Hayat bu! Her gün yeni olay ve gelişmeyle karşılaşıyoruz. Hiçbir şey bıraktığımız gibi kalmıyor. Her gün güneş batıyor. Bizim için batan güneş, başka ülkeleri aydınlatıyor. Her insan ölüyor. Kimi kaza geçirerek, kimi hastalıktan, kimi savaş ve katliama uğruyor, kimileri ise zülüm, açlık karşısında hayatını kaybediyor.
Hayat dualite ikilik üzerine kurulmuştur. Siyah- beyaz, acı-zevk, sıcak- soğuk, gece- gündüz, iyi –kötü, kadın- erkek, aydınlık- karanlık, yaşam- ölüm: İşte düalite prensibi bu yüzden yaşamın temelidir. Diğer tüm ikilikler bu iki temel kutuptan çoğalır.
Dualite gözlüklerinden dünyaya baktıkça her şeyi yargılar oluruz. O anki menfaatlerimize uygun ise iyi, uymayanları ise kötü diye sınıflandırırız. Ön yargılı kişiler, yargılarından emindir. Kesin konuşur. Fakat kanıtlanabilir bir gerekçesi yoktur. Tamamen kendi izlenimlerine, kendi düşüncelerine göre hüküm verir.
İnsanoğlunun en büyük problemi; hep haklı olmak istemesidir. Empati kurma becerisi olmayan kişiler, ön yargılı kişilerdir.
Örnek vermek gerekirse Ateş’i ele alalım. Kışın onun sayesinde ısınırız. Ateşle ekmek ve yemek yaparız. Bizim ihtiyacımıza yardımcı olan ateş iyi, bir yerimizi yakan ateş ise kötüdür. Yani biz kendi ihtiyacımıza göre” iyi veya kötü” diyerek, sınıflandırıyoruz.
Karşılaştığımız bütün olay ve olguların iki yüzü vardır: Çirkin yüzü ve güzel yüzü. İnsanlığın geliştirdiği hiç bir teknoloji yoktur ki, insan yaşamını kolaylaştırmanın yanı sıra, risk oluşturan bir yönü de olmasın. İşlenmiş şeker, nefis tatlar üretilmesini kolaylaştırırken, ölümcül hastalıkları da tetikliyor. Otomobiller bize, ulaşabilme ve erişebilme ihtiyacımızı karşılar, ama yarattığı kirliliğin, yol açtığı ölümlerin sayısını bilemiyoruz.
Piyasanın görünmez elinin yarattığı rekabet kaynak kullanma verimini artırırken, eşitsizlik gelişmeleri de tetikleyerek, toplumsal düzenin temeline adeta bomba yerleştirir. Sınıf kavgalarına yol açabilir.
Yaşamdaki her şeyi, herkesi, her olayı, her durumu ikilik prensibine göre değerlendiriyoruz ve yaşıyoruz. Çünkü düalite bizim içinde yaşadığımız, kaçamayacağımız çok temel bir yasadır. Bu aynen çatıdan atladığımızda düşmemize neden olan yerçekimi yasası gibi değişmez, esnemez, atlatılamaz bir prensiptir. Yani hakikattir.
Tekrar örnek vermek gerekirse deniz her zaman sakin değildir. Bazen hafif dalgalı, bazen git-gel oluşuyor. Bazen ise fırtına çıkıyor ve dev dalgalar oluşuyor. Bazen sis oluşur, görüş alanımız daralır. Sis ve dalgalar prensiptir. Yani hakikattir. İçinde bulunduğunuz tekne, gemi, yat her ne ise denizin dalgalısına göre hareket eder. Eğilir, sağa sola sallanır ve o dalgalı hakikate uyum sağlar.
Dualite ilkesini bilirsek, kendimize fren koymaya çabalar, ahlakın altın kuralını attığımız her adımda anımsarız.
Madem bu prensipten kurtulamıyoruz o zaman kafayı çok da takmayalım diyenler olabilir. Ama bu prensibi anlatmamdaki sebebim ise düalitenin içinde olduğumuz sürece yargısız olamayacağımız gerçeğine, sizlerin dikkatinizi çekmek istedim.
İsterseniz Einstein'in ünlü sözünü bir kez daha anımsayalım: ‘’Önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur’’
Hayatımız en temel sabitlerinden biri de, alışkanlıklardır. Alışkanlıkların kaynağı, önyargılar, batıl inançlar, yerleşik dogmalar, kalıp düşünceler ve ezberlerdir.
Her zaman alışkanlığı kolay sanma algısı olacaktır; bu hayatin sabitidir. Önemli olan bilinçle üzerine giderek, alışkanlıkla değil, analizle sorunlarımızın çözümünü aramaktır.
Unutulmamalıdır ki, erken yargılar önyargılara sebep olur. Toplumlar ya da kişiler hakkında, yeterli bir bilgiye sahip olmadan, peşin hükümlü olma manasına gelen önyargıdır.
Üzülerek söylemek gerekirse, Önyargı, toplumumuzun en yaygın hastalıklarından biridir. Önyargı, yargısız infaz yoluyla insanların adaletsiz karar vermelerine sebep olur.
Önyargı, bilinçsizce kin nefret olgusunu oluşturur. Zamanla davranışa dönüşen önyargılar, dışlamaya kadar gider.
Düşünmeden insan veya toplulukları ırk, din gibi kavramların ardına sığınıp, insanların, birbirlerini öldürebilir duruma getirir.
Önyargı sadece yaşadığı toplumla mı alakalı? Hayır.
Bir insan, tropik bir adada toplumdan yoksun büyüse, akrep, yılan gibi hayvanlar, ona daha önce zarar verdiği için önyargılı davranacaktır.
Bizler iyi veya kötü iki kutup arasındaki gösterge üzerinden değer biçerek bakıyorsak ve bakmak zorundaysak, gösterge üstünde not vererek, yargı ortaya koymuş oluyoruz.
Peki, sıra dışı olmak çok mu zor?
Nefis; şımarık, bir türlü tatmin olmayan, egoist, menfaatperest, zevk düşkünü ve fütursuzdur. Nefis ve ruh ise insanın metafizik olanla ilişkisini sağlar. Bilgeliğe ulaşmak anlamına da gelen kendini bilmek” kişinin kendindeki ilahi gerçeğin yani özüne yerleştirilmiş hakikatin farkına varmasıdır. İnsanın esas üstünlüğü, bilinçli akılla tanrısal bir değer kazanmaya başlayan eşsiz ruhudur.
Sıra dışı yaşama geçen ve sıra dışı olan insan düaliteleri aşarak yargısız olabilir. O halde yargısız olmak sıra dışıdır. Yine nefis terbiyesi sayesinde kişi kendi “ben ”inin farkına varır. Sufi, Şaman, Guru gibi tabir ettiğimiz kişiler, bu deyime yıllarca çalışarak sıra dışı olmayı başara biliyorlar. Biz, kendimizi, ruhumuzla özdeşleştirdiğimiz zaman, hakikatimize ermiş oluyoruz. Yani gölgeden geçip, hakikatimize ermek bizim aslında fıtratımızda var. Onun hep bize öğrettiği, şikâyet etmemek, şikâyet edeceğine çözüm üretmek gerekiyor.
Ruhumuz bizim hakikatimiz. Zamana ve mekana tabii değildir. Nefis, kibir yendiğimiz kadar kendi “ben “inin farkında varırız ve bilgeliye doğru yol alırız. İnsanlara karşı merhamet ve hoşgörü sahibi oluruz.
Büyük düşünür Mevlâna “Kendi nefsini yenmek, zaferlerin en güzelidir” demiştir. İnsanın en önemli özelliği kendi hakkında düşünebilmesidir. Yine kendini sorguya çekerek hatalarını görebilmesidir. Kendinde gördüğü hataları, önyargılar, gelenek ve görenekler tarafından oluşturulan sahte kişiliklerden, takındığı maskelerden, uzaklaşması gerekiyor. İnsanın özüne ulaşmasının önündeki engel kendisidir. Yani nefsidir.