kaldı. Sonra çeşitli bölgeler bir güçten diğerinin eline geçti ama 1923’teki haritanın dış hatları, 21. yüzyılın başındaki işgallere ve isyanlara rağmen, hala varlığını korumaktadır.
1924’de İngiltere hem Ortadoğu’da hem de Afrika’da bağımsız bir İngiliz üssü yapmak için Sudan’ı Mısır’dan ayırdı. Aynı yıl, Arap yarımadasının son haritası çizildi. Yerel bir dini hareket olan Vahhabilerin ve ortakları Suudi kabilesinin yükselişini takiben, Suudi Arabistan yeni bir jeopolitik yapı olarak ortaya çıktı ve kısa sürede Şerif Hüseyin’in Hicaz’daki Haşimi Krallığını yuttu. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’ndaki hizmetlerinden dolayı, Hüseyin’in oğulları Faysal’a Irak’ı, Abdullah’a da Ürdün’ü verdi. İngilizler ayrıldıktan sonra Filistin Mandası (1918-1948) İsrail, Batı Şeria (1952’de Ürdün’e katıldı) ve Gazze Şeridi (Mısır’ın kontrolünde) olarak üç ayrı jeopolitik yapıya bölündü. Suriye toprakları, bir yandan Fransa’nın böl ve yönet politikası, öte yandan farklı etnik ve dini grupların yerel istekleri yüzünden bölündü. Arap ülkeleri parçalanıp bölünürken, Türkiye ve İran bağımsızlıklarını ve bütünlüklerini koruyabilen ülkeler oldu. İki savaş arası dönemde bazı Arap ülkeleri yarı-bağımsız hale geldi. İngiltere ve Fransa, kendilerine önemli ayrıcalıklar tanıyan özel anlaşmalarla Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak’a yarı-bağımsızlık tanıdı. Bu anlaşmalar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gözden geçirilse de belirgin bir değişiklik olmadı. Bu da Mısır ve Irak’ta darbelere neden oldu. Libya’ya, 1919’da Milletler Cemiyeti tarafından bağımsızlık verilmiş ama Libya kısa süre sonra Mussolini’nin imparatorluk sevdasına kurban gitmiştir. Avrupa için elini Kuzey Afrika’dan çekmek zor olmuştur. Cezayir, Tunus ve Fas iki savaş arası dönemde Fransa’nın ayrılmaz parçası olarak görülmüştür.[1]
Ortadoğu, özellikle Mezopotamya bölgesi, bereketli toprakları, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, sömürgeci güçlerin her dönem ilgi alanı olmuştur. Aynı zamanda sıcak denizlere açılan jeostratejik konumuyla, Hindistan ticaretini kontrol altında tutmak isteyen sömürgeci güçlerin (16. yüzyılda Portekizler, 17. yüzyılda Hollandalılar, 18. yüzyılda İngilizlerin) her zaman iştahını kabartmıştır. Bu ilgi, petrolün bulunması, kullanım alanlarının çoğalması ve stratejik bir önem kazanmasıyla birlikte daha da artmıştır.
Emperyalizm çağına, “üzerinde güneş batmayan ülke” olarak giren en büyük sömürgeci devlet İngiltere, bu hegemonyasını sürdürebilmek için, Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurmak istemiştir. Bu nedenle de Ortadoğu haritasını sil baştan yeniden çizmek istemiştir. Dolayısıyla emperyalist güçlerin bölge üzerinde hâkimiyet kurabilmeleri için, 19. yüzyıla kadar Ortadoğu’ya “sahip” iki büyük devletin, Osmanlı ve İran’ın zayıflatılması ve parçalanması ve topraklarının “paylaşımı” istenmiştir.
İlk olarak Çarlık Rusya’sı, ardından İngiltere, bu bölgeye yönelmiştir. 19. yüzyılın bu iki büyük sömürgeci gücü, Karadeniz ve Kızıldeniz kıyılarına yerleşerek, Ortadoğu’nun geleceği üzerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya atağa kalkmış ve Berlin’i Bağdat’a bağlayacak olan demiryolu projesiyle Ortadoğu’ya, oradan dünyaya açılma politikasını (Drang nach Osten/Doğuya doğru) yaşama geçirmeye çalışmıştır. Dönemin en hızlı yükselişini yaşayan Alman emperyalizmi olmuştur.
Osmanlı Devletinin parçalanmasının ardından Ortadoğu, sürekli savaşların yaşandığı bir coğrafyaya dönüşmüş ve batılı devletler kendi çıkarlarını gözeterek burada böl-yönet planını uygulamıştır. Bu planın ilk tohumları Birinci Dünya Savaşı sırasında Sykes-Picot ile atılmıştır. Ortadoğu’nun yeniden paylaşımının gündeme geldiği bugünlerde, Sykes-Picot anlaşmasının adı daha sık telaffuz edilmeye başlanmıştır. Çünkü bugünkü Ortadoğu’nun sınırları büyük oranda bu anlaşma çerçevesinde belirlenmiştir.
Bölgesel dinamiklerden ziyade taraf ülkelerin çıkarlarını gözeten Sykes-Picot anlaşmasının ruhu sonraki dönemlerde yapılan ve yeni ülkeleri ortaya çıkaran anlaşmalara da yansımıştır. Ortadoğu ülkelerinin, farklı kimlik ve inançtan unsurları bir arada yaşamaya zorlayan, sınırları suni olmakla eleştirilmiş, bu sınırlar her an kırılmaya hazır sosyal fay hatları olarak görülmüş ve bölgede yaşanan savaşların ve gerilimlerin de temel kaynağı olarak gösterilmiştir.
1917 Sovyet Devrimi, sadece bu gizli paylaşım anlaşmasını kitlelere açıklamakla kalmamış, ezilen halklar üzerinde yarattığı etkiyle de, savaşın gidişatını değiştiren bir rol de oynamıştır. Sovyetler Birliği, anlaşmayı tanımadığını açıklamış ve bölge halklarını emperyalistlere karşı mücadeleye çağırmıştır. Sykes-Picot anlaşmasındaki bölüşüm, 1920 yılında Sevr olarak bazı küçük değişikliklerle Osmanlı’nın önüne yeniden getirilmiştir. Ancak Ankara Hükümeti, Sevr’i tanımadığını açıklayarak, bugünkü sınırlarına kavuşabilmiştir.
İnsanlık tarihinin en eski uygarlıklarının beşiği olan bu coğrafyada, yani Ortadoğu’da, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında sınırlar yeniden çizilirken ve yeni devletler oluşturulurken, bölge halklarına hiç sorulmamış, onların iradesine başvurulmamıştır. Fakat emperyalist savaşa karşı başlayan halk ayaklanmaları ve devrimler, her şeyin emperyalistlerin planları doğrultusunda gerçekleşmeyeceğini somut olarak göstermiştir. Bu halklar içinde bağımsızlık mücadelesi veren ve kazanan tek ülke Türkiye olmuştur. Nitekim İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Türkiye örneğini takip eden birçok ülkede devrimler patlak vermiş, sadece faşizm değil, kapitalist-emperyalist sistem büyük bir darbe yemiş, geriletilmiştir. Bugün sürmekte olan yeni emperyalist savaşı da durduracak ve emperyalistlerin planlarını bozacak tek güç ezilen halkların ayaklanmaları ve devrimleri ya da Türkiye olacaktır.
Emperyalistlerin Ortadoğu politikalarına yön veren ana faktör, yeraltı-yerüstü zenginlikleridir. Bunun da başında petrol ve su gibi enerji ve yaşam kaynakları gelmektedir. Bu durum, bugün için de geçerlidir. Yine sınırlar, halkların iradesi dışında çizilmeye çalışılmakta ve yine her şey, bu kaynakları kimin ele geçireceğinde düğümlenmektedir.
Petrol çağından önce, Ortadoğu’daki devletler bölgelerini/sınırlarını tarif etmek için çok az bir çaba harcamışlardır. Bedevi Arapların çoğu, kabilelerine veya şeyhlerine bağlılık gösteriyordu ve Arabistan Çölünde sürülerinin ihtiyaçlarına göre dolaşma eğilimindeydiler. Onlar için resmi sınırların çok az bir anlamı vardı ve belli bir politik birime mensubiyet kavramı yoktu. Organize otorite limanlara ve vahalara hapsedilmişti. Ancak 1930’larda ilk petrol imtiyazlarının imzalanışı sürece yeni bir ivme kazandırmış ve bu da özellikle en değerli petrol yataklarının bulunduğu alanlarda anlaşmazlıklara neden olmuştur.
1971'e kadar, İngiltere Ortadoğu’da düzeni sağlamış ve yerel tartışmalarda taraflar arasında hakemlik yapmıştır. Ancak İngiltere’nin çekilmesiyle eski toprak iddiaları ve baskı altına alınmış kabileler arasındaki husumetler tekrar ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’ya İngiltere tarafından sunulan modern devlet kavramı (yani sınırlar) ve sınırların önem kazanması (petrol yataklarına sahip olmak için) beraberinde şiddetli bölgesel anlaşmazlıkları da getirmiş oldu.
Arap Dünyası’nın bugünkü sınırlarının çoğu İngiltere ve Fransa tarafından 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında çizilmiştir. Yine bu ülkeler tarafından seçilen krallar, emirler veya şeyhler, yeni oluşturulan ulus devletlere yarı-özerk yöneticiler olarak yerleştirilmiş; kimileri yeni sınırları çizdikleri için, kimileri ise İngiltere ve Fransa’ya hizmet ettikleri için bu görevlere getirilmiştir, mesela Mekke Şerifi Hüseyin gibi.
Birçok Ortadoğu devleti iki Dünya Savaşı arasında özgürlükleri için kanlı isyanlar yapmalarına rağmen İngiltere veya Fransa’dan bağımsızlıklarını elde edememişlerdi. Bu mücadeleler İngiltere ve Fransa tarafından verilen bağımsızlık şeklinde sona erdirildi; bu yüzden de bu ülkelerin sınırları neredeyse hepsi ilk çizildiği haliyle olduğu gibi kaldı. Bu sınırların bazıları İngiliz ve Fransızların sömürge çıkarlarına hizmet etmiş olan Arap liderlerin fikri alınmadan kararlaştırılmıştır.
Deniz, nehir, çöl ve dağ coğrafyası bu bölge için kalıcı doğal sınırlar oluşturmasına rağmen Arap dünyasının siyasi sınırları Arap azınlıkları Arap-olmayan ülkelerde (Türkiye ve İran gibi) ve ayrıca Arap olmayan azınlıkları da Arap ülkelerinde bırakarak sürekli değişip durmuştur. Dolayısıyla şimdiki bölgesel sınır anlaşmazlıklarının başlangıcını/tarihini tam olarak anlayarak gelecekte ya onlarla birlikte yaşamayı ya da yeni sınırların çizilmesini umut edebiliriz.
İsrail istihbaratı, MOSSAD, eski daire başkanı Efraim Halevy bir konuşmasında; “Eğer Ortadoğu haritalarına bakarsanız, sınırlar harita başına oturmuş ve cetvellerle sınırların hatlarını çizmiş olan İngiliz ve Fransız çizimcileri tarafından çizilmiş çok düz hatlardır. Eğer cetvel herhangi bir sebepten, örneğin bir çizimcinin el titremesinden, dolayı harita üzerinde hareket ettiğinde, bundan dolayı sınır da (el ile) hareket etmiştir”.
Efraim Halevy başka bir konuşmasında ise; “Şeffaf kâğıt kullanarak Irak ile Ürdün arasındaki haritayı çizen Gertrude Bell ile ilgili meşhur bir hikâye vardır. Bell, birisiyle konuşmak için döner, dönerken kâğıt hareket eder ve cetvel yerinden oynar ve böylece Bell, önemli bir bölgeyi Ürdün'e ilave etmiş olur”.
Newcastle Üniversitesi'nden tarihçi Jim Crow ise şöyle demiştir: “O imparatorluk taksimatı olmadan, Irak bugünkü durumunda olmazdı. Gertrude Bell Ortadoğu'daki Arap devletlerinin İngiltere'nin lehine oluşturulmasında etkili olan iki ya da üç İngiliz'den biriydi”.
İlginç bir olay da 2 Aralık 1922’de Kuveyt-Suudi Arabistan sınırını belirleyen anlaşmanın imza töreninde yaşanır. İmzalamadan önce Kuveyt Şeyhi Ahmet, Sir Percy Cox’a, “Bir gün İbn Suud ölür ve ben büyükbabam gibi güçlü bir lider olduğumda, bu haksız anlaşmayı iptal eder ve kaybettiğim toprakları geri alırsam o zaman İngiliz Hükümeti itiraz eder mi?” diye sorar. Sir Percy Cox “güler ve hayır der”; ve ekler “Tanrı senin çabalarını kutsasın”. Bunun üzerine Şeyh Ahmet anlaşmayı imzalar.
Osmanlı Devletinin dağılmasının ardından Batılı devletlerin girişimiyle onlarca ülkeye bölünen Ortadoğu coğrafyası, bugün yeniden haritalar üzerinden parçalanmaya ve bölüşülmeye çalışılıyor. Bugün yine Ortadoğu’ya yönelik haritalar üzerinden bir algı operasyonu yapılmaktadır. Haritalarla inşa edilmeye çalışılan siyasi, kültürel ve ideolojik plan uygulanmaktadır ve bunun bilinen adı da Büyük Ortadoğu Projesidir.
Bölgenin gelecekte alacağı parçalı şekli yansıtan muhtemel haritalarda, etnik ve dini unsurların öne çıkarılması dikkat çekmektedir. Mesela 2006 yılında Amerika’da “Armed Forces Journal” dergisinde yayınlanan haritada, Ortadoğu’daki ülkelerin neredeyse tamamının sınırları değiştirilmiş olarak gösterilmiştir.
Eylül 2013’de New York Times Gazetesinde Robin Wright imzasıyla yayımlanan bir makalede ise, sınırları 100 yıl önce sömürgeci güçler tarafından çizilen ve Arap otokratlar tarafından yönetilen 5 ülkeden 14 yeni ülke ortaya çıkabileceği savunulmuştur. Karşıt inançlar, kabileler ve etnik kimliklerin Arap Baharının öngörülemeyen sonuçlarıyla birlikte bölgeyi ayrıştırdığı savunulan makale ile birlikte yayımlanan haritada, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’deki etnik ve mezhepsel farklılıklar sınırlara yansıtılırken, federasyon, yumuşak bölünme veya otonomi ile ülkelerin çözülmeye başlayıp coğrafi ayrılıklarla yeni ülkelerin ortaya çıkabileceği ifade edilmiştir. Ayrıca haritada Suriye’nin kıyı kesimi boyunca uzanan topraklarda “Alevi Devleti” kurulması öngörülürken, ülkenin kuzeyi “Kürtlere” geri kalanı ise Irak’ın da büyük bir kesimini içine alacak “Sünni Devletine” bırakılmış olduğu görülmekte. Irak ise “Şii, Sünni ve Kürt bölgesi” olmak üzere üç parçaya ayrılmış olarak gösterilmiştir. Söz konusu haritada Yemen doğu-batı yönünde iki parça halinde Libya ise Trablus, Sirenayka ve Fizan olmak üzere üç ayrı devlet olarak gösterilmiştir.
ABD’de yayımlanan “The Atlantic” dergisinde de yer alan “Ortadoğu’nun yeni haritası” başlıklı Jeffrey Goldenberg imzalı makalede, Ortadoğu’nun gelecekte nasıl görüneceğine dair 2006 tarihinde yayımlanmış haritaya yeniden yer verilirken, “Irak’ta bölünme kaçınılmazken neden savaşalım?” ifadesini kullanılmıştır. Makalede Arap Baharı öncesi dönemde çizilmiş haritanın geçerliliğini koruduğuna işaret edilirken, “Ortadoğu’da istikrarın sonuna gelindiği ve Irak’ı hiç bir tutkalın bir arada tutamayacağı” savunulmuştur.
ABD’nin önde gelen yayın kuruluşlarından “Wall Street Journal”da yer alan bir değerlendirmede ise IŞİD’in Irak-Suriye sınırındaki aktifliğine dikkat çekilirken, “kumdaki çizgilere” benzetilen sınırların ortadan kalktığı görüşü dile getirilmiştir. Ben Winkley tarafından kaleme alınan makalede haritaya yer verilmezken, “IŞİD sonrasında Irak’ın üç parçaya ayrılma ihtimalinin muhtemelden çok kesin bir sonuç olduğu” değerlendirmesi yapılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda büyük devletler, “Arap bir Ortadoğu” düşünmüş, sınırları çizerken sadece petrole ve kendi nüfuz alanlarına bakmışlardır. Irak, Suriye, Ürdün, Körfez ve Suudi Arabistan sınırlarına bakın, cetvelle çizildikleri bellidir. Suriye, Fransa’nın, Irak, İngiltere’nin mandasıydı, sınırları da ona göre çizilmişti, diğerleri de öyle. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İsrail kurulmuş, Soğuk Savaş sonrası dönemde ise (yani günümüzde) “Kürdistan”ın kurulması düşünüldüğü anlaşılmaktadır.
“Arap Birliği” ya da “Arap Baharı” derken gelinen nokta da (doğal sınırsızlık uzun süre Arap milliyetçiliğinin (Pan-Arabizm) iştahını kabartmıştı) şimdi tekil ülkelerin birliği bile tehlikede görünmektedir. Günümüzde Irak ve Suriye’de Kürt, Şii Arap ve Sünni Arap devlet ya da “özerk bölgelerinden” bahsedilmektedir. Dolayısıyla 21. yüzyılın temel sorusu Ortadoğu’daki sınırlardır! 21. yüzyıl Ortadoğu sorunlarının yüzyılı olacak gibi görünmektedir. Yani sınırlar değişecektir ama nasıl? Soru bu?[2]
Türkiye açısından, bugün temel sorun, Türkiye’nin bugünkü güney sınırının 21. yüzyılda da “milli sınır” olarak kalmaya devam mı edecek? “özerk sınıra” mı dönüşecek, yoksa değişecek mi? Artık bugün hiçbir devlet Ortadoğu’da Kürtleri dikkate almadan bir siyaset geliştiremez durumdadır. 21. yüzyılda Ortadoğu’da sadece Türkler, Farslar ve Araplar değil, Kürtler de vardır. Şu ya da bu tarzda bir siyasi forma da ulaşacak gibi görünmektedir. Ama nasıl? Adı özerklik olsun, ayrı devlet olsun, yeni “sınırlar” nerelerden geçecektir? O topraklardaki insanlar bunu ne ölçüde kabul edecektir? Kitle halinde göçler ve vahim insani dramlar yaşanmayacak mıdır?[3]
Sonuç olarak bu tarihi sürece baktığımızda Ortadoğu’nun özel olarak da Türkiye’nin bugün de tıpkı geçmişte olduğu gibi genelde Batı özelde ise İngiltere ve Amerika için büyük önem taşıdığını görüyoruz. 20 yüzyılın başında İngiltere bölgeye yönelik geliştirdiği (Sykes-Picot ve Sevr gibi) projelerle Ortadoğu bölgesini kendisine göre şekillendirmiş, şimdi ise (yani 21. Yüzyılın başında) Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bölgeyi kendisi için şekillendirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu proje çerçevesinde Ortadoğu’nun, Ortadoğu ülkelerinin alacağı şekil yakın vadede daha net olarak ortaya çıkacaktır. Aslında bu proje çerçevesinde Ortadoğu’daki ülkelerin alacağı yeni şekillerden ziyade bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil olacaktır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Amerika’nın 1990’ların başında uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesinin varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra 2000’li yılların başında haberdar olmuştur. Batı’da Atlas okyanusu kıyılarından doğuda Çin’e, güneyde Yemen ve Somali’den kuzeyde Balkanlara, Kafkaslara kadar uzanan bu geniş coğrafyada, Amerika’nın 1991’den beri yürüttüğü askeri operasyonlar ve dayattığı siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel çözümler hep bu projenin birer parçaları durumunda olmuştur.
Bu bölgelerin, özellikle de Ortadoğu bölgesinin, genelde Batı dünyası, özelde de Amerika için bir hammadde deposu ve bir pazar olarak görüldüğü anlaşılıyor. Bölgeyi bu şekilde gören İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında bölge ülkelerine özgürlük vadederek, onları Osmanlı “zulmünden” kurtarma bahanesiyle bölgeye yerleştiğini ve bölgedeki kaynakları ele geçirdiğini biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin yerini alan Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ni ve Komünizmi bir tehlike, kendisini ise özgürlüklerin koruyucusu olarak göstererek kendi ulusal çıkarlarını korumaya çalıştığını görüyoruz. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise bu defa kendi yarattığı ve beslediği terörü gerekçe göstererek bölge ülkelerini her anlamda sömürdüğünü görüyoruz. Bu sömürünün bilinen adı Büyük Ortadoğu Projesidir, tıpkı Sykes-Picot ve Sevr gibi. Fakat burada acı olan şudur; birincisinde bu sömürüye dur diyen bir Mustafa Kemal ve Türkiye var iken ikincisin de maalesef bunu göremiyoruz.
Büyük Ortadoğu Projesinin bölgeye demokrasi, insan hakları, eğitim vs. getirmeyeceği artık çok net bir şekilde ortaya çıkmış, aksine bu proje çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edildiği/edileceği açıkça görülmüştür. Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine göre Irak, Suriye ve diğer bölge ülkelerinin alacağı yeni şekiller yakın gelecekte daha net olarak ortaya çıkacaktır. Irak’ta istikrarın (bilerek veya bilmeyerek) sağlanamayacağı, özellikle de kuzeyine göre güneyinde kargaşanın devam edeceği, bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre tamamen bölünebileceği, Musul, Bağdat ve Basra merkezli yeni siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır. Yine aynı şekilde Suriye’nin üçe bölünebileceği ve yeni siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali de var olacaktır.
Bütün bu gelişmelerden bölgedeki ülkeler paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada bizim için önemli olan Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli hale gelip gelmeyeceği meselesidir.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarında tamamen İngiltere ve Amerika ile birlikte hareket etmiş olduğunu görüyoruz. Fakat bu politikalarında pek de başarılı olduğu söylenemez. Bugün yine Amerika, İngiltere ve onların bölgedeki uzantılarıyla birlikte hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler kaybettireceğini çok iyi hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye bir yol ayrımındadır, ya Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Amerika ile birlikte hareket edecek ve bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da Atatürk’ün milli dış siyasetine geri dönecektir. Bölgede yaşananlar ne Irak, ne Suriye, ne Arap Baharı ne de Büyük Ortadoğu Projesi meselesidir. Bu, bize göre, tamamen bir Türkiye meselesidir. Başka bir deyişle Türkiye’nin mevcut yapısını (her anlamda) koruyup koruyamayacağı meselesidir. Evet, öyle anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat “Küçük Türkiye” ve diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”. Eğer acilen Atatürk’ün milli dış siyasetine dönülmediği takdir de Ortadoğu’da yaşanacak olan ne Arap, ne Fars, ne Türk ne de Kürt baharı olacaktır, yaşanan sadece ve sadece Amerikan’ın (ve bölgedeki uzantılarının) baharı olacaktır.
Kaynaklar
Arabian Boundaries, 1853-1960.
Arabian Boundaries, 1961-1965.
Arabian Boundary Disputes.
Arabian Treaties, 1600-1960.
Ewam W. Anderson, International Boundaries: A Geopolitical Atlas, Routledge, London 2003.
Ilan Pappé, Ortadoğu’yu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul 2011.
Richard N. Schofield (ed.), Arabian Boundary Disputes, Cambridge University Press, Cambridge 1992.
Taha Akyol, Hürriyet Gazetesi, 20 Temmuz 2012.