GEÇMİŞTEKİ “MUTLULUĞUNU” ARAYAN ÜLKE: YEMEN
Yemen’in Jeopolitik ve Jeostratejik Önemi
Yemen coğrafi ve tarihi açıdan ele alındığında (Ortadoğu’da) her anlamda kilit bir ülkedir. Son derece önemli stratejik bir geçiş noktasındadır. Ülke, Asya’nın Afrika’ya geçiş noktası gibidir. Ayrıca dünyanın en önemli suyollarından biri olan Süveyş Kanalının adeta “tıpası” denebilecek Kızıldeniz’in hemen uç noktasını Cibuti ve Somali ile birlikte tutmaktadır. Yemen, Kızıldeniz’in Arap Denizi ve devamında Hint Okyanusuna açılan kısmında adeta doğal bir hisar gibidir. Doğu Afrika ile Arap yarımadası arasında bir geçiş noktasıdır. Ülke aynı zamanda kültürlerin de geçiş noktasındadır. Yemen için, Arap Yarımadasının Afrika ile adeta kucaklaştığı yer de denebilir. Yemen ve Aden Körfezini Kızıldeniz’e bağlayan Bab’ül-Mendeb Boğazı uluslararası alanda petrol güvenliği açısından önemli ve stratejik bir konuma sahiptir. Bab’ül-Mendeb Boğazı, Afrika Boynuzu ile Ortadoğu arasında, Akdeniz ile Hint Okyanusunu birbirine bağlayan stratejik bir konumdadır. Dolayısıyla Bab’ül-Mendeb Boğazı pek çok açıdan Hürmüz Boğazı veya Türk Boğazları gibi stratejik bir suyoludur. Ayrıca Yemen, Cibuti ile birlikte Kızıldeniz’in girişini tutan adeta bir kale gibidir. Cibuti, ABD’nin Afrika Komutanlığının üssüdür ve Yemen bu üs için de kilit bir noktadadır. Bu özellikleriyle Yemen, uluslararası sistemin devamı açısından hayati bir yer işgal etmektedir.
Yemen’in özel konumu ülkeyi dış müdahalelere de açık hale getirmektedir. Özellikle kuzey komşusu olan Suudi Arabistan, bir gözü sürekli olarak Yemen’de yaşamaktadır. Bunun ilk nedeni Suudi Arabistan’ın kendisini Arap Yarımadasında lider ve sorumlu ülke olarak görmesi, ikincisi ise iki ülke arasındaki sınırların oldukça yapay olarak bölünmüş olmasıdır. Ayrıca Ortadoğu’daki Suudi Arabistan-Mısır ve Suudi Arabistan-İran rekabeti de Yemen’e doğrudan yansımaktadır. Uluslararası çekişmeler de ülkeyi etkilemektedir. Mesela geçmişte bu ülke Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki sert rekabetin tam ortasında idi. Dolayısıyla Yemen, dün olduğu gibi bugün de küresel ve bölgesel rekabetin çatışma sahasına dönüşmüştür. İşte bu özellikleriyle Yemen, sadece Ortadoğu’da değil uluslararası alanda da önemli bir yere sahiptir.
Kaynaklarda, Yemen’in isminin (Yemen ül-Meymun, Arabia felix gibi) “mutlu” sıfatıyla birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu sıfatın kullanılmasının temel nedeni Yemen’in kadim çağlarda son derece müreffeh ve huzur içinde topraklar olmasıdır. Yemen’i o yıllarda “mutlu bir ülke” yapan nedenlerden biri Hindistan’dan gelen ticari ürünlerin Yemen ve Kızıldeniz üzerinden Akdeniz’e ulaşıyor olması ve bu ticaretten Yemen’in çok iyi gelir elde etmiş olmasıdır. Buna karşın ülkenin bugünkü durumu bu ifadelerden çok uzak bir yerdedir.
Yemen, 1990 yılında gerçekleşen Güney-Kuzey birleşmesi sonrası önemli bir gelişme göstermiş olmakla birlikte, ülkede pek çok sorun da varlığını korumaya devam etmektedir. Coğrafi yapısı, sahip olduğu petrol kaynaklarının yakın bir dönemde tükenme tehlikesi, hızlı nüfus artışı, su yetersizliği, artan fakirlik, kuzeydeki çatışmalar, El-Kaide gibi radikal terör örgütlerinin ülkede konuşlanması, güneydeki ayrılıkçı hareketler ve merkezde yolsuzluk iddialarına maruz kalan zayıf hükümetler dolayısıyla Yemen, uluslararası arenada giderek daha fazla gündeme gelmeye başlamıştır.
Yemen’in Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Yapısı
Yaklaşık 25 milyonluk ülke nüfusunun %99’unu Müslümanlar (yaklaşık olarak %70 Şafi (Sünni), %30 Zeydi (Şii), küçük bir kısım da Şiilik mezhebinin İsmaili kolundandır), yaklaşık %1’ini ise Musevi, Hristiyan ve Hindular oluşturmaktadır. Nüfus ağırlıklı olarak (Afrikalı Araplar dâhil) Arap’tır; ayrıca ülkede Güney Asyalılar ve Avrupalılar da ikamet etmektedir. Yemen, dünyanın en fakir, en düşük eğitim düzeyine sahip, nüfusu en hızlı büyüyen ve en kontrolsüz gelişen ülkelerinden biridir. Merkezi hükümet ülkenin büyük bir kısmına hâkim değildir ve hâkim olduğu kesimlerde de yeterli hizmet verememektedir. Ülkenin işsizlik oranı %35’tir. Bu oranda kadınlar iş gücü olarak sayılmamaktadır. İşsizliğin yanı sıra ülkedeki en önemli sorunlardan biri de hızlı nüfus artışıdır. Yemen, yıllık yaklaşık %3,5’lik nüfus artış hızı ile tüm dünyada nüfusu en hızlı artan ülkeler arasındadır. Nüfusun üçte ikisin 24 yaşın altında olduğu Yemen’de, 0-14 yaş arası oran %46 iken 15-64 yaş arası nüfusun %50’sini oluşturmaktadır. Ülkede 65 yaş üstü nüfus yok denecek kadar azdır. Nüfusun yarısı okuma-yazma bilmemektedir. Birleşmiş Milletlerin 2007 yılı verilerine göre Yemen’de yetişkin okur-yazar oranı kadınlar için %40, erkekler için ise %77 iken ortalama okur-yazar oranı %50 civarındadır. Kızların eğitimi açısından da Ortadoğu’nun en kötü ülkesi durumdadır. Ülkede sadece on iki (7 kamu, 5 özel) üniversite vardır. Kırılgan bir ekonomiye sahip Yemen’de, temel gelir kaynağı petroldür. Ancak ülke gelirinin %75’inden fazlasını oluşturan petrol gelirleri, devlet mekanizmasının zayıf olması nedeniyle belli aşiretlere ve çıkar gruplarına yarar sağlamaktadır. Azalan petrol rezervleri ve düşen petrol fiyatlarının yanı sıra petrole dayalı üretim de düşmektedir. İstikrarsızlık kronik bir sorundur ve aynı zamanda diğer sorunların da nedeni ve sonucudur. Fakirlik de tıpkı istikrarsızlık gibi hem sorunların önemli bir nedeni hem de sorunların önemli bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Yemen Arabistan Yarımadasının hiç şüphesiz en fakir ülkesidir. Yemen’in en ciddi sorunlarından biri de su sorunudur. Ülke tüm dünyada su konusundan en fakir 10 ülke arasındadır. Ortadoğu’da ise su fakiri ülkeler arasında birinci sırada gelmektedir.
Yemen’in en önemli sorunlarından biri de devlet geleneğinin çok zayıf oluşudur. Ülkedeki bölünmüşlük ve geleneksel yerel yapıların gücünü günümüzde dahi muhafaza etmeleri, güçlü ve merkezi bir devlet inşa etmeyi zorlaştırmaktadır. Ülkede aşiretler, nüfusun büyük bir kısmını oluşturmaktadır ve oldukça etkilidir. Şehir yaşamında bile bu aşiretler önemli rol oynamakta ve etkileri hissedilmektedir. Ayrıca ülkede dini liderler ve geleneksel yapı oldukça kuvvetlidir. Dolayısıyla Yemen pek çok açıdan bölünmüş bir ülkedir. Bölünme mezhepsel, dinsel, ideolojik ve tarihsel pek çok fay hattında gerçekleşmektedir. Ayrıca ülkede pek çok güçlü aşiretin olması bölünmeyi farklı boyutta hem derinleştirmekte hem de genişletmektedir.
Yemen Demek Gat Demektir
Yemen demek, Gat demektir. Tek bağı 3-5 dolara satılan Gat Yemen’de büyük bir ekonomik Pazar oluşturmaktadır. Gat helal kabul edilmektedir. Dolayısıyla devlet tarafından üretimi ve tüketimi serbest bırakılmıştır. Yemen’de yaklaşık 200 yıllık bir mazisi vardır. Tüketimi konusunda her türlü çaba harcanmasına rağmen hiçbir sonuç elde edilememiştir. Zira Gat, üretimi esnasında bol su isteyen bir bitki olduğundan su kaynaklarını; çok fazla çiğnendiği için ağız ve diş sağlığını; ayrıca günün birçok saati onun çiğnenmesine ayrıldığı için de zaman ve üretim kaybına neden olmaktadır. Gat’a Yemen’in milli bitkisi de denebilir. Kullanım miktarı kişiden kişiye değişmekle birlikte hemen her Yemenli erkek Gat’ı düzenli olarak kullanmaktadır (%80 civarında). Yemenli kadınlar arasında da Gat kullanımı yaygındır (%45 civarında), fakat kadınlar Gat’ı kamusal alanlarda değil, evlerinde kullanmaktadır. Gat yaprakları genelde ağza topluca atılmakta ve çiğnenmektedir. Bazı yabancı gözlemciler Gat kullanan kişileri görünce “Yemenliler keçiler gibi ot çiğniyorlar” tespitinde bulunmuşlardır. Gat, uyuşturucu etkisi nedeniyle gündelik hayatı olumsuz etkilemektedir. Ayrıca ekim alanlarının önemli bir kısmını kapladığı ve çok fazla su tükettiği için zaten su açısından fakir olan Yemen’de tarıma da büyük bir yük oluşturmaktadır. Dahası ucuz olmadığından tıpkı sigara gibi ciddi bir ekonomik kayba da neden olmaktadır.
Yemen Demek Cenbiye Demektir
Yemen demek, Cenbiye demektir. Cenbiye Yemen halkının milli aksesuarı ve bir statü sembolüdür. Küçük büyük her Yemen erkeğinin belinde bu hançerden vardır. Cenbiye, üç türlü kınından çıkartılır. Ya sizi düşman zannedip kendisini savunmak için veya sizi misafir olarak görüp kurban kesmek için ya da “bar” denilen müzikte oynarken. Öyle olur olmaz durumlarda Cenbiye çıkartılmaz. Zaten Yemen devleti, bu hançeri yasa ile koruma altına almıştır. Siz eğer cenbiye ile birinin canına kast ederseniz, direk idamla yargılanırsınız. Yani cezası ağırdır. Doğal olarak herkes bu cenbiyelerine yeltenmemektedir.
Osmanlı ve Yemen
Yemen tarihine bakıldığında bu topraklara Mısırlıların, Romalıların, Farsların, Portekizlilerin, Türklerin ve İngilizlerin hâkim olduğu ya da olamaya çalıştığı görülmektedir. Yemen, geçmişte hem Yahudilere hem de Hristiyanlara ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı öncesi İslami Yemen, Emeviler, Abbasiler, Eyyübiler ve Memlüklüler idaresinde kalmıştır. Sahip olduğu jeostratejik önem dolayısıyla Yemen, özellikle Bab’ül-Mendeb Boğazı, bu boğaz yolu üzerindeki Perim Adaları ve güneyindeki limanı şehri Aden ile geçmişten günümüze her zaman önemini korumuştur.
Osmanlı Devleti’nin Arap Yarımadasına, özellikle de Yemen’e, yönelişi Portekizlilerin 16. Yüzyılın başlarında bölgeye yönelmesi üzerine olmuştur. Yemen bölgesi ilk defa 1516 yılında Mısır hükümetinin yıkılması sonucunda Osmanlı Devletine intikal suretiyle geçmiştir. Fakat 1518 tarihinde Osmanlı Devletinin elinden çıkmış ve 22 yıl yerel idare altında kaldıktan sonra 1538 yılında tekrar askeri bir harekât ile Osmanlı Devleti hâkimiyeti altına girmiştir ve bu durum 100 yıl sürmüştür. 1635 yılında Osmanlı Devletinin nüfuzu burada sona ermiş ve bu defa tam 215 yıl sürmüştür. 1849 yılında Kuzey Yemen Osmanlı egemenliğine girmiş, Güney Yemen ise İngiltere egemenliğinde kalmıştır. 1904-1905 yıllarında İngiltere ve Osmanlı devletleri tarafından sınır tespit komisyonu oluşturulmuş ve 9 Mart 1914’de imzalanan antlaşmayla iki devletinin Yemen’deki sınırı tespit edilmiş oldu.
İtalya’nın Libya’yı işgali ve Balkanlar’da ortaya çıkması beklenen savaş dolayısıyla Osmanlı Devleti, İmam Yahya ile 11 Ekim 1911’de 17 maddeden oluşan (Da’an Antlaşması) bir antlaşma imzalanmış ve bu antlaşma 21 Temmuz 1913’de onaylanmıştır. Bu antlaşma ile Osmanlı devleti, Yemen’de İmam Yahya’nın otoritesini, İmam Yahya’da Osmanlı devletine bağlılığını kabul etmiştir. İmam Yahya, Osmanlı devleti ile antlaşma yaptıktan sonra tam bir Osmanlı-Türk dostu olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında verdiği sözlerin arkasında durmuş, asla ihanet etmemiştir. Milli Mücadele yıllarında ise TBMM’ye bağlılık ifadeleri olan birçok mektup göndermiştir. Lozan Barış Antlaşması’nda genç Türk Devleti, milli sınırlar dışında kalan yerlerdeki haklarından vazgeçince İmam Yahya’da bağımsızlığını ilan etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler, İmam Yahya ve Osmanlı’ya karşı Sabya Emiri (Kuzey Yemen) Ahmet bin İdris’i desteklemiştir. Bu dönemde Osmanlı Devleti Yemen’de çok ağır kayıplar vermiştir. Fakat bu kayıpların büyük bir kısmı düşman karşısında değil, çöl şartlarından kaynaklanmıştır.
Osmanlı’nın Yemen’de ne işi vardı? Osmanlı kendisinden binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen Yemen’i elden çıkarmayı hiç düşünmemiş, Birinci Dünya Savaşının zorlu şartları altında dahi kısıtlı olanaklarını Yemen savunması için harcamıştır. Bunun bir nedeni Osmanlı Devleti’nin gözünde Yemen tıpkı Mekke ve Medine gibi kutsal topraklar içinde sayılmasıdır. Hicaz’ın başka güçlerce ele geçmesi demek Osmanlı’ya karşı Halifelik makamının daha kolay bir şekilde kullanılması anlamına gelecektir. Yani Mekke ve Medine’yi kaybetmiş bir Osmanlının Portekizlilere veya sonrasında İngilizlere karşı halifeliği siyasi bir araç olarak kullanabilmesi son derece zor olacaktı. İkinci neden ise stratejiktir. Yemen Arabistan yarımadasının güneydeki en önemli savunma noktalarından biri ve Kızıldeniz üzerinden Akdeniz’e geçişin doğal kalesi gibidir. Osmanlı böylesine stratejik bir noktayı kaybetmesi halinde tüm Kuzey Afrika’nın, tüm Arap dünyasının ve bunun üzerinden tüm Anadolu’nun tehlikede olacağının bilincindedir. Güney Yemen’den karaya ayak basacak bir düşmanı Arabistan yarımadasının derinliklerinde durdurmak kolay olmayacaktır. Bu nedenle Yemen bir tür savunma hattı gibi görülmüştür.
Fransa ve Yemen
Yemen, Osmanlı Devleti ve İngiltere için olduğu kadar diğer büyük güçler için de önemli olmuştur. İngiliz hâkimiyetine son vermenin Hindistan yolunu ele geçirmekten geçtiğini düşünen Fransa da özellikle Yemen gibi stratejik bir noktayı göz ardı etmemiştir. Fransa, ülkenin güneybatısındaki, Kızıldeniz-Hint Okyanusu geçişinde kavşak bir bölge olan, Şeyh Sait bölgesine özel bir önem vermiştir. Fransa bu bölgeyi 1840’da işgal etmiş ancak 1871’de Osmanlı baskıları sonucunda bölgeden çıkmak zorunda kalmıştır. 1896’da bölge üzerinde tekrar hak iddiasında bulunmuş ancak bir sonuç alamamıştır. Fakat Fransa’nın Yemen’e olan ilgisi bugün de devam etmektedir. 2005 yılında Bab’ül-Mendeb Boğazı’nın kontrolü için Yemen ile bir askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır.
İngiltere ve Yemen
İngiltere’nin 19. Yüzyılın başlarında yani 1839’da Aden’i ve Güney Yemen’i işgali stratejik nedenlere dayanmaktaydı. İngiliz işgalinden bir yüzyıl önce Aden ve hinterlandı Birleşik Yemen’in bir parçasıydı, ancak 1728 yılında Yemen İmamlığının yerel yöneticisi ve müvekkili olan Lahec Sultanının isyanıyla Güney’in büyük bir kısmı Kuzey’den ayrıldı. İngilizler Aden’i aldığında Güney Yemen birçok küçük sultanlıklara ve devletçiklere bölünmüştü. Bazı Yemen milliyetçilerinin iddia ettiği gibi bölünmeyi İngiltere’nin, emperyalizmin yaptığını söylemek tarihsel açıdan doğru değildir. İngiltere daha önce var olan bir bölünmeden yararlanmıştır. Ancak İngilizler Kuzey ve Güney Yemen arasındaki bölünmeyi destekleyip, keskinleştirmişlerdir.
İngiltere’nin bölgedeki çıkarları Napolyon savaşları döneminde başlamıştır. Bu çıkarlar, İngiltere’nin o günlerde dünya çapında yürüttüğü karşı devrimci mücadelenin bir parçasıydı. Seylan ve Güney Afrika’nın yanı sıra Aden’in işgal edilmesi Fransız etkisinin önüne geçmek içindi ve İngiltere Aden’i, tıpkı Basra Körfezi gibi, diğer ülkelerin Hindistan’a yönelmesini önleyici bir basamak/üs olarak görüyordu. Başlangıçta, İngiltere’nin Aden’i işgali her ne kadar geçiciyse de, 1830’larda Hindistan’a olan ilginin yeniden artmasıyla Aden’in de önemi artmıştır.
1837’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordusunun Kuzey Yemen’e (Taiz bölgesi) doğru ilerlemesi ve aynı zamanda Aden’in yöneticisi olan Lahec sultanının da İngiltere ilen olan ilişkilerini koparmaya kalkması ve bir İngiliz gemisini alıkoyması, İngiltere’yi oldukça tedirgin etmiştir. Bu sırada İngiltere Dış İşleri Bakanı Palmerston’un Mehmet Ali Paşa’ya olan nefreti Eden’in Nasır’a duyduğu nefretin aynısıydı. İngiltere bu sıralarda Hint Okyanusuna buharlı gemilerini ilk kez gönderiyordu ve bu gemiler kömür ve su ihtiyaçlarını karşılayacak bir liman arıyorlardı. İşte bu nedenle İngiltere Aden limanını ele geçirmek için Hindistan’dan kuvvet gönderdi. Liman Ocak 1839’da yerli halkın direnişine rağmen işgal edildi.
Aden
Arapça kelime anlamı cennet olan Aden, tarihte dünyanın en eski kentlerinden biri olarak bilinmektedir. Bu şehir, İngilizler için o dönemde hayati bir öneme sahip olan Bombay, Süveyş ve Zanzibar’ın güvenliği için en önemli üslerden sayılmıştır. Ayrıca Aden İngiliz donanmasına su ve kömür takviyesinin yapıldığı önemli bir lojistik merkez de olmuştur. İngilizler için Yemen’de Aden kadar önemli bir diğer mevzi ise Bab’ül-Mendeb Boğazı ve bu boğazın en stratejik yerinde bulunan Perim adasıdır.
Aden, Arap yarımadasındaki ve Kızıldeniz’deki en iyi doğal limana sahipti ve her zaman için bölgenin ticaretinde önemli bir rol oynamıştı. Kızıldeniz ve çevresinde ticaret arttıkça Aden’de zenginleşiyordu. Ama ticaret önemini yitirdiğinde Aden’de önemini yitirmişti. Mesela Marco Polo 1276 yılında Aden’i ziyaret ettiğinde kent nüfusunun 80 bin olduğunu ve 360 cami bulunduğunu yazmıştır. Ancak Portekiz ve Hollandalıların Uzak Doğu’ya gitmek için Ümit Burnu’nu keşfetmesinden ve Türklerin Mısır’ı almasından sonra 17. Yüzyılda bölgedeki ticaret hemen hemen durma noktasına gelmiştir. 1839’da İngilizler işgal ettiğinde Aden’in nüfusu binli rakamlarda bile değildir.
İngilizler, Aden’i Cebelitarık, Malta, Kıbrıs ve Süveyş Kanalını kapsayan bir hat üzerinde, Hindistan’a giden yolda askeri bir menzil olarak düşünmüşlerdir. İngilizler 1839’da işgal ettikten sadece 14 yıl sonra (1853’de) Aden’i serbest limana dönüştürmüştür. Aden’e verilen serbest liman konumu onu zenginliğiyle dış dünyaya bağladı. 1869’da Süveyş Kanalının açılmasıyla ticaret tekrar canlanmış ve 1900’lere gelindiğinde Aden’in nüfusu 50 binlere ulaşmıştır. Nüfus 1946’da 80 bin, 1955’de 138 bin, 1964’de 225 bin ve 1967’de de yaklaşık 250 bine çıkmıştır. Aden dört kaynaktan zenginleşmiştir. Kuzey ve Güney Yemen hinterlandının ticaret merkezi idi; geçen gemilere kömür ve alışveriş kolaylıkları sağlamaktaydı; Kuzey Yemen ticaretinin %80’i Aden’den geçmekteydi ve bunlara ek olarak Aden güneydeki en önemli limandı. İhracat ve ithalattaki en önemli mal petrol ve petrol ürünleriydi. Diğer ithalatın aşağı yukarı %60’ı yiyecek, tütün, ham madde ve bazı mamul mallardan oluşuyordu. 1950’lerde bir yılda toplam 200 bin transit yolcu ve 30 bin civarında turist Aden’i ziyaret ediyor ve limandaki vergisiz (duty free) dükkânlarda alışveriş yapıyordu. 1964’de Aden, Londra, Liverpool ve New York’tan sonra dünyanın dördüncü büyük (gemilere kömür veren) ticaret merkeziydi. Ancak 1956-57 yıllarında aylık ortalama gemi sayısı 454’den Kasım 1956’da 277’ye, Haziran 1967’de ise aylık ortalama 450’den 140’a düşmüştür.
1869’da Süveyş Kanalı açıldığında Aden limanının tarihi zenginliği yeniden canlandı. Ancak bu gelişme tümüyle bölge dışından gelen güçlerden kaynaklanıyor ve dolayısıyla Aden’in gerisindeki hinterlandı etkilemiyordu. Bu durum, Aden limanını güvenli bir tampon bölgeyle korumak isteyen İngilizler tarafından da siyasi nedenlerle desteklendi. Böylece Güney Yemen’in bütünü ekonomik ve siyasi olarak gözle görülebilir düzeyde düzensiz bir gelişim gösterdi ve zamanla bu düzensiz gelişim bölge politikasında temel öge haline geldi. İngilizler bunu desteklemek için çaba gösterdi ve hinterlanda ki kabileler arasındaki bölünmüşlüğü teşvik ederek Aden limanını koruyabileceklerini düşündü.
İngilizlerin, Aden’den hinterlanda girişleri 1870’lerde Türklerin Kuzey Yemen’i yeniden kontrol altına almaları ile başladı. İngilizler Türk etkisini kontrol etmek için hinterlanda ki aşiret yöneticileri ile sözde “koruma” anlaşmaları imzaladı. Bu şeyhler para ve silah karşılığında İngiltere’ye itaat etmeyi kabullendiler. Bu himaye anlaşmalarının imzalanması 1954 yılına kadar sürdü ve 1954’e gelindiğinde doksanı aşkın şeyh/aşiret reisi/işbirlikçi İngilizlerle anlaşma yapmıştı. Ancak bu anlaşmalar, şeyhlerin varlığını onaylayarak ve mali yardımlarla güçlendirerek kabile bölünmelerini adeta fosilleştirerek aralarındaki ilişkileri dondurdu.
Kuzey Yemen İmamıyla yapılan 1934 anlaşmasından sonra İngilizler bir adım daha ileri giderek, Güney Yemen’deki bu doksan civarındaki aşireti birleştirmeyi amaçlayan bir dizi “tavsiye” anlaşmaları imzaladı. Sonunda 11 Şubat 1959’da 17 aşiret birleşerek Güney Arap Emirlikleri Federasyonu’nu kurdu. Aden bu federasyona Ocak 1963’de katıldı ve bu birliğin adı Güney Arabistan Federasyonu oldu. İngilizlerin bölgeyi tam denetimleri altına almaları 1934’leri buldu. Bölgeye ilk İngiliz elçisi gönderildiğinde, bölge birbiriyle çatışan aşağı-yukarı iki bin parçaya bölünmüştü. Elçi, araya girerek bir dizi görüşmeyle sorunların birçoğunu çözdü ve doğu aşiretleriyle 1400 anlaşma imzaladı. Böylece İngilizlerin ve yarım düzine İngiliz yanlısı önemli aşiretin durumu güçlenmiş oldu. 1950’lerde İngiltere Güney Yemen üzerindeki nüfuzunu daha da pekiştirdi. Güney Yemen’de Aden sömürgesi ile birlikte himaye altındaki batı bölgesi ve himaye altındaki doğu olmak üzere üç ayrı yönetim birimi bulunmaktaydı. Aden bir vali tarafından yönetilirken, hinterlant “dolaylı yönetim” diye adlandırılan bir sistemle yönetiliyordu. İngilizler, sadece “tavsiye ederek”, “koruyarak” sanki himaye altındaki bölgelerin içişlerine karışmıyorlarmış gibi davranıyorlardı. Oysa emperyalist denetim yerli işbirlikçiler aracılığıyla sağlanmış oluyordu.
Güney Arabistan Federasyonu
1927 yılına kadar Güney Yemen Hindistan’dan yönetiliyordu. Fakat o yıl, hinterlant, 1937 yılında da Aden doğrudan Londra’dan yönetilmeye başlandı. (Ancak Aden’in bir vali tarafından doğrudan yönetilen sömürge olduğu, hinterlandın ise dolaylı biçimde iki bölge halinde devlet tarafından yönetildiği efsanesi sürüp gitti). 1950’lerden önce Güney Yemen’e bağımsızlık verilmesi hiç düşünülmediği gibi sömürgeci dengenin bölgenin parçalanmış olmasından kaynaklandığı biliniyordu.
İngiltere’nin Aden ve hinterlandı için uyguladığı emperyalist denetim biçimleri farklı idi. Ayrıca iki bölgenin siyasi ve ekonomik gelişim süreçleri de farklıydı. İkisinin birleşmesi ancak 1963’de oldu. Aden’deki ilk İngiliz reformu 1947’de üyelerinin yarısını valinin atadığı, yarısının memuriyete bağlı olarak resmen üye sayıldığı bir yasama meclisinin kurulmasıyla gerçekleşti. Ancak reform, egemen Avrupalı tüccar sınıfının çıkarlarının bir yansımasıydı. Çünkü herhangi bir sorunla karşılaşıldığında vali yapılacak işleri denetleyebildiği gibi meclisin kararlarına da uymak zorunda değildi. 1950’lerde Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğin güçlü olduğu bir dönemde İngilizler bir jest yaparak meclisteki 18 sandalyenin dördünün seçimle gelmesine izin verdi. Ancak bunu kabul eden ve uygulayan tek parti, İngiltere yanlısı tüccarların oluşturduğu Aden Birliği idi. İngilizlerin Aden hükümetini demokratikleştirme yönünde bir çabaları olmadığı gibi sivil hizmetleri de Araplara devretme niyetleri yoktu.
İngilizlerin Aden hakkındaki görüşleri aslında 1950’lerin ortasında İngiliz dış politikasının dünya çapında yeniden düzenlenmesinin bir yansımasıydı. 1948’de İngiltere o zamana kadar en önemli üs bölgesi olan Filistin’i terk etti, 1954’de Süveyş Kanal Üssünden ayrılmak zorunda kaldı ve 1956 Süveyş Savaşından sonra da savunma politikasını gözden geçirmek zorunda kaldı. 1957’de ilan edilen yeni savunma politikası Süveyş’in doğusuna ağırlık vermekteydi. Ve 1960’da Aden, Kıbrıs’taki Ortadoğu Komutanlığının yerini aldı. 1961’de İngiltere’nin Kuveyt’ten çekilmesiyle Aden’in önemi daha da arttı. Ayrıca 1963’de İngiltere Doğu Afrika’daki birliklerini de Aden’e çekti.
Dolayısıyla 1960’ların başında İngiltere, Güney Yemen ve Basra Körfezindeki yöneticileri destekleyecek ve Aden bu harekâtın sürekli karargâhı olacaktı. Böylece Aden, İngiltere’nin dünya çapındaki askeri yayılmasının en önemli merkezlerinden biri olacaktı. Bu stratejik ve ekonomik sebeplerle Aden’i ellerinde tutmak isteyen İngilizler, yandaş/işbirlikçi aşiretleri bir federasyon altında birleştirme yoluna gitmiştir. Çünkü Süveyş krizinden sonra 1956’da, Aden’de dâhil olmak üzere Arap dünyasını sarsan anti-emperyalist dalga ve Kuzey Yemen’deki Mısır, Rus etkileri, İngiltere’yi ve işbirlikçilerini oldukça tedirgin etmiştir. Bunun sonucunda 11 Şubat 1959’da Batı bölgesindeki altı devlet birleşerek Güney Emirlikleri Federasyonunu kurdu. 1961 sonunda on devlet daha federasyona katıldı. Haziran 1964’de yeni bir devletin katılmasıyla batıdaki 17 devletten sadece biri dışarda kaldı. Aden ise Ocak 1963’de Federasyona katıldı.
1962 Devrimi ve İç Savaş
19 Eylül 1962’de İmam Ahmet’in ölümünün ardından oğlu Muhammet el-Bedir’in[1] İmamlık makamına gelmesi üzerine Albay Abdullah el-Sallal 26 Eylül’de darbe ile yönetime el koymuş; imamlık makamının sona erdiğini ve Yemen Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etmiştir. Bu şartlar altında Kuzey Yemen tam bir kargaşa ortamına girmiş ve büyük bir iç savaş başlamıştır. Kral yanlıları ile Yemen Arap Cumhuriyeti taraftarları arasındaki iç savaş 1962-1970 yılları arasında yaklaşık sekiz yıl sürmüştür. Bu iç savaşta kral yanlıları Suudi Arabistan, cumhuriyetçiler ise Mısır ile birlikte Sovyetler Birliği tarafından desteklenmiştir.
Direniş ve Bağımsızlık
Güney Yemen’de İngilizlere karşı direnişin tarihi İngiliz işgaliyle birlikte başlar. 1839’da Aden’de İngilizler çok sert bir direnişle karşılaşmışlar ve ancak Hindistan’dan takviye kuvvet getirmek suretiyle üç günlük bir savaşın ardından işgali gerçekleştirmişlerdir. İngiltere Yemen’de tutunabilmek için elinden geleni yapmıştır. Ancak bir süreliğine uzatabildiği bu varlık her geçen gün Londra için taşınması güç bir yüke dönüşmüştür. Nitekim 1964’de iş başına gelen yeni İngiliz hükümeti, İngiltere’nin Güney Yemen’den 1968’de çekileceğini açıklamıştır.
Ayrıca 1960’larda iki kutup arasında ortaya çıkan yumuşama çerçevesinde İngiltere Aden’deki üssün ekonomik ve de gerekli olmadığını düşünmeye başlamıştı. Ancak körfezdeki diğer çıkarları nedeniyle Federal hükümeti muhafaza etmek istiyorlardı. Zira daha sonra kanıtlandığı üzere militan bir Güney Yemen yönetimi körfezdeki petrol çıkarlarını tehdit edebilirdi. Dolayısıyla İngiltere Güney Yemen’i emin ellere bırakmak istiyordu. Nitekim Şubat 1966’da İngiltere 1968’de Güney Yemen’den çıkacağını açıkladı. Bu ani karar, on yıllarca emperyalizmin yanında yer alan ve İngiliz birliklerinin kendilerini koruyacağını varsayan sultan ve emirler için tam bir şok oldu.
Oysa 1966 ve 1967’nin ilk aylarında İngilizler can ve mal kurtarma derdindeydiler. Şubat 1966’da aldıkları geri çekilme kararında etkili olan üsse yönelmiş doğrudan bir tehdit değil uluslararası alanda meydana gelen değişikliklerdi. 1967 yılı ilerledikçe İngilizler geri çekilme tarihini öne alarak aynı yılın Kasım ayı olarak belirlediler. Zira İngiltere, Federal hükümetin işinin bitmiş olduğunu çoktan görmüştü. Ağustos 1967’de Federal hükümetin sözcüsü, “bu halkın devrimidir, karşı koyamayız” demekteydi. 5 Eylül’de Aden’deki İngiliz Yüksek Komiseri Humphrey Trevelyan radyodan Güney Yemen halkına Federasyonun parçalandığını ve milliyetçilerle görüşmelere hazır olduklarını açıkladı. Görüşmeler 21 Kasım’da Cenova’da başladı ve 29 Kasım’da sona erdi. Aynı gün İngiliz birlikleri geri çekilmiş ve 29-30 Kasım 1967 gece yarısında Güney Yemen Halk Cumhuriyeti doğduğunda 128 yıllık İngiliz egemenliği de sona ermişti.
Bağımsızlıktan sonra iki Yemen arasındaki birleşme 1970’ler ve 1980’ler boyunca başarısız olmuş ancak Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte 1990’ların başında daha güçlü olarak yeniden gündeme gelmiştir. Nitekim 22 Mayıs 1990 tarihinde Kuzey ve Güney Yemen birleşmiş ve Yemen Cumhuriyeti kurulmuştur. Yemen’de Kuzey ve Güney’in uzun yıllar birleşememesinin tarihi nedenleri vardır. Farklı mezhepler ve dini yorumların yanı sıra Kuzey’in Osmanlı idaresinde kalışı, Güney’in ise İngiliz sömürgesi olması bölünmeyi derinleştirmiştir. Sonrasında ise Yemen, küresel ve bölgesel rekabetin çatışma sahasına dönüşmüştür.
Türkiye-Yemen İlişkileri
Yemen kadar, başka hiçbir ülke Türkiye’de ve Türk toplumunda hafızalarda yer etmemiştir. Kültürümüzde oldukça fazla Yemen teması işlenen konu vardır. Yine tarihimizin bir kesitinde Yemen olmazsa olmazlarımızdandır. Bugün, Türkiye’de Yemen ile uzaktan yakından ilgisi olan birçok aile mevcuttur. Akrabalarımızdan veya tanıdıklarımızdan birisi Yemen’e gitmiştir. Kimisi orada şehit olmuş, kimisi de yuva kurarak Yemen’de kalmıştır. Zaman zaman hüzünlü bir türkü olup annelerin, eşlerin dudaklarından dökülmüştür. Gün gelmiş Türk insanının en güzel, en önemli günlerinde keyfin adı olmuştur Yemen.
Yemen’e ilk resmi ziyaret 1988 yılında başbakan Turgut Özal tarafından yapılmıştır. Bu ziyaret Türk-Yemen ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. İki ülke arasında 1991 yılında (1995’de onaylanmış) “Ticaret, Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması” imzalanmıştır. Bu tarihten itibaren birçok alanda mutabakat sağlanmıştır. Özellikle de 2005 yılında başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Yemen’e yaptığı ziyaretin ardından Yemen ile olan ilişkileriz daha da gelişmiştir. 2008 yılında Yemen Cumhurbaşkanı (Ali Abdullah Salih’in) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ziyaret etmesi Yemen açısından bir ilk olmuş ve Türkiye-Yemen ilişkilerinin daha da gelişmesine vesile olmuştur. 10-11 Ocak 2011’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Yemen’e yaptığı ziyaret iki ülke arasındaki ilişkilere ivme kazandırmıştır. Ekonomik ve ticari ilişkilerin yanı sıra özellikle üzerinde en çok durulan vize ve Türk şehitliği meseleleri de başarılı bir şekilde halledilmiştir.
Yemen ile tarihi bağlarımız çok güçlü, ancak bu tek başına yeterli değildir. Karşılıklı siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkiler geliştirilmelidir. Bugün Yemenliler, Osmanlıdan bahsederken fetih hareketi yaptığını; Portekiz ve diğer Avrupa devletlerinin saldırılarına karşı onları korumak için geldiğini çok iyi bilmektedirler. İngilizlerin Aden’e yerleşmesine saldırı ve sömürge hareketi olarak bakan Yemenliler, bu anlamda Türkiye ile yapılacak ortak girişimlere daha açıktır. Artık biz de Yemen üzerinde aktif bir rol oynamalıyız. Geçmişin “Mutlu” Yemen’i bugün yine “mutluluğunu” aramaktadır. Bugün uluslararası alanda gündemi meşgul eden Suriye ile eş zamanlı olarak üzerinde durulması gereken bir diğer ülke de Yemen’dir.
Sonuç ve değerlendirme
Yemen, Osmanlı varlığının çekilmesinden sonra pek de huzurlu bir dönem geçirmemiştir. Bireysel tepkilerle başlayan halk hareketleri, zamanla örgütlü bir hareket haline gelmiştir. Ve zamanla özü ve kültürü bir olan Yemen halkının birlikte hareket etme ve birleşme istekleri ortaya çıkmıştır. Ancak Yemen halkı arasında birlik tesis etmek oldukça zor olmuştur. Dolayısıyla ilk başlarda birlik adına yapılan girişimler bir sonuç vermemiştir. Ancak İmam Yahya’nın tek Yemen hayali zamanla daha büyük girişimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Gerek Osmanlı devleti gerekse İngiltere bu bölgede (Yemen’de) birliği sağlamak için oldukça çaba harcamıştır. Ancak Osmanlı devletinin yaklaşık 400 yıl durabildiği Yemen’de İngiltere ancak 128 yıl dayanabilmiştir. Ancak ülkede iç savaş hemen hemen hiç eksik olmamış ve Arap ülkelerinde (özellikle Tunus, Mısır ve Libya’da) başlayan halk hareketleri Yemen’e de sıçramıştır. Suriye ile eş zamanlı olarak başlayan iç savaş halen devam etmektedir. Çünkü Yemen’de halk, geçmişte olduğu gibi bugün de, aşiretlere, kabilelere ve farklı mezheplere bölünmüştür.[2]
Ulusal bir kimliğin henüz oluşmadığı Yemen’de sorunların ya da iç savaşların son bulması en azından yakın zamanda pek mümkün görünmüyor. Yemen’de yeni bir yönetimin kurulması ancak bir öncekinin devrilmesi ile mümkün olmaktadır. Bu durum Yemen’de yeni kurulan bir yönetimin belli bir zaman sonra değiştirilmesi gerektiği inancının/geleneğinin yerleşmiş olduğunu göstermektedir.
Ortadoğu’nun modern tarihi Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal etmesiyle başladı. Daha sonra “geçiş” olarak tanımlanan, gelenek ile modernlik arasında yer alan ve bugün takılıp kalınan döneme girdi. Dolayısıyla “geçiş” tamamlanmadı. Çünkü bölge, bir toplumun Batılı ya da modern olması gereken tüm modernleşme aşamalarından geçmedi. Ortadoğu’nun bugün bile tamamlanamamış modernleşmesi Mısır’da Mehmet Ali Paşa ve Osmanlı Devleti’nde III. Selim gibi reformcu yöneticilerin Avrupa’dan yeni askeri teknolojileri ithal etmesiyle başladı. Teknolojiyi diğer (eğitim, tarım, kurumlar vs.) reformlar izledi. Bölgeye milliyetçiliğin gelmesiyle birlikte, modernliğin gerektirdiği üç aşamadan ikisi tamamlandı: ilki teknolojik ve ekonomik dönüşüm, ikincisi kurumların ve ideolojinin ithal edilmesi.
Demokrasi ve liberalizme doğru duyarlı bir değişim olan üçüncü aşama ise henüz ufukta belirmedi. Ancak modernleşme yolunda her geleneksel toplumda olduğu gibi inişler, çıkışlar, ilerleme ve duraklama dönemleri vardır. Bu bağlamda bir uçta modernleşmenin Ortadoğu’da başarı sağlayacağı tahmininde bulunan “iyimserler”, diğer ucunda ise bölgeyi geri ve geleneksel kalmaya mahkûm gören “kötümserler” bulunmaktadır. Ancak her ikisinin paylaştığı ortak bir varsayım var; o da, bir toplumun tam olarak modernleşme becerisinin büyük ölçüde o toplumun aydınlarına bağlı olduğu. Bunu önemli bulmakla beraber, Ortadoğu’da bir toplumun modernleşmesinin daha çok lider ve siyaset kurumunun vizyonuna bağlı olduğunu düşünüyorum.
Batı’nın/Avrupa’nın Ortadoğu’ya müdahalesi, modernleşmenin yayılmasını hızlandırdı. Batılıların özel varlığı modernleşme sürecinin daha yoğun yaşanmasını sağladı. Ancak bu, bölgede göz konulan yerlerin sömürgeleşmesini de hızlandırdı. Bu da bölgede milliyetçiliğin ortaya çıkmasına, gelişmesine ve modernleşmenin sorgulanmasına neden oldu. Kısaca Ortadoğu’daki ülkeler Batı’nın alt yapısını yani kapitalizmini aldı ancak üst yapısı olan demokrasi ve insan haklarını almadı/alamadı. Bu nedenle pek çok Ortadoğu ülkesi ekonomik bakımdan Batı’ya bağımlı hale gelirken, peşinden diğer alanlarda da bağımlı hale geldi.
Bu sebeple (bugün) Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar için yakın ve orta vadede bir bahar havasının (siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü gibi alanlarda) yani bir “aydınlanmanın”, “modernleşmenin” yaşanma olasılığını oldukça zayıf bir ihtimal olarak görmekteyim.
Dolayısıyla sadece Türkiye için değil tüm Ortadoğu ülkeleri için tek kurtuluş yolunun Atatürk’ün hedef gösterdiği “muasır medeniyet” seviyesine akıl ve bilim yoluyla sadece madden değil fikren de çıkmak olduğunu düşünüyorum. Bugün tıpkı Yemen gibi Ortadoğu’daki diğer ülkeler de (Irak, Libya, Suriye vd.) geçmişteki mutluluklarını aramaktalar. Ancak bunun yolu geçmiş değil gelecektir.
Yemen Türküsü
Havada bulut yok, bu ne dumandır?
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?
Şu yemen elleri ne de yamandır
Anu Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir?
Burası Huş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?
Mızıka çalınır, düğün mü sandın?
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın?
Yemene gideni gelir mi sandın?
Anu Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir?
Burası Huş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?
Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasında acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Anu Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir?
Burası Huş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?
Burası Huş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?
[1] Bedir daha sonraki yıllarda “Nasır benim en yakın dostumdu, fakat ne zamanki onun emrinde olmayı kabul etmedim, işler değişti” demiştir. Nasır daha 1957’den beri Yemen’de bir rejim değişikliğini istemiştir, ancak Kral İmam Ahmet döneminde bu kolay olmamış, yerine oğlu Bedir’in geçmesi Nasır’a beklediği fırsatı vermiştir.
[2] Uludağ üniversitesinde okuyan Yemenli bir öğrencim aynen şunu söyledi: “Yemen’de sorunlar, iç savaşlar asla bitmez hocam, çünkü biz halen aşiret kimliği ile yaşıyoruz. Biz henüz millet olamadık.”