Bizim yörede, düğünlerde davul ve zurna dışarıda çalınır. Erkekler halay çeker. Gelen misafirleri davul zurnayla karşılama önemlidir. Misafirler kendilerinin değerli olduğunu hissederler.
Kadınlar da evlerin içinde, saz eşliğinde oynarlar. ”Daha çok, genç kızları oynatır, seyrederler.
Bizim yörede düğünlerde davul, zurna, diğer saz ve çalgıyı apdal denilen bir toplum kesimi yapar. Toplumdan izole bir şekil de yaşarlar. Oturdukları mahalleler kasabaların kenarındadır. Her kasaba da üç beş aile vardır. Sadece Keskin kasabasında çoğunluk onlardadır. Bütün aileler müzikle uğraşır. Çocuklarını okutmazlar, küçük yaşlardan itibaren bir müzik aleti çalmaya mecbur ederler. Kimse onlarla görüşmez, misafirlik ve evlerine gidip gelme olmaz. Evlilikler mümkün değil. Apdalları çok aşağı görürler. Hindistan'daki kast sistemi gibidir. Apdalların Hindistan’dan geldiğine eminim. Doğu Avrupa ve Orta Doğu bölgelerindeki çingenelerin çoğu Hint kökenlidir. Bizim apdallar, kışın aç kaldıklarında köylerden ekmek un dilenirler. Ayrıca sünnetcilik ve kalaycılık yapanları da var.
Din olarak Aleviyiz derler ama aslında dinleri yoktur. Sonradan Müslüman ülkeye geldiklerinden, ibadet ve diğer vecibe, sorumlulukları az olan mezhebe yönelmişler. Aleviliğin de hiç bir ritüelini uygulamaz, bilmez ve yaşamazlar.
Aşağı görülme çok ağır bir toplumsal tramvadır. Ülkemiz insanları, yabancıları nereden gelirse gelsin kötü gözle bakmaz kendisiyle eşit görür. Nedense bu insanlar farklı muameleye tabii kılınmış.
Sadece bizim yörede değil, Anadolu’nun bir çok yerinde yerel halk çalgıcılık yapmaz. Müslüman dininden kaynaklanıyor. Dinimiz, eğlenmeye ve müzikli hayata sıcak bakmaz. Alternatif dini düğün ve nişanlarda yapılır. Sadece ilahiler dinlenir. Oyun oynama yoktur. Aşiretcilik ve soyluluk esasına göre yaşayan toplumun müzisyenleri aşağı kast da görmesi doğaldır.
Bizim en güzel sazcımız Dursun. Davulcu Tahir ustanın oğlu. Çok da yakışıklı idi. Beyaz gömleğinin yakasını açması, gömleğin kollarını yukarı kıvırması ne kadar da yakışırdı. Ya kaşları, hiç sorma. Sazı ve sözleriyle herkesi büyülerdi. ”Genç kızlar, Dursun'u süzer dururlardı. Kızların çoğunun hayali aşkıydı. İçlerinden keşke “Apdal olmasa” derlerdi.
Atalarımız demiş ki, ”Kızı kendi gönlüne bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya”. Ah, o ataları bir bulsalar parça parça ederlerdi. Tahir ustanın başka oğulları vardı. Dursun başkaydı.
Tahir usta davul çaldığında, elleri cebinde, Tahir ustayı yakından inceleyen çocuklardan birisi de bendim. Şapkası, ağzındaki sigarası, sigaradan sararmış bıyıkları, kulak arkasındaki yedek sigarası, topuğuna basılmış ayakkabısı.
Çok güzel davul çalardı. Davulculuk zor iştir. İki buçuk gün sürerdi düğünler. Sigara, yemek molalarının dışında hep davul çalınacaktı. En zoru gece sarhoşlara halay çektirmekti. Sarhoşların kahrını çekmek zor iştir. Bazen, küfür aşağılama da olurdu. Akrabası Neşet Ertaş gibi, o da insan filozofuydu, hayat filozofuydu. Kolay mı o kadar farklı kasabanın, köyün farklı kültürlerin insanlarını idare etmek. Çalgıcılık yapan Apdal kabilesinin geleneği olan, halden anlayan, insan sarrafı, idare etmesini bilen, alçak gönüllü, olmak zorundaydı. O da öyleydi.
Gelelim Tahir ustanın aşkına. Onunki “keklik“ aşkıydı. Dağda, orman da keklik avlama. Hem de nasıl bir aşk. Şimdi hobi diyorlar. Evde iki hanım, on çocuk, huzur mu vardı? Kadınların kavgaları, birbirini çekiştirmeleri, çocukların kavgası, gürültü patırtı, işi zordu. Dinlenmesi gerekiyordu. En iyisi kendisini dağlara, ormanlara, ovalara ve nehir kenarlarına atması. Keklik aşkı böyle başlamıştı.
Bazen Yerköy'den bir arkadaşıyla, genellikle de tek başına ava giderdi. Bir tepeye veya dağın yamacına kendi kekliğini kafesiyle birlikte yerleştirir, kekliğinin ayağına ip bağlar, kafesin ağzını açık bırakırdı. Kendisi de otuz kırık metre mesafede çalılıkların içine gizlenirdi. Kafesin kapağına bağladığı ipi elinde tutar, beklemeye başlardı. Kendi kekliği ötmeye başlar, sesi dağlarda tepelerde ormanlarda yankılanırdı. Sesi duyan, yabani keklikler kafesin yanına gelirlerdi. Yabani keklik ve kendi kekliği, kafesin etrafında dolaşmaya başlar, kur yapar, birlikte öterlerdi. Tahir usta keklikleri, heyecanla izlerdi. Yabani keklik veya ikisi birden kafese girdiği anda ipi çeker, kafesi kapatır, yabani kekliği yakalamış olurdu. Tarifi imkansız bir mutluluk yaşardı. O gün işi bitmiş olurdu ve yeni keklik ile evine giderdi.
Saatlerce çalıların içinde beklemek, inanç, sabır, azim en önemlisi sevda gerektirir. Hepsi Tahir usta da vardı. Biraz da kendini, dinleme zamanı buluyordu. Ruhu dinleniyordu. Düğünlerdeki yorgunluğu, stresi böyle atıyordu.
En çok avlanmayı bizim mezrada yapıyordu. Bazen dalar kendisini izlerdim. Çalıların içinden sadece kolu gözükecek şekilde beni uyarır, eliyle git git, uzaklaş işareti yapardı.
İzmir Gaziemir’de gittiği kahvehaneye, bazen bir çalgıcı gelir. Bizim memleketli, saz çalıp, türkü söyler. Sonra da elinde sazı, masaları dolaşır. Oyun oynayan bazı oyuncular birer lira verirler. Yanıma geldiği zaman, ”Tahir ustayı tanıyor musun ?” derim. “Evet tanıyorum, bilmez miyim” der. Sonra “Hanımlarından birinin adını söyle derim. O da “Eşe” der. Beş lira veririm. Bakışırız karşılıklı gözlerimizin içi güler. Ben memlekete, eski günlere gitmiş olurum. O da aldığı paranın mutluluğunu yaşar.