Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar adlı çalışmam sırasında din üzerine görüşlerim köklü olarak değişti. Öncelikle şunu vurgulamalıyım ki toplumun düzeni için din gerekli bir kurumdur. Ama bilinç düzeyi yüksek bir insanın toplum düzeninin sürdürülmesi için belirli ideolojileri olan dinlerin savladığı soyut cezalandırma (cehennem) ve ödüllendirme (cennet) kavramlarına gereksinimi yoktur; bu nedenle bir dine de gereksinimleri yoktur.
Hubert Reeves ve arkadaşları Kökenler: Kozmos, Dünya ve İnsanlık adlı çalışmalarında şöyle diyorlar;
Antik çağlardan beri, bilginin ilerlemesi insanı sürekli olarak bir ya da iki puan aşağı indirdi, onu hak ettiği yere koydu. Evrenin merkezinde olduğumuzu düşünüyorduk. Galileo, Kopernik ve diğerleri gözümüzü açtılar: Gerçekte, nispeten mütevazı bir galaksinin eteklerinde çok sıradan bir gezegende yaşadığımız ortaya çıktı. Biz kendimizi, diğer tüm canlı türlerinden farklı olarak, orijinal yaratılışın ürünleri zannediyorduk. Charles Darwin bizi hayvan evriminin soy ağacına sıkıca yerleştirdi. Bir kez daha, yersiz gururumuzu yutmaya ve evrensel örgütlenmenin en son ürünleri olduğumuzu kabul etmeye zorlandık.
Tanrı tüm bunların neresinde? Birçok bilimsel keşif, samimi inançlarla birleşir veya onları güçlendirir. Bilim öğrenir; din öğretir. Kuşku, bilimin arkasındaki özendirici güçtür, dini bir arada tutan yapıştırıcı ise inançtır. Yine de ne bilim ne de din diğerine kayıtsız değildir. Yeni dünya tarihimiz ne ruhsal ne de metafizik soruların yanından geçme ya da bunlardan kaçınma girişiminde bulunmaz.
Charles Darwin 27 Aralık 1831'de Beagle'a ilk bindiğinde, dünyayı ve insanlar da içinde olmak üzere tüm canlıları Tanrı'nın yarattığından hiç kuşkusu yoktu; bu konuda Yaratılış kitabındaki İncil anlatımını kabul ediyordu. Beagle'ın yolculuğu, Darwin'in yaşamındaki dönüştürücü olaydı ve zihnini biyolojik bilimdeki dönüşümü için hazırlıyordu. Philip Lieberman'ın Her Şeyi Değiştiren Kuram: Süren Bir Çalışma Olarak Türlerin Kökeni Üzerine adlı çalışmasında dediği gibi; biyoloji, evrimin Tanrı ya da herhangi bir "doğa yasası" tarafından yönetilmediği önermesini Darwin'e borçludur. Evrimin gidişatını hiçbir tanrı ya da mistik güç yönlendirmiyordu.
Anna Pałczyńska, Dinin Kökeni ve Dünyanın Başlıca İnanç Sistemleri adlı son makalesinde, dini, insanlığı maneviyatla ve kimileyin de ahlaki değerlerle ilişkilendiren organize bir inanç sistemleri, kültürel sistemler ve dünya görüşleri topluluğu olarak tanımlar. Din sözcüğü kimileyin inanç ya da inanç sistemi ile eşanlamlı olarak kullanılır; bununla birlikte din, “son derece toplumsal bir şey” olduğu için özel inançtan farklıdır. 2012 yılında yapılan küresel bir anket, dünya nüfusunun %59'unun dindar, %23'ünün dindar olmadığını ve %13'ünün ateist olduğunu bildiriyor.
İnsanların ilk ne zaman dindar oldukları bilinmiyor, ancak Orta Paleolitik çağdan (300 - 500 binyıl önce) ve olasılıkla daha öncesinden dini davranışlara ilişkin güvenilir kanıtlar var. Dini düşüncenin en eski kanıtı, ölülerin ritüel işlemine dayanır. Çoğu hayvan, kendi türünün ölülerine yalnızca geçici bir ilgi gösterir. Ritüel cenaze törenleri, yaşam ve ölüm bilincini ve ölümden sonraki yaşama olası bir inancı temsil eder. Philip Lieberman, "mezar eşyalarının olduğu definler, açıkça dini uygulamaları ve günlük yaşamı aşan ölüler için endişeyi belirtiyor" diyor.
Organize dinin kökleri, 11 binyıl önce Yakındoğu'da başlayan, ancak dünyanın çeşitli yerlerinde bağımsız olarak ortaya çıkmış olabilen Neolitik Devrime kadar izlenebilir. Tarımın keşfi, birçok insan toplumunu avcı toplayıcı bir yaşam tarzından yerleşik bir yaşam tarzına dönüştürdü. Avcı-toplayıcı topluluklardan devletlere geçiş, yeni toplumsal ve politik ortamı yansıtan daha uzmanlaşmış ve gelişmiş din biçimlerini hızlandırdı. Küçük kabilelerin doğaüstü inançları olsa da bu inançlar merkezi bir otoriteyi ve servet transferini haklı çıkarmaya ya da ilgisiz bireyler arasında barışı korumaya hizmet etmiyordu. Organize din, toplumsal ve ekonomik istikrarı sağlamanın bir aracı olarak ortaya çıktı.
S. E. Guthrie'nin adlı Bulutlardaki Yüzler: Yeni Bir Din Kuramı adlı çalışmasında belirttiği gibi, yazarlar iki bin yıldan uzun bir süredir dinin doğası ve kökenleri üzerine spekülasyonlar yapsalar da geniş çapta kabul gören bir tanım ortaya koyamadılar. Bunun yerine, neredeyse yazarlar kadar çok tanım var. Dini tanımlamak zordur çünkü tanımlar kuramları gerektirir ve iyi bir genel din kuramı yoktur. Dinin kökeni üzerine birçok kuram geliştirilmiştir. Bir tür tasarım olan herhangi bir din, egemen güçler için anlamsızlaştığında yerini bir başkası alıyordu. Bilim kültürünün sonuçlarından biri de manevi ve kutsal olana ilişkin algı ve düşünceleri azaltmasıdır.
Animist inançlar eski avcı-toplayıcılar arasında yaygındı. Animizm (Latincede ruh anlamına gelen anima'dan gelir) temel olarak her yerin, her hayvanın, her bitkinin, her doğa olgusunun farkındalık ve duyguları olduğu ve insanlarla doğrudan iletişim kurabildiği düşüncesine dayanır. Animizm belirli bir din değildir; çok farklı kültler ve inançlar için ortak bir tanımdır. Antik avcı-toplayıcılar olasılıkla animist idi, modern öncesi tarım toplumları ise büyük olasılıkla teist idi. Teizm (Yunanca tanrı anlamına gelen theos'tan gelir), evrensel düzenin insanlar ve tanrılar arasındaki hiyerarşik ilişkiye dayandığına inanır.
Y. N. Harari'nin Sapiens: İnsanlığın Kısa Bir Tarihi adlı çalışmasında dediği gibi; bugün din genellikle bir ayrımcılık, anlaşmazlık ve ayrılık kaynağı olarak görülüyor. Yine de para ve imparatorlukların yanı sıra insanlığın üçüncü büyük birleştiricisi olmuştur. Tüm toplumsal düzen ve hiyerarşiler düşsel olduklarından, hepsi kırılgandır ve toplum ne kadar büyükse o kadar kırılgandır. Dinin can alıcı tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara insanüstü bir meşruiyet kazandırmak olmuştur. Dinler, yasalarımızın mutlak ve üstün bir otorite tarafından belirlendiğini savunur. Bu, bazı temel yasaların yerleştirilmesine yardımcı olur ve böylece toplumsal istikrarı sağlar.
Bu nedenle din, insanüstü bir düzen inancına dayanan bir insan normları ve değerleri sistemi olarak tanımlanabilir. Bu, iki farklı kriteri içerir: 1) Dinler, insan kaprislerinin ya da anlaşmalarının ürünü olmayan insanüstü bir düzen olduğunu kabul eder. 2) Din, bu insanüstü düzeni esas alarak, bağlayıcı olduğunu düşündüğü normları ve değerleri oluşturur.
Birbirinden farklı insan kümelerinin yaşadığı geniş bir alanı kendi himayesi altında birleştirmek için bir dinin iki özelliği daha olması gerekir: 1) Her zaman ve her yerde geçerli olan evrensel bir insanüstü düzeni benimsemelidir; 2) Bu inancı herkese yaymakta ısrar etmelidir. Başka bir deyişle, evrensel ve misyoner olmalıdır.
Organize dinler (İbrahimi dinler ve Budizm gibi) evrenseldir ve misyonerdir. Eski dinlerin çoğu yerel ve özeldi. İzleyicileri yerel tanrılara ve ruhlara inanıyorlardı ve tüm insanları dönüştürmekle ilgilenmiyorlardı. Evrensel ve misyoner dinler ancak MÖ ilk binyılda ortaya çıkmaya başladı. Bu dinlerin ortaya çıkışı, tarihin en önemli devrimlerinden biriydi ve evrensel imparatorlukların ve evrensel paranın ortaya çıkışı gibi, insanlığın birleşmesine yaşamsal bir katkı yaptı.
Burada James O'Neill'in dinle ilgili çok özlü makalesine göndermede bulunacağım. Dinler, insanlığın sürüngen beyinli (reaktif) bir türden, artan beyin boyutu ve kapasitesi ile ahlaki bir hayvan beyni (proaktif) türüne evrilmesinden sonra evrimsel bir adaptasyon olarak gelişti; zeka, yaratıcılık, merak ve yenilik yapma yeteneği.
Daha özel olarak, bu entelektüel artışlar nedeniyle, batıl inançlar ve dinler, insanlığa, özellikle de insanlığın ilk oluşumu sırasındaki cehalet, faillik, ölümlülük ve öz farkındalıkla ilgili artan farkındalığı telafi etmede insanlığa yardım etmek için bir başa çıkma stratejisi olarak gelişti.
Batıl inançlar ve dinler, ortak ve bireysel cehaletimizi ve korkularımızı alan ve bunları 1) doğaüstü (cadılar, orman perileri, periler, cüce cinler, vampirler, hortlaklar, hayaletler, kurt adamlar) ya da 2) ilahi (Yahve, Tanrı, Allah, Osiris, Dionysus, Loki, Büyük Gök Ruhu, Yeşil Adam, Ahura Mazda, Astarte, Shiva) gibi hayali antropomorfik (Not 1) varlıklar aracılığıyla kişileştiren ve etiketleyen insani yapılardır.
Bu kişiselleştirme ve etiketlemeyi 1) anlamadığımız şeyleri rasyonelleştirmek ya da açıklamak, 2) bilgisizliğimizden kaynaklanan acıları ve korkuları hafifletmek yoluyla bir başa çıkma yöntemi olarak yaparlar:
Neil deGrasse Tyson (Not 2), tarih boyunca en parlak insanların (örneğin Isaac Newton) bir şeyi açıklamak için bilgi sınırlarına ulaştıklarında neler olduğuna ilişkin bir örnek verir. Bir şeyi açıklama yetilerinin sınırına ulaştıklarında, bunun ilahi el sayesinde olduğunu söylerler. Ancak, bir zaman sonra bunu açıklayabiliriz (dolayısıyla ilahi değildir) ve böylece döngü sürer. Döngü, onun doğaüstü ya da ilahi bir varlık değil, yalnızca insanlığın cehaleti yüzünden geçici bir karşılaşma olduğunu gösteriyor.
Tarihsel olarak dinler üç genel tip üzerinden biçimlenmiş ve gelişmiştir. Bunların ilki Tarım Devriminden önce Küçük Nüfus Oluşumları sırasında yaratılan en eski dinlerdir.
Erken avcı-toplayıcı toplumlar ve erken kabile dönemleri sırasında, dünya nüfus çok az ve seyrek olduğu sırada, dini oluşumlar aşırı yerel olarak başlar: Doğadaki her şeyin bir ruhu vardır, hayvanlar, garip bir kaya oluşumu, gerçekten büyük bir ağaç. Daha sonra, küçük insan kümeleri seyahat ettikçe ya da nüfus büyüdükçe ve dünyaya ilişkin anlayışları arttıkça, yerelleştirilmiş ruhların kapsamı da coğrafi bir bölgenin ruhlarına doğru kayıyordu: Orman, ırmak, göl, dağ, vb. Bu oluşum çoğu yerli ve doğa temelli dinlerin yanı sıra çoğu tarım öncesi dini uygulamaları kapsar.
Dinlerin oluşumdaki ikinci aşama Büyük Nüfus Oluşumları sırasındaki dinlerdir. Bunlar, Tarım Devrimi sırasında oluşturulan dinler olup yaklaşık sekiz binyıl süreyle geçerli olmuştur. Halen de yaşayan dinlerdir.
Avcı-toplayıcılıktan sonraki kabile dönemlerinde yaratılan dinler için coğrafi ruhlardan kabile tanrılarına (örneğin Kenanlılar) ve daha sonra çok daha büyük bir kültürel / ulusal tanrı panteonlarına (Mısır, Hindu, Yunan, Roma) geçiş vardır.
Genişleyen nüfus merkezleri (daha sonra ulus devletler olarak tanımlanacak) ve tarih, etik, sanat, astronomi, fizik, matematik, felsefe vb. yoluyla dünya bilgisinde önemli bir artış ile şunlar gelişir:
1) Tanrıların kapsamı yerel ve kabilesel olmaktan çıkıp ulusal olacak şekilde genişler,
2) Bu tanrılar, gökyüzünde (ya da erişilemeyen başka bir yerde) yaşamak için yerel doğal dünyayla doğrudan bağlarından ayrılmış, böylece ilahi varlıkları daha genelleştirilmiş ve daha geniş bir halk için erişilebilir olur,
3) Bu yeni tanrıların etkisi, yerelleştirilmiş özellikler (ağaç ya da kaya gibi) yerine geniş kavramları (savaş, aşk, doğurganlık, bitkiler, şans vb.) kapsayacak biçimde genişler.
Tarım Devriminin başlamasından bir süre sonra toplumsal yaşamda karşılaşılan sorunlar yüzünden tarihçilerin Eksen Çağı Oluşumları dediği bir oluşum olur. Bu dönemde peygamberler, mistikler, filozoflar ve ozanlar ortaya çıkar. Çünkü antik çağda güç, Y. H. Harari’nin dediği gibi krallardan / din adamlarından ya da tapınaklardan / saraylardan pazaryerine kayıyordu. Maddi zenginleştirme, kültürel gelişimin yanı sıra bireysel bilincin gelişmesine de yol açmıştı. Eksen Çağı'nda (MÖ 800 - 200) karşılaşılan sorunların üstesinden gelmek için her bölge kendi ideolojisini geliştirdi. Şöyle ki: Çin'de Taoizm, Konfüçyüsçülük; Hindistan'da Hinduizm, Budizm; Batı Anadolu’daki İyon kent devletlerinde felsefi akılcılık; İran'da düalizm (Zerdüştlük) ve İsrail'de İbrani peygamberler tektanrıcılığı geliştirdiler. Diğer dini anlayışlar gibi, Tanrı düşüncesi de pazar ekonomisi içinde gelişti.
Dinlerin oluşumdaki üçüncü aşama Kozmopolit Oluşumlardır; Avrupa’da Protestan Reformu sonrasında başlayıp Sanayi Devrimi ile olgunlaşan dini anlayıştır. Bu aha modern dini oluşumlar şunlara odaklanma eğilimindedir:
1) Dinlerin, yaşamın ve varlığın felsefi ve ahlaki temelleri,
2) Daha az ilahi olması ya da hiç olmaması durumu,
3) Ekolojik ve insanlığın korunması ve insanlığın olayların şemasında durduğu yer (bir tür küresel eko-hümanist dini görüşe yöneliyor).
Dini oluşumun büyümesi ve evrimi 1) insan nüfus merkezlerinin büyümesi, 2) insan bilgisinin büyümesi ve dünyasal cehaletin azalması ile birlikte gelişir.
İnsan cehaletinin doruğunda dinler, anlaşılmayan dolaysız doğal dünyaya (hastalıklar, mevsimler, hava durumu, yaşam, ölüm, kırık bacak gibi kişisel kazalar) odaklanıyordu. Dünya üzerine insan bilgisi arttıkça, ruhların yerini tanrılar alır. Sonra tanrıların yerini felsefeler ve eko-bilinçler almaya başladı.
İnsan cehaletinin doruğunda, hemen hemen her şey, ruhlara ve onları çevreleyen doğaüstü şeylere bağladılar. Sonunda deneyim, bilgi, gerçek ve bilim ile şeylerin oluşunun nedenleri anlaşılınca cehalet ve yanlışa yorma duvarı yıkılır. Bir şeyin nasıl ve neden olduğu anladıktan sonra, insanlar artık bu olayları yanlış bir şekilde doğaüstü ya da ilahi olana dayandırmazlar; o zaman bunların açıklaması bilim ve gerçeğin alanına girer. O anda, insan anlayışının ve açıklamasının ötesinde olan her şey, yeniden doğaüstü ya da ilahi olana dayandırılır. İnsanlar sonsuza dek insanlığın cehaletinin sınırıyla karşı karşıya kaldıkça döngü de sürer.
Bilgin Erwin Schrödinger (Not 3), Schrödinger'in Kedisi olarak adlandırılan bir düşünce deneyini öne sürer. Temelde, içinde radyoaktif bir izotop ve bir zehir bulunan bir kutu içinde bulunan bir kedinin canlı mı yoksa ölü mü olduğunu bilmediğimizi belirtir. Kontrol etmek için kutuyu açıyoruz. Kutuyu açarak emin olana kadar kedinin durumu hem ölü hem de diridir (bilinmiyor). Benzer bir şekilde, Schrödinger'in Smilodon'u (smilodon tarihöncesi büyük bir yırtıcı kedidir) potansiyel olarak çalılarda avlanır, avcılar emin olmak için kontrol edene kadar hem oradadır hem de orada değildir (bilinmeyen durum); bu da ya avcılar için iyi olur (orada değil) ya da avcılar için kötüdür (orada ve açtır).
Evrimsel bir adaptasyon olarak, bir şeyin potansiyel olarak tehlikeli olduğunu varsaymak, bir savunma duruşu olarak riskten kaçınmak (daha kolay korkmak), bir şeyin tehlikeli olmadığını varsaymaktan daha güvenlidir. Bu adaptasyonu geliştiren ilk insanlar, bir şeyin tehlikeli olduğunu varsaymayı ve kendilerini korumak için uygun eylemi yapmayı tercih ettikleri için daha güvenli olmalarını ve daha uzun süre hayatta kalmalarını sağlıyordu, bu da daha duyarlı ve kolayca tetiklenen bir savaş ya da kaç tepkisinin evrimleşmesiyle sonuçlandı.
İnsanların din konusundaki seçimlerine ya da inançlarına bunu uyguladığımızda, bu bizi Pascal Bahsi olarak adlandırılan bir şeye yönlendirir, bu bahis şöyle bir şeydir: Tanrı’nın var olduğunu varsayarak korkmak ve itaat etmek (böylece örneğin cennete gitmekle ödüllendirilmek); Tanrı’nın varlığına inanmayıp itaat etmemekten (böylece örneğin cehenneme gitmekle cezalandırılmak) daha güvenlidir.
Mantık, evrimsel olarak yüksek bir korku duygusu olanların dindar olma eğiliminde olmalarıdır. Korku, dünyayı anlayamama, olumsuzluk önyargısı (olumsuz şeyleri tercih etme ve her yerde tehditleri görme) ve belirsizlikten hoşlanmama (her şeyin net, siyah beyaz, anlaşılması veya kabul edilmesi kolay olmasını tercih etme) nedeniyle güçlü bir motive edicidir.
Not 1: Yunanca insan anlamına gelen Anthropos ve biçim anlamına gelen Morphe sözcüklerinden türetilmiştir. Antropomorfik, insan biçimli anlamına gelir. Bu anlama göre Antropomorfizm yani İnsanbiçimcilik; insana has duygu, düşünce gibi niteliklerin insan dışındaki varlıklara atfedilmesidir.
Not 2: Neil DeGrasse Tyson; astrofizikçi, yazar ve bilim anlatıcısı. New York’taki Amerikan Doğal Tarihi Müzesi'ndeki Hayden Planetaryumu’nun direktörü.
Not 3: Avusturyalı fizikçi ve bilim kuramcısı Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger, kuantum mekaniğinin kurucularından biri olarak kabul edilir. Atom kuramının yeni, üretken işlevlerinin keşfedilmesine yaptığı katkılar ile 1933'te Paul Dirac ile birlikte Nobel Fizik Ödülü almıştır.