Rus edebiyatının öncüleri, Puşkin’in, Gogol’un öykülerini severek okurum. Gogol’un Palto adlı kısa öyküsü çok meşhurdur, öyle ki Dostoyevski, “biz yazarlar Gogol’un paltosundan çıktık” demiş. Ne güzel söz.
Köyde on yaşlarındaydım. Bir ilkbahar sabahı, Masto dayının, peşinde çocuklarla, ev ev dolaştığını gördüm. Ben de peşlerine takıldım. Evlerden birer kaşık tereyağı ve bir avuç kadar buldur topluyordu. Ayrıca kesilecek adak içinde para istiyordu. Yağmur duasına çıkılacaktı. Hazırlık yapılıyordu. Organizatör Masto amcaydı.
Masto amca çok sevecen bir adamdı. Çocukları sever, takılır, şakalar yapar, güldürür, kendiliğinden palyaço, tatlı mı tatlı birisiydi. Peşinden evleri dolaşıp adeta mutluluktan uçardık. Rahmetli iri yarı bir adamdı. Kendisi Yaşar Kemal’e benzerdi. Yaşar Kemal’in dediği gibi, o güzel insanlar var ya, hani gidip de bir daha gelmeyen, onlardandı.
Eski adamların, düzenli işleri olmazdı. Bazen gurbete çalışmaya gider, sadece altı ay çalışırlardı. Altı ayı da köyde aileleri ile birlikte geçirirlerdi. Çalıştıkları işlerde sigortaları yapılmazdı. Hiç birisinin emekli maaşı yoktu. Dolaşımda fazla para yoktu, parayla da pek işleri olmazdı. Sadece gaz yağı ve çaya, şekere para verirlerdi. Gençliklerinde çarık ayakkabı giymişlerdi, şimdi ise lastik ayakkabı giyiyorlardı.
Yoksulluk vardı, fakat yaşamlarında mukayese edilecek lüks bir şey yoktu. Herkesin evindeki tel dolap, yastık, minder, halı, kilim birbirine benzerdi. Kendi imalatları idi. Tükettikleri gıda maddeleri hepsi kendi ürünleriydi. Dışarıdan hiçbir gıda maddesi almazlardı.
Oysa şimdi evlerde çeşit çeşit beyaz eşyalar, televizyonlar, cep telefonları, bilgisayarlar var. Koltuklar, halılar, giysiler dahil her şey marka. Sürekli modelleri değişiyor. Yeni modelini alamamak bile insanı strese sokuyor. Komşularla, arkadaşlarla mukayesede mutsuzluk sebebi. Okullar artık paralı olmuş. Tüketim çılgınlığı yaşanıyor. İhtiyaçlar sınırsız olmuş. Hiçbir şeye para yetişmiyor. Aile reisliği çok zorlaşmış. Gerginlik, stres had safhada.
Şirketlerde uzun yıllar muhasebecilik yaptım. Bir defasında maaşları dağıtırken, mimar arkadaşın maaşını verdim. “Çok iyi zam yapmışlar” dedi, sevindi. Sonra elimdeki listede başkalarının maaş rakamını görünce, birden suratı asıldı. Mutsuz oldu. Mukayese kediyi öldürür.
Evet, şimdiki adamları hali hal değil. Çarşıda, pazarda, sokakta görüyorum, hiç birisinin yüzü gülmüyor. Sinir, stres yüklü, insanı parçalayacakmış, boğacakmış gibi bakıyorlar. Kendi kendine konuşuyorlar. En ufak itiraz kavgaya dönüşüyor. Olay karakola veya mezara kadar gidiyor. İzledikleri TV kanallarında, ağır propaganda bombardımanına maruz kalıyorlar, etraflarına kinle nefretle bakıyorlar. Sadece kimyaları bozulmamış, geometrileri, pergelleri, yürüyüşleri de bozulmuş. Kimse dik yürümüyor, hep bir yerlere yetişecekmiş gibi halleri var. Covid-19 da tuzu biberi oldu. Halbuki eskilere göre daha varlıklılar, imkanlar daha fazladır.
Yağmur duasına konusuna dönelim. Hazırlıklardan iki gün sonra, iki kilometre mesafedeki, yağmur duasının yapılacağı yere, çamlık tepesine, yürüyerek geldik. Çamlık dediğim yer, yüksek ve geniş bir tepe. O çevrede çam ağaçlarının olduğu tek yer. Bizim dağ köylerinde hep meşe ağacı vardır. Köylüler kışlık odun için meşe ağacını keserlerdi, çam ağacına dokunmazlardı, kutsal bilirlerdi. Totem gibi bir şey. Bir de tepede yatır, türbe gibi bir yer vardı. Çaput bağlanır, dilek de bulunurlardı. Erkek çocuk olursa adı Dede konur, her köy de Dede isimli çocuklar var.
Birkaç kişi odun topladı. Birisi de eşek ile yakın çeşmeden su getirdi. Büyük kazanların birinde et, diğerinde bol tereyağlı bulgur pilavı pişirildi.
Yemekten önce dua için toplandık. İmam en önde, arkasında adamlar sat tuttu. Çocukların duası kabul olurmuş diye, bizleri de arka sıralara dizdiler. İmam önce namaz kıldırdı. Namaz esnasında bir araya gelen çocuklar sessizce gülmeye başladılar. Sesleri tutmak mümkün mü? Sesler duyulunca, ara sıra adamlardan biri arkaya dönüp bize hafifçe “şııt” der, susmamızı ima eder, kendisi de gülümserdi. Namaz bitince, dua okumaya sıra geldi. İmam dua okumaya başladı, Türkçe dualara geçince herkes imamın peşinden söylenenleri tekrarladı.
Erkekler, kadınlar ve çocuklar için büyük yer sofraları kuruldu. Büyük sinilere bulgur pilavı, üzerine etlerle ortaya kondu.
Yine imam dua etmeye başladı, peşinden yemeğe başlandık. Biz çocuklara, sadece birer tahta kaşık getirmemiz tembihlenmişti. Pilavı ve etleri, kaşıkla atıştırdık. Karnımızı doyurduk.
Yemekten sonra herkese izin verildi. Bir saat serbest zaman. Oyun oynadık, boğuşma, kovalama, gülme, şakalar yapma bizi mutlu etmişti. Çocuklar için tam bir festival, eğlence olmuştu.
Masto amcanın gür sesini duyduk. “Toplanın çocuklar gidiyoruz” dedi. Yürüyüş kolu, yola koyuldu. Hep birlikte yavaş yavaş tepeyi indik.
Yağmur duası işe yaramıştı. Şiddetli bir yağmura yakalandık. Kocaman elleri olan Masto amca paltosunu çıkardı. Bizim için bir kamp çadırı olmuştu. Altına girip, sığındık, bir sürü çocuk. Sadece, Rusların mı paltosu vardı da hikâye yazmışlar, bizim de paltomuz vardı.
Böyle güzel renkli kültürlerimiz geleneklerimiz yok olmak üzere. Dünya tek renkliliğe doğru hızla ilerliyor. Tek tip giysiler, aynı yemekler, fastfoodlar, etler bile aynı şekilde pişiriliyor. Saçlar aynı şekilde yapılıyor. Bütün tüketim malzemeleri, her şey aynı olmaya başladı. Kimsenin bir şey üretmesine gerek yok, birileri standart ürünleri gönderiyor. Aynı filimler, aynı diziler izleniyor. Bize ait bir şeyler gittikçe yok oluyor. Hiçbir şeyin tadı tuzu yok.