Bugun...


Mehmet Özkan

facebook-paylas
Boyalı Kadınlar
Tarih: 08-09-2021 19:19:00 Güncelleme: 08-09-2021 19:19:00


Köylü için huzurevinde kalmak ölümdür. Ağır bir durumdur, sahipsizliktir, kimsesizliktir. Vefasız evlat sahibi olmaktır. Köyünde doğmuş, köyünde akraba ve komşularının içinde yaşamıştır. Gurbet görmemiştir. Yatılı okul hayatı olmamıştır.

 

Köylünün yaşamında ölüm: kendi köyünde akrabaları, çocukları ve torunları arasında olur. Hasta yatağında hepsiyle vedalaşır, helalleşir, son nasihatlerini eder, miras ile ilgili kararlarını bildirir, gelecek ile ilgili kaygılarını ve önlemlerini söyler, tembihlerde bulunur ve gözü arkada kalmadan gider.

 

Şimdiki modern şehir hayatında, rahatsızlanan yaşlı, ambülans ile hastaneye kaldırılır. Yoğun bakıma alınır, kimseyle görüştürülmez. Ağzında, burnunda, boğazında ve başka yerlerinde hortumlar vardır. Bu şekilde ölür.” Ölmeden önce ne dedi ? Son sözü ne oldu? Eşini, kızını, oğlunu sordu mu?” cümlelerini kimse artık kullanmıyor. Bir hemşire veya doktor, hasta yakınlarının yanına gelip “Başınız sağ olsun” der. Hepsi bu kadar.

 

Böyle beklentileri olan hiçbir köylü; huzurevinde, bir duvarın dibinde, bir paçavra ve eski halı parçası gibi kenara atılır gibi ölmek istemez.

 

Köylüler, şehir kültürünü, şehir insanlarını bilmezler. Onların anne ve babalarına bakmadığını, huzurevine attığını düşünürler. Köylünün emekli maaşı yoktur. Emekli güvencesi çocuklarıdır. Yaşlılıkta çocukları bakar. Bakmazlarsa korkusu hep vardır.

 

Küçüklükten itibaren çocuklara hayırsız evlat, hayırlı evlat hikayeleri anlatılır. Ömür boyu sürer bu hikayeler. Tanıdıklardan, başka yörelerden, çevreden örnekler verilir. Acıklı durumlar anlatılır. Takdir edilen evlatlar övülür. Çocukları etkilemeye çalışırlar.

 

Okula giden bizlere, siz okuyorsunuz ilerde okumuş kızlarla evlenirsiniz. Şehirli boyalı hanımlarınız olur. Bizi evinize almazsınız. Anne babanız, evinize geldiği zaman, boyalı eşiniz,  “Ben, bu pis köylüleri evimde istemiyorum” der. Siz de bizi kovarsınız. Benzeri olaylar anlatılırdı.

 

Daha çok babalar bu sohbeti yaparlardı. Babam böyle konuştuğunda, ben de her seferinde, ”Olur mu baba, ben o boyalı kadının saçından tutar, dışarı atarım, o kadını kovarım. Ben sana bakarım” dedikçe. Babamın gözlerinin içi güler, hoşuna giderdi.

 

Okudum, babamın dediği gibi boyalı kadınla evlendim. Yaşlılığın son dönemlerinde yanımda değillerdi. Abimin yanında kaldılar. Orayı kendi evleri biliyorlardı. Abimin eşi amca kızıydı. Hiç okula gitmemişti. Küçükken, daha on üç yaşında, abimle nişanlamışlardı. Aileler öyle uygun görüp karar almışlardı. Sağlam bir yatırım olarak düşünmüşlerdi. Yanılmadılar.

 

Babam bize boyalı kadınlar hikayesini anlatırken, bir taraftan da kendi tedbirlerini almışlardı. Okuyanların hanımları bakmazsa, kardeşinin kızı onlara bakardı. Nitekim, öyle de oldu. Annem ve babam, ikisi de fazla bakıma muhtaç olmadılar. Babam bir ay, annem ise altı ay yatakta, yaşam dönemi geçirdiler. Abimin evinde son dönemlerini yengemin bakımında geçirdiler.

 

Yaşlılığın bakıma muhtaç yatalak kısmı aileler arasında sıkıntı yaratıyor. Her aile bireyi bunun, geçici kısa bir dönem olduğunu, fedakarlık yapması gerektiğini biliyor. Yaşlıyı kaybettiğinde bir daha çok istese de geri gelme görme şansı yok. Vicdanen de rahat olmak istiyorlar.

 

Felçli, yatalak gibi ağır hastalıkların bakımı zor. Beş on yıl arası süren yaşamında, bakımı yakını olan aileleri çok zorda bırakıyor. Psikolojik sorunlar ve diğer ağır ruhsal tramvalar oluşuyor. Kardeşler arasında kavgalar ve küsmeler fazla oluyor.

 

Parası olanlar biraz daha rahat ediyorlar. Evde de olsa paralı bakıcı tutuyorlar. Daha çok Rusya cumhuriyetlerinden gelen kadınların aylık ücreti beş yüz dolardan başlıyor. İmkânı olanlar biraz daha hafif atlatıyor süreci.

 

Ailede geliri olmayan kardeş genellikle bakıyor, biraz da emekli maaşı için. Devlet de yaşlı bakımına parasal destek sağlıyor. Ekonomik durumu iyi olan kardeşler de yardım ediyor. Toplumda yaşlılara en çok bu şekilde bakılıyor.

 

Babam son altı ayında safra kesesi kanseri olmuştu. Kasabanın doktorları başlangıçta teşhis koyamadılar. Değişik antibiyotik ve ağrı kesiciler verdiler. Hastalığın son aşamasında, “Hastayı Ankara'ya götürün, bizim yapacağımız bir şey yok” demişler.

 

Anadolu'da hastaların çoğu bu muameleye maruz kalırdı. En az altı ay kasabanın doktorlarına gider gelirdi. Büyük ihtimalle eczacı da doktorun kızıdır. Bütün paralarını doktor ve eczacıya verirler. Artık hastanın ölüme yaklaştığını görünce, Doktor, ”Bu hastayı acil Ankara'ya götürün" derdi. Hasta, yolda ölmez ise, Ankara'da hastanede en fazla bir ay yaşardı.

 

Babamı da abim Ankara'ya İhtisas hastanesine getirmiş. Bana haber verdiler. İstanbul'dan geldim. On gün hastanede kaldı. Doktorlar, ”Yapacağımız bir şey yok eve götürün, evinde ölsün” dediler. Abimin Ankara'daki evinde on gün kaldıktan sonra hakkın rahmetine kavuştu.

 

Hastanedeyken bir gün doktorlar, babamdan röntgen istemişlerdi. Abimle birlikle babamı tekerlekli arabayla, iki kat aşağı indirdik. Röntgen odasının önünde sıra beklemeye başlamıştık. Biz sıra beklerken, bir hizmetli başka bir hastayı tekerlekli sandalye ile yanımıza getirdi ve röntgen için sıraya girdi.

 

Babam, adama ve hizmetliye baktı, gözlerinin içi gülerek, keyifli ve mutlu bir şekilde, “Yazık, kimsesi yok. Bak zavallıyı hademe getirdi” dedi. Bizlere bakıp, mesut ve memnun bir şekilde bizleri süzüyordu. Oğullarım hastalığımda, yaşlılığımda yanımdalar, her derdime derman oluyorlar. İşlerini bırakmışlar, benimle ve hastalığım ile ilgileniyorlar demek istiyordu, gözleri.

 

Ben de içimden “Baba seni de bir hademe getirirdi, değer miydi bu kadar adama, kırk yıl nasihat edip, yirmi yıl besleyip bakmaya?”



Bu yazı 6820 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI