“Sabunluktan bir tane alır mısınız? Çok dar durumdayım, ihtiyacım var...” Muhtemelen altmış yaşını geçmiş bir kadın yürüdüğüm yolda önüme çıkmıştı. Sıcak bir İstanbul sabahı ve sabah yürüyüşümün hemen ilk adımlarında elimde su şişem, bastonumun çkardığı tak tak sesleriyle neşemi bir anda alıp götüren bir duygu fırtınası olmuştu bu ses ve kadının çaresiz bakışları. Duraladım, yüzüne bakakaldım kadıncağızın. Sanki upuzun bir zaman geçivermiş gibydi; karşımdaki yaşlı yüzün hüznü içimi paramparça etmişti. Siyah-beyaz bir Anadolu bozkırı filmi geçiyordu gözlerimin önünden. Çorak, çatlamış toprağı ile sapsarı bir bozkırın yaz ıssızlığında, hafifçe uğuldayan sıcak bir rüzgarın alazı sarmıştı tüm bedenimi.
“Sabunluktan bir tane alır mısınız? Çok dar durumdayım, ihtiyacım var...“ diyen o ses kulaklarımda çınlıyordu. Ayaklarım bastığım topraklara sanki kök salmış beni bırakmıyordu. Çaresiz olan o değil, bendim artık. Ne yapmalıydım? Biliyorum cebimde tamı tamamına 16 lira 50 kuruş vardı. 1,60 lirası ekmek, 3 lirası ayakkabı tamiri, 1,5 lirası gazete ve 4 lirası öğle sonrası çay parası olarak 10 lira 10 kuruşu bana gerekliydi. Geriye kalan 6 lira 40 kuruş ise boştaydı. Öğle sonrası içilecek çaydan vaz geçilip onun parasını da buna ekleyerek cebimden çıkardığım 10 lirayı kendisine vermeliydim; yapmam gerekenin doğrusu buydu. Yeterli miydi?
İçimden bir ses en azından anlık vicdan rahatlaması diye bağırıyordu. Benim için önemsiz bir miktar belki onun için önemli bir miktardı. Ama ne kadar çareydi? Yaşlı bir kadını bu duruma getiren vahşiliği düşünemiyorduk bile. Etrafa bir göz atmak yeterliydi esasında. Koskoca mega kentte, Kadıköy gibi refah düzeyi ortalama daha yüksek bir yerde bile bakınca görülüyordu olanca çıplaklığı ile bu eşitsizlik, bu adaletsizlik ve bu vahşi kapitalizmin acımasız çarklarının işleyişi...
10 liraya satın alınabilen bir vicdan rahatlaması. Küçük burjuva kökenli ağır travmalı bir etkisi olan kaçışın yabancılaştırdığı bireysellik. Ne gibi sıfatlar eklersen kendi meşrebince hepsini kaldırabilecek bir yozlaşma...
“Sabunluktan bir tane alır mısınız? Çok dar durumdayım, ihtiyacım var...“ kulaklarımda uzun süre çınlayacak sözcüklerin hüzün, çaresizlik, acı ve tükenmişlik içindeki bir insandan çıkan bu ses kulak zarlarını titreştrmişti bir kez. Artık sinirler aracılığı ile bu tınının beyinde şekillenmesi ve duyguların en felaketini doğuran fırtınalara neden olması kaçınılmazdı. Farklı sinirler ile farklı sinir uçlarında tanımsız, tarifsiz ve bir şekilde anlık isyana neden olacak bir edimler dizgesiydi artık o ses.
Geride bıraktığım o an’ı düşünerek yürüyordum bir süre sonra; sabah güneşi henüz ısınma turlarındaydı. Altına sığınılacak gölgeler yürüyüşü de rahatlatacak şekilde hâlâ uzundu sabahın o saatlerinde. Durakta öğrencier yoktu artık; okullar tatile girmişti çoktan. İşe giden insanları ağırlıyordu bu yaz sabahında duraklar sadece. Otobüsler çok kalabalık değil, minibüsler her zamanki sinir bozucu klakson eylemlerini sürdürüyorlardı. Karbon monoksit ve sülfür salınımında bir değişiklik olduğunu sanmadığım standart bir sabahtı esasında.
Ramazan ayının sıcak günlerde oruç üstüne çok şey yazılıyor, söyleniyor her zaman olduğu gibi. Çoğu basit yaşamın içindeki çok büyük çoğunluğun aklına takılı olmayan, hatta hiç akıllarına bile gelmeyen zırvalıklarla dolu söylenenler genellikle. Dün okuduğum bir sekizinci sayfa absürd haberde bir köşe yazarının orucun bozulup bozulmama konularını yazmış diye başlayan bir şeyler okudum. Oruç tutan bir adamın “ kadına bakarken dokunmadan boşalmasının “ orucu bozmayacağından söz etmiş ve bu adam da çok okunan!!!! bir köşe yazarıymış!!!!! Çarpıcı bir başlık da vardı üstünde. İçeriğinde ise 57 yaşını bitirmiş bir insan olarak şimdiye dek hiç yaşamadığım ve duymadığım cinsellikle ilgili birşeydi bu. Nasıl yorumlayacağımı bilemeden sağıma, soluma, etrafımdaki insanlara da sordum ( eğer utanmadılarsa) yanıtları hep benim ki gibi oldu. Ya bizim fıtratta bir ilginçlik var ya da bu birilerinde. Oyuncak kız bebeklerden tahrik olan, testestoren salgılarının içlerinde niagara şelalesi gibi çağlayan inanmışlardı!!!!! bunlar. allah birilerini bunlardan korusun demek geçti sadece içimden. Etrafındaki kadınları düşündüm ve “ alan razı satan razı “ deyişinin absürdlüğüne lanet okudum...
Cumhurbaşkanı adayı olan Başbakan ise diğer adayı saksıya benzetmiş bir konuşmasında. Evet benzettiği aday CHP-MHP çatı adayı denen bir kişi. Giderek daha çok din referansına sarılan siyasetin geldiği son nokta. Yaşamın temelinin matematiksel diyalektik söylemini, insandan yana çarpıtarak eylemsizliğe, örgütsüzlüğe, kendinden olmayanı tamamen dışlayan bir zihniyete, başkaldırıya karşı her zamanki ajitasyonu ve çarptmalarıyla ortaya koyduğu bir seçeneksizlik örneği. Nasılsa yıllardır onca yaşanan skandal (ki hemen hemen ber biri daha medeni daha demokratik daha gelişmiş bir ülkede nice olumlu gelişmelere neden olabilecek) olaylardan tamamen kafaları karışık ve her biri yalan-yanlış birey olma yolunda yabancılaşmış ve bir o kadar da yozlaşmış ve en önemlisi hep yinelediğim sosyolojiye silah çekmiş bir toplumun üyeleri olan insanlar topluluğu karşılarındaki.
Ne verirsen, önlerine ne atarsan onu çiğneyen ve onu hazmetme gayreti içinde hazmedemeden dışkılayan ve bir önceki yediğini hemencecik unutuveren geçim derdinde gittikçe lümpenliğin koynuna itilen yığınlar. Bu söylediklerimle insanları aşağıladığım, onları dışladığım anlamı çıkmasın; kendimi de içine katarak kendi dünyayı algılayışımla yapmaya çalıştığım bir saptamayı dile getirmeye çabalıyorum klavyemin becerisi kadar.
Çelişkilerin artıp, o sıradan, o lümpenleşmiş bireylerin de içinde olduğu bir şekilde diyalektik yasalar çerçevesinde şekillenen isyanlarının örnekleri de o kadar çok ki bu ülkede ve dünyada. İşte üzerinde durduğum, vurgulamaya çabaladığım da tam burası. Yani Cumhurbaşkanlığı seçimleri örneğinde yaşanacak bir sürecin gelecekte ortaya çıkaracağı bir sonucun soyutlaması benim anlatmaya çalıştığım. Toplumun, seçeneksizlikler karşısında, o seçeneksizliklerin yarattığı çok daha büyük çelişklerin çözülmesi için yeniden kendi içlerindeki dinamiklerden yaratacakları yeni sentezlerin doğuşunu hızlandıran bir sürece evrilecek olması. Bir Tekel direnişi, bir Gezi direnişi bunun çok basit ve çok anlamlı sonuçlarıdır esasında. Alevi fazla olan bu direnişerin, zaman içnde sönümlenmiş görünüşleri onların kor halinde olması gerçeğini değiştirmediğini özellikle unutmamak gerekir.
İşte bu anlamda, cumhurbaşkanlığı seçiminde önümüze konan iki seçilebilir seçeneğin birbirinden otoriterlik-totoliterlik gibi çok büyük bir fark dışında emperyal düşünceler sisteminde farkının olmaması ve ikinci seçeneğin muhalif kitleler tarafından (doğal kafa karışıklığı nedeniyle) tam anlamıyla benimsememesinin doğuracağı bir yılgınlıkla oyların boşa gideceği düşünüldüğünde ilk seçeneğin seçilmesiyle sonuçlanacak bir anti-demokratik seçim yaşayacağız gibi bir izlenim ortaya çıkmakta bana göre. Özellikle HDP’nin (seçimin ikinci tura kalması durumunda) hiçbir adaya oy vermeyeceklereini açıklamasından sonra ikinci turda AKP tabanında bir sürprizle bir fire olmazsa RTE’nin seçileceği artık gün gibi ortaya çıkmıştır matematiksel hesaplar ortaya dökülünce. Sonuçta geleceği belirleyecek olanın, tamamen bu çelişkilerin nasıl bir süreçte artıp eksileceğine bağlı olacağıdır.
Tek yanlı bu olayları düşünmek artık benim için gerçekten çok zorlaşmaya başladı. Düşünce kalıpları, beyin kıvrımları ve gri beyaz hücreler arasındaki oranlar da gözönüne alındığında biraz beyne kan gitmesini sağlayacak tartışma ortamlarına ihtiyaç var gibi. Karşılıklı etkileşimin tetiklediği düşünce fırtınaları ve alışveriş ile daha bir şekilli ve daha bir eli yüzü düzgün düşünce kırıntılarına ulaşılacağına inanıyorum. Bu konuda saygı sevgi ortamlarını bozmadan tartışabilmeyi, her çeşit düşünceyi analiz etmeyi çok arzuluyorum en azından kendim için...
Kafam karışık ve içgüdüsel davranmak istemiyorum... Kime oy vermeyeceğimi çok iyi biliyorum ama kime vereceğimi veya geçersiz oy vermeyi veya sandığa hiç gitmemeyi kafamda tartıp duruyorum. Esasında kafama en çok yatan ise (iki paragraf önce somutladığım büyük olasılık seçim sonucunun RTE lehine sonuçlanacağı düşüncesi çerçevesinde) sandığa gitmeme seçeneğinin, seçimlerin meşruiyetine gölge düşürür anlamında olabileceği olasılığı çok da cazip geliyor bana. Ancak bunun kitlesellikle bir anlam kazanacağını da biliyorum. Yani sandığa gitmeyen % 2-4 oyun bu bağlamdaki anlamsızlığı ile % 30-40 gibi bir oranın sandığa gitmemesinin farkına varabilmek önemli olan. İşte o farkı yaratabilen bir kitlesellik olabilecekse bu seçimin uzun erimde meşruiyeti tartışılır ve olası olumsuzlukları düzeltecek yeni sentezlere yol açabilir. Yoksa geri kalan sonuçlar, (herkesin şikayet ettiği ama değiştirmeyi hiç düşünmedikleri anası ve danası ile 12 Eylül’ün olan) anti demokratik yasaları ile yapılan uydurmaca, kandırmaca Şark usulü bir şekilden ibaret olacak ve umutları daha uzak geleceklere taşıyacaktır.
“Sabunluktan bir tane alır mısınız? Çok dar durumdayım, ihtiyacım var...“ sözlerinin ne kadar aza indiğini görebileceğimiz/ görülebilecek zamanlara ulaşabilmek hayal olmasın artık...
Ziverbey, 09 Temmuz 2014