Bugun...


Prof.Dr.Behçet Kemal Yeşilbursa

facebook-paylas
Bahtı Kara Kıta Afrika: Emperyalizmin Afrika Sömürüsü
Tarih: 01-08-2024 21:42:00 Güncelleme: 01-08-2024 21:42:00


Atatürk’ün şu sözlerinin doğruluğu bir kez daha kanıtlandı: “… Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, istiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır, onların yeniden doğuşu şüphesiz terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve manilere rağmen, muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yok olacaktır…”

 

Hegel’in “Afrika dünyanın tarihsel bir parçası değildir; sergileyebilecek hiçbir hareketi veya gelişmesi yoktur”, şeklindeki söyleminden bugüne köprünün altından çok sular aktı. Son yıllarda Afrika kendisinden en çok söz ettiren bir bölge oldu. Afrika, tarihi, sanatı, kültürü, gelenekleri, ekonomik ve sosyal sorunlarıyla bütün dünyanın ilgisini çeken ve her gün yeni gelişmelere yönelen bir kıta.

 

Afrika otuz milyon kilometre kare yüzölçümü ile Çin, ABD ve Avrupa’nın toplamından daha büyük bir kıta. Dünya’nın ikinci büyük kıtası. Dünya yüzölçümünün %6’sını ve dünya üzerindeki toprakların %24,4'ünü kapsar. Yaklaşık bir milyar nüfusuyla dünya nüfusunun %15'ini barındırır. Bugün Afrika'da 54 adet bağımsız devlet var, fakat bu devletlerin birçoğu istikrarsızlık, yolsuzluk, otoriter rejimler ve şiddet ile mücadele ediyor. Bu ülkelerin birçoğu başkanlık sistemi ile idare edilmekte. Afrika, büyüklükte ve nüfusta Asya’dan sonra ikinci sırada; yeryüzü topraklarının %24’ü ise oradadır. Nüfusu bir milyarı zorlayan Afrika’nın doğal zenginliği bir yana, toplam üretimi on milyon civarında olan Belçika’ya eşittir.

 

Afrika bugün iki adım ileri, bir adım geri, bazen duraklaya duraklaya, bazen de şaşırtıcı devrimlerle kendi yolunda ilerlemektedir. Bazen hayal kırıklıkları yaratıyorsa da, bunun nedeni dış dünyanın Afrika gerçeklerini tanımamış olmasındadır. Peki, Afrika’yı tanıyor muyuz?

 

Sanıldığı gibi Avrupalılardan önce Afrika “Yamyamlar Afrika’sı” değildi. Kendine özgü tarihi ve kültürü vardı. İrili ufaklı devletler vardı. Bölgeler arasında ticaret, toplum düzeni ve dayanışma vardı. Her şeyden önce eski Mısır’ın tarihi, Afrika’nın tarihidir. Bugünkü Etiyopya’da (Habeşistan) Aksum Krallığı, Sudan’da Kuş Krallığı vardır. Mansa Kango Musa (1307-1332) zamanında Mali İmparatorluğu en parlak çağını yaşamıştır. Fakat sömürgeci Batı için Afrikalıların kendi tarihleri yoktu. Afrika’da yalnız beyazların tarihi olabilirdi. Oysa Afrika’nın hikâyesi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir ve bizim türümüzün 3 milyon yıl önceki kalıntıları 1974’te Etiyopya’da bulunmuştur.

 

Peki, Batı, Afrika’yı nasıl tanıttı? Afrika, tarih boyunca mitlerle örülü bir çerçevede algılandı. Ne zaman ki bu mitler bir tarafa bırakıldı, Afrika'nın gerçek tarihi ortaya çıkabildi. Batı kaynaklarının çoğu Afrika’yı Batılıların “keşfettiğini” yazar. Oysa Afrika’nın her yanı bu toprakların yerlileri tarafından başından beri biliniyordu. Afrika ve Afrikalıların açıkça olumsuz bir şekilde gösterildiği birçok popüler roman, dergi, film ve reklam vardır. Yelpazenin karşı ucunda ise kıta ve sakinleri hakkında idealleştirilmiş bir başka bakış açısı vardır. Bunlar: İdeal Afrika, Vahşi ve Tehlikeli Afrika, Egzotik Afrika, Bozulmamış Afrika, Ütopik Afrika ve Parçalanmış Afrika gibi.

 

Fakat 16. Yüzyıldan sonra Afrika ile öteki kara parçalarının arası açıldıkça açıldı ve Afrika dünyanın en geri bölgesi durumunda kaldı. Dünyanın tüm bölgeleri gibi Afrika’nın geçmişi ve bugünü de büyük başarılar ve başarısızlıklarla doludur.

 

Peki, Batı, Afrika’ya nasıl girdi? Batı, Afrika’ya sırasıyla dört aşamada girdi: Misyonerler, Gezginler, Tüccarlar ve Askerler. Misyonerler genelde emperyalist yayılmanın hazırlık aşamasında rol oynamışlardır. Gezginler için de aynı genelleme yapılabilir. Bu oluşumla sanayileşmiş bir Batı ülkesinden büyük bir dış pazarlara ürün satmak isteyen tüccarlar için de aynı değerlendirme söz konusudur. Batı’nın iyi donanımlı orduları bu oluşum zincirini tamamlayan son halkadır. Fakat 18. Yüzyılın sonuna kadar, misyonerlik faaliyetleri pek başarılı olmadı. Diğerleri gibi ancak kıyı bölgelerinde tutunabildi. Afrika’nın içlerinde gölleri ve nehirleri bulduklarını söyleyen Avrupalı gezginler gerçekte bu anakaranın Batı’nın sömürge imparatorlukları için coğrafyasını çıkarmışlardır. Onların emperyalizme kullukları da misyonerler gibi önemlidir. Tüccarlar için ise Afrika iyi bir pazar ve ham madde kaynağı idi. Dolayısıyla bu gruplar Avrupa emperyalizmin doğrudan ajanları görevini üstlendiler. Bunların arkasında ise Avrupa’daki yönetimler ve askerler vardı. Avrupa’nın donanımları orduları ve silah üstünlükleri kısa sürede Afrika’nın sömürgeleşmesine neden olmuştur. Mesela kolay taşınır (Maxim-gun) bir makinalı tüfek Afrika’nın da yazgısını değiştirdi.

 

Afrika denince akla gelen ilk iki konu sömürgecilik ve köle ticaretidir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki Avrupalılardan çok önce Araplar başta kuzey ve doğu Afrika olmak üzere bu kıtaya yayılmıştır. Avrupalıların Afrika’ya el atmaları Cenevizli bir denizcinin ilk defa 1310’da Kanarya adalarına çıkması ile başlar. Bundan bir süre sonra 1365’de Fransız denizcilerinin Batı Afrika kıyılarına ulaştığını görüyoruz. 15. Yüzyılda da İspanyollar ve Portekizliler Afrika kıyılarına sefer düzenlemeye başlıyor. Ticaretin yanı sıra misyonerlik faaliyetlerine de başlıyorlar. Portekizliler Hint Okyanusuna ulaşınca, Afrika kıyılarında Araplara büyük bir darbe vurmuş ve deniz yoluyla ticaret Portekizlilerin eline geçmiştir. Bu dönemde Osmanlı Devleti ile de Basra Körfezi ve Kızıldeniz’de bir dizi savaş yapmışlardır.

 

Bu sırada İspanyollar Kuzey Afrika kıyılarına yayılmaya başladı. 1580’de İspanyollar Portekizlileri kendi ülkelerinde yenince, Afrika yolları Fransızlara açılmış oldu. Bu sırada İngilizler de Afrika kıyılarıyla ilgilenmeye başladı ve 1530’da İngiliz denizcileri ilk defa Gine körfezine ulaştı. Bu sırada Hollandalılar da Güney Afrika kıyılarına ulaştı ve Hollandalı göçmenler buraya yerleşti. Bu ülkeleri Danimarka izledi. Onlar da bugünkü Gana kıyılarına yerleşti. Bu dönemde Almanlar haklarını ve mallarını Hollandalılara bırakmıştı. Bu dönemde Avrupalıların Afrika ile ilişkileri genellikle kıyılarda idi. İç bölgelere girememişlerdi.

 

Avrupalıların ilk amacı Afrika’nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmekti. Fakat Avrupa ve Amerika’da iş gücü açığı ortaya çıkınca sömürüye insan faktörü de eklendi ve böylece ortaya köle ticareti çıktı. Köle ticareti insanlık tarihinin en yüz kızartıcı olaylarından biridir.

 

Amerika kıtası bulunduktan sonra umdukları yeterli altın kaynaklarını bulamayan İspanyollar ve Portekizliler şeker kamışı üretimine başlıyor. Bu iş için de yoğun bir insan emeği gerekli oluyor. İlk başlarda Amerikan yerlilerini çalıştırmaya başlıyorlar fakat başarılı olamıyorlar. Bunun üzerine Afrika kıyılarından köle getirmeye başlıyorlar. Ve bu iş tutuyor. Derken Hollandalılar, İngilizler, Fransızlar da bu işe el atıyorlar. Çünkü bu iş çok para getiriyor. Rakamlar muhtelif olsa da bazı kaynaklarda 60 milyon Afrikalının köle olarak alındığını ancak bunların sadece dörtte birinin (15 milyon) Amerikan kıtasına ulaştığı yazılmaktadır.

 

O çağlarda köle ticaretine katılmış bir Hollandalı, köle toplama işini şöyle anlatıyor:

 

Afrika kıyılarında yaşayanlar bizden mal almak için ayda bin köle getiriyorlardı. Yerliler köleleri kadın erkek çırılçıplak büyük bir alanda topluyorlar, biz de geminin hekimlerine bunları inceletiyorduk. Yaşı 35’i geçmiş olanlar, kolu veya ayağı sakat olanlar, dişleri sağlam olmayanlar, gözlerinde perde olanlar, utandırıcı bir hastalığa yakalanmış olanlar bir kenara ayrılıyordu; bunları satın almıyorduk. Beğendiklerimizin göğsüne ateşle kızdırılmış bir demirle bizim kumpanyanın damgası vuruluyordu. Kadınların fiyatı erkeklerinkinden dörtte bir düşüktü. Sonra köleleri bir zindana kapatıyorduk. Günde iki defa kendilerine ekmek ve su veriliyordu. İlk fırsatta da çırılçıplak gemiye alıyorduk. Bazen bir gemiye altı yüz yedi yüz köle doldurduğumuz oluyordu…

 

Kölelerin zaman zaman gemilerde isyan çıkardıklarını anlatan başka bir Hollandalı denizci ise şunları anlatmaktadır:

 

“…Köleler kolay kolay köleliğe alışamıyordu. Daha yolda birçoğunun kederden öldüğünü görüyorduk. Bu “hayvanlar” bir defa dertlenmeye başladılar mı yapacak hiçbir şey yoktur. Yere çöker, çenelerini dizlerine dayar, elleriyle de kulaklarını kapatır, başlarlar düşünmeye… Ne yerler, ne içerler, ölüp giderler.”

 

Amerika’ya getirilen köleler o çağda hayvan gibi köle pazarlarında açık artırma ile satılmaktaydı. Birleşik Amerika’nın güney eyaletlerinde tarım üretiminde hep köleler çalıştırılmıştır. O dönemde köle ticaretine kimse karşı çıkmamıştır. Katolikler de, Protestanlar da bunu şerefli bir iş saymışlardır.

 

Köleliğin yasak edilmesi için ilk kez 18. Yüzyılın ikinci yarısında bir takım düşünceler ortaya atılmıştır. Bu yıllarda birçok Fransız ve İngiliz yazarın kölelikle savaştığını görüyoruz. Bu sorun üzerine ilk doğru dürüst eğilen Montesquieu olmuştur. Fransız devriminden sonra 1815’de Fransız sömürgelerinde kölelik yasaklanmıştır. 1808’de İngiltere’de köle ticaretini yasaklıyor. Afrika’ya göç eden köleler 1822’de Liberya Cumhuriyeti’ni kuruyorlar. Önceleri Amerika’ya bağlı olan bu devlet 1847’de ilk bağımsız zenci cumhuriyeti olacaktır. Fakat köleliğin kesin olarak yasaklanması için 1885 Berlin ve 1890 Bürüksel Konferanslarını beklemek gerekecektir. Köle ticareti Afrika’nın gelişmesini yüzyıllarca geri bırakmıştır. Köle toplamak için kabileler birbirleriyle savaşlara girmiştir. Bu yüzden Afrika’da büyük bir insan avcılığı başlamıştır. Birçok kabile Afrika’nın iç bölgelerine göç etmiştir. Böylece kıyı bölgelerindeki yerleşim yerleri boşalmış, ticaret çökmüştür.

 

19. yüzyılın başlarında köle ticareti yasaklanmıştır ama bu defa sömürgecilik başlamıştır. 19. Yüzyılda Avrupa kapitalizmin doğup gelişme çağını yaşamaktaydı. Bu kapitalist gelişmenin sonucu üretim armış ve mallar elde kalmıştı. Bunun üzerine kapitalistler ilk defa Avrupa dışında yeni pazarlar aramaya yöneldi. İşte sömürgecilik çağı böyle bir ortamda başladı. Fransa; Cezayir, Tunus, Senegal ve Çad’a yöneldi. İngiltere; Mısır, Sudan ve Güney Afrika’ya yöneldi. İtalya; Somali, Eritre, Habeşistan ve Libya’ya yöneldi. Belçika Kongo’yu sömürgeleştirdi. Afrika’da Alman sömürgeciliği 1884’te başladı. 1884’te Berlin’de Bismarck’ın başkanlığında toplanan konferansa 15 ülke katıldı. Konferansın gündeminde köle ticaretinin önlenmesi olmakla birlikte asıl konu Afrika’nın paylaşılmasıydı. Sömürgecilik çağı Afrika tarihinin kara bir dönemidir. Önceleri yerlilerin işlerine fazla karışmayan Avrupalılar zamanla birçok yerde kendilerine yeni yetkiler tanıyarak yerlilerin yönetimine son vermişler ve bütün işlere el koymuşlardır.

 

Sömürgeciliği ilk dönemlerinde Avrupalılar Afrika’ya sermaye getirmemişler, buralarda yatırım yapmamışlardır. Amaçları sadece kapitalizmin ihtiyacı olan ürünleri toplayıp Avrupa’ya göndermek olmuştur. Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelere sermaye akmaya başlamış ve buralar emperyalist ülkelerin büyük çekişme alanı olmuştur. Yalnız Fransızların 1900 ile 1940 arasındaki dönemde Afrika’ya yaptıkları yatırımların toplamı 34 milyar franktır.

 

Afrika’nın kurtuluşu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlar. Bu savaş eski sömürgeci devletlerin gücünü bir hayli sarsmıştı. Buna karşılık Afrika’da sömürgesi olmayan iki büyük devlet dünyayı önemli ölçüde etkileyecek duruma gelmişti: Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği. Her iki ülke de eski sistemin yani sömürgeciliğin devamından yana değildi. Böylece sömürgeciliğin tasfiyesi başladı.

 

Afrika’da emperyalizme karşı savaşlar başlamadan 30-35 yıl önce Atatürk, Türkiye’yi Üçüncü Dünya ülkelerine örnek göstermiştir. Nitekim 1950’den önce Afrika’da sadece üç bağımsız devlet vardı: Mısır, Habeşistan ve Liberya. 1960’lardan sonra bağımsızlık hareketleri hızlandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki 15 yıl (1945-1960) Afrika için siyasal kurtuluş yıllarıydı. Mesela, bir tek yılda (1960), Afrika’da tam 16 ülke bağımsızlığını kazanmıştı.[1]

 

Peki, bağımsızlık ne getirdi? Beyaz insanın üstünlüğü düşüncesini yıktı. Sömürgecilerin yenilebileceğini anladı. Bir Afrikalılık duygusu, Afrikalı bilinçlenmesi ortaya çıktı. Afrikalılar arası bir dayanışmanın temelleri atıldı. Öte yandan ulusal birliklere dayanmayan devletler ortaya çıktı. Aynı dili konuşan, aynı gelenekleri olan, aynı ekonomik koşullar içinde yaşayan insanların arasına yeni sınırlar girdi. Buna karşılık, aralarında hiçbir birlik ve benzerlik olmayan insanlar da yeni bir devletin sınırları içinde kaldı. Ama buna rağmen birlik düşüncesi gelişti ve aynı sınırlar içinde yaşayan insanlar arasında yeni ortaklıklar kuruldu.

 

Peki, bağımsızlık sonrası iki kutuplu dünyada Afrika’da nasıl bir düzen kuruldu? Kapitalist mi? Sosyalist mi? Yoksa ulusal bir düzen mi? Bağımsızlık ne getirdi? Eski sömürgeciler Afrika’dan giderken yerlerine ne bıraktılar? Afrika gerçekten özgürlüğe, egemenliğe, bağımsızlığa kavuştu mu?

 

Bağımsızlık döneminde sosyalizm çok yayın bir akım oldu. Liberal eğilimli liderler bile izledikleri yolun sosyalizm olduğunu iddia ettiler. Sonuçta ortaya “Afrika Sosyalizmi” diye bir şey çıktı. Çünkü kapitalizmle savaş aynı zamanda sömürgecilikle savaş demekti. Bu açıdan Afrika’da bağımsızlık akımlarının liderleri sosyalist ülkelere yaklaştı ve sömürgeci ülkelerdeki sosyalistleri dost bildi. Ayrıca Afrikalılara göre, sosyalizm, bağımsızlığa kavuşan ülkelerin en kısa zamanda ekonomik ve sosyal kalkınmalarını sağlamak için uygulanması gereken en iyi sistemdi.

 

Bağımsızlık, yabancı sömürgecilerin yerine yerlisini getirdi. Askerler hükümet darbeleri yaptı, yeni diktatörlükler ve yeni faşist rejimler kuruldu. Yeni sömürgeciler Afrika ülkelerinde kolaylıkla köprübaşlarını ele geçirdi. Böylece eski düzen yeni biçimler altında sürdürülmüş oldu. Afrika’da seçimle iktidar değişikliği hemen hemen hiç olmamıştır. Bağımsızlık öncesi tatlı demokrasi sözleri çabuk unutulmuştur. Askeri yönetimler, diktatörler, iyi niyetle ve kışla disiplini ile bütün güçlüklere çare bulacaklarını sanmışlardır. Ama ilk yaptıkları iş özgürlükleri kısıtlamak olmuştur. Onlara göre, özgürlük, anarşi demektir.

 

Diğer yanda sömürgeciler Afrika ülkeleri bağımsızlığa kavuşmadan önce yeni bir sistem buldular; buna yeni sömürgecilik dendi. Bu sistem, görünüşte bağımsız olan bir ülkenin ekonomik işlerinin, maliyesinin, iç ve dış politikasının dışarıdan yönetilmesi demekti. Dış ticaret yabancıların kontrolündedir, hangi ürünlerin nereden satın alınacağını sömürgeciler belirler ve ülkelere çoğu zaman seçim hakkı tanımazlar. Dış ödemeler, yabancı bankaların tekelindedir, yatırımları ve ödemeleri yabancı ortaklıklar birlikte yönetir. Sömürgeciler için bu yeni sistem, sorumluluk altına girmeden iktidarda olmak demektir.

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık ve egemenlik akımlarının baskısıyla klasik sömürgecilik sistemi şekil değiştirmek zorunda kaldı. Sömürgeler görünüşte bağımsızlığa kavuştular, ama ekonomik sistem değişmedi. Sömürgeciler sorumluluklarından kurtulmuş oldular. Seçimler yapıldı, parlamentolar toplandı, hükümetler kuruldu; eski sömürgeler kendi kendilerini yönetmek hakkına kavuştular.

 

Yeni sömürgeciler Afrika’da yatırımlara başladılar. Bu yatırımların çoğu ham madde üretiminin arttırılması yönündeydi. Afrika ülkelerinde çıkan ham maddelerin Afrika’da işletilmesi yeni sömürgecilerin işine gelmiyordu. Bu yatırımlar bir yandan da tek yönlü üretimin gelişmesine neden oldu. Bu da onları dış piyasaların kölesi durumuna sokuyordu.[2]

 

Afrika ve diğer üçüncü dünya ülkeleri her yıl dışarıya daha fazla ham madde, maden ve tarım ürünü satmaktadır; buna karşılık ellerine geçen para yıldan yıla azalmaktadır. Dışarıdan alınan malların fiyatları ise sürekli artmaktadır. Bu nedenle geri kalmış ülkelerin dış ödeme dengeleri hep kötüye gitmektedir. Dengeyi tutturmak için de ya ihracatı arttırmak ya da ithalatı kısmak gerekir. Yeni ihtiyaçlar belirdiğinden ithalatı kısmak da kolay değildir. O yüzden üretimi ve ihracatı arttırmak gerekir.

 

1970’lerde Senegal Cumhurbaşkanı bu durumu şu sözlerle ifade etmişti:

 

Bize tembel diyorlar; değiliz. Üretim endeksimizi on yılda 100’den 150’ye çıkardık. Ama ne yapsak nafile. Ne kadar çok çalışsak o kadar az kazanıyoruz. Son 12 yıl içinde Avrupa’dan getirdiğimiz malların ortalama fiyatı %19 oranında yükseldi. Bizim sattığımız malların fiyatı ise %4 oranında düştü. Böylece %23 ölçüsünde bir kazık yemiş oluyoruz.

 

O yıllarda Gana Devlet Başkanı da bu durumu şöyle ifade ediyordu:

 

1954’te 210 ton kahve çıkartıyorduk. 1964’te bunu 590 tona yükselttik. Elde ettiğimiz gelir ise 85 milyon sterlinden 77 milyona düştü. Aynı süre içinde ham maddelerin fiyatında %33 ölçüsünde bir düşme oldu. İşlenmiş ürünlerin fiyatı ise %4 arttı.

 

Yeni sömürgecilikle savaş Afrika’nın ikinci bağımsızlık savaşıdır. Bağımsızlığın ve kalkınmanın gerçek düşmanları yeni sömürgeciliğin gölgesinde gelişen yerli çıkar gruplarıdır. Afrika’da gelişen yeni burjuvazi sınıfı eski yabancı sömürgecilerin yerini almıştır.

 

Afrika’da yığınlar yoksul, ama her Afrikalı fakir değil. Afrika’nın doğal kaynakları parmak ısırtacak kadar çeşitli ve zengin. Fakat bunların kullanımı, satışı ve paylaşımı adil değil. Batı hem Afrika’nın beyin göçünden yararlanıyor hem de kendi insanına yurt dışında yüksek maaşlı iş buluyor. Batılı ülkelerdeki Afrikalı doktor ve mühendis sayısı 20 bini aşmıştır. Birleşik Devletler’de sadece Nijerya kökenli yaklaşık 25 bin hekim çalışmaktadır. Dolayısıyla Batı, Afrika’ya her anlamda “sağılacak inek” gözüyle bakmaktadır. Batı’nın Afrika’daki siyaseti, başka yerlerde olduğu gibi, “böl ve yönet” ilkesiydi.

 

Yıllarca Batı Dünyası, Afrika ülkelerine yardım ediyor sanıldı. Oysa yakından bakınca Afrika ülkelerinin Batı’ya yardım ettiği görülür. Afrika ülkelerinin bütçelerinin %25’i her yıl borç ve faiz ödemeye ayrılmaktadır. Afrika ile Batı Dünyası arasında bir yardımlaşma varsa bunu yapan aslında Batı değil, Afrika’dır.

 

Batı’ya göre bugün Afrika’da yaşanan sorunlar Afrikalıların kendi suçudur: Kötü liderler, buyurganlık, demokrasi eksikliği, halklardan kopuk yönetim, çürüme, doyumsuzluk, beceriksizlik, üretimsizlik, kıtlık, açlık, salgın hastalıklar, iç çatışmalar vb gibi. Peki, çözüm nedir? Yine Batı’ya göre, varlıklı, gelişmiş, teknik olanaklara sahip hümanist Batı’dır! Oysa sömürgeci ve emperyalist Batı, Afrika’nın çözümünü değil, sorunlarını simgeler.

 

Sonuç olarak yarının Afrika’sı bugünkünden çok farklı olacaktır. Çünkü bağımsızlık savaşları ve devrimler sömürgecilik çağının koşullarını değiştirmek için yapılmıştır. Yarının koşulları içinde yeni kuşaklar yetişecek, gerçekten özgür ve her çeşit sömürgecilikten ve diktatörlükten arınmış Afrika’yı yaratacaktır. Gelecekte Afrika’nın yolu ve bahtı açık olacaktır.

 

[1] İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizler 374 bin, Fransızlar da 80 bin Afrikalıyı cephelere sürdü.

[2] Mesela kahve, kakao üretimi gibi. Türkiye’de fındık üretimi gibi.



Bu yazı 418 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI