Kapının ardında yaz sıcağı; saat dokuzu yirmi geçiyor. Dertleşmemin, içimdeki çocukla çocuk gibi cebelleşmenin başlangıcı sokak kapısının kapandığı an olur her sabah. Dört beş basamaklı apartman giriş merdivenin üst basamağında durup sokağa bir bakarım; çocuksuz bir sokaktır bizimkisi, çoğu sokak gibi. Hele bir tatil sabahı ise, bugünkü gibi, sanki sessizlik, ıssızlık iki katı belki sonsuz katına çıkmıştır. İşte o an içimdeki çocuk hoplayıverir o basamaklardan aşağı ve bir kahkaha patlatır.
“ Büyüdün böyle oldun, böyle oldu tüm dünya...” dercesine alaycıdır çoğu zaman. Ama bugün daha bir afacan bakışlı sanki. Başlamıştır hoplamaya, zıplamaya, tüm kozlar ondadır, bilirim; çünkü 45-50 yıl öncesinde ben de onun gibiydim. Onu izleyip adımlarıma dikkat ederek basamaklardan inerken dudaklarımda bir gülümseme kıvrılıvermiştir; bir gören olsa “ deli bu adam... “ diye düşünür mü bilemediğim o an benim de içim kıpır kıpırdır, artık...
Hemen her sabahın alışkanlığı olarak elimdeki akşamdan birikmiş çöplerin dolu olduğu poşeti çöp bidonuna attıktan sonra neşemize neşe katacak söyleşiler yapmaya başlarız onunla yol boyunca. Bu yürüyüşlerimizin başlangıcında, o çoktan sağa sola koşuşturarak biraz uzaklaşmıştır benden; bugün de pek farklı olmayacaktır bu yürüyüşümüz anlaşılan. Sokağın köşesini döndüğünde eski, kerpiç tek katlı evin penceresinde mavi gözlü platonik sevdalısını perde arasından görüverecektir; bilirim. İçi cız edecektir bu bakışla; başı önde, utangaç ve kaçamak bakışlarıyla çocuksu bir sevdanın ateşinde kavrulmaktadır minik yüreği. Vız gelir sabah güneşi, esmeyen poyraz. Ayağının dibinde duran minik taş parçasına bir tekme atacak geriye dönecek, başını kaldırıp geçtiği evin pencersinde perde aralığında o gölgenin izi çağlayana dönüşecektir.
Yanılmayacağımı bilerek yürürken, beni bekler gibi oyalanıp orada öylece, bir sağına bir soluna dönmeye başlamıştır bile. Yerde birşey arar gibi yapması artık bana hiç yabancı gelmeyen bir harekettir. Arada bir, başını yarım kaldırıp pencere yönündeki kaçamak bakışlarını gizleme telaşıyla utangaçça hareketler yapacaktır. Yanına yaklaşıp da “ o evde oturan güzel kız mı yoksa bakındığın; aranızda ne var bakiim?” diye soruverdiğimde bakışlarını kaçırverir “ Yok birşey, arkadaşım o benim...” derken sesi de çatallaşmıştır.
“ Pinokyo’yu ne zaman okumuştun? Anımsıyor musun? ” diye sorarım hınzırca. Bambaşka hayallerde olan aklı ile ilk anda algılayamadığı bu soruya, çocuksu bir saflık ve naiflikle tepkiyi bir süre sonra verir; “ hayır, yalancı değilim ben...” derken biraz kırılmış gibidir. Gönlünü almak için üç numara saç traşlı başını okşarım.
Halbuki o, “ Çocuk Kalbi ”nden etkilenmiştir çokça. “Pollyanna”nın naifliği ise henüz tam olarak içselleşmemişse bile ufak kıpırtılarla kendini hissetirmektedir etkisini. Hele o Türkçe kitabındaki Nurullah Ataç’ın “ Ahlak” başlığı altında yazdıkları yıllarca hep onu izleyecek, “ Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma... “ sözü kafasına çakılı kalacaktır bir süre sonra.
Bu sabah yine muzipliği üstündedir. “ Yıllarca öncesindeki senin çocukluğundaki bayram sabahlarına özgü diye anlattığın, mantar tabancası, mantar ve çata-patları, yarı ürkek yarı cesur fitilini ateşlediğin ve havaya fırlarken çıkardığı “fiyuvvv..” sesiyle çığlıklar attığın minik füzeleri, baston çikolataları, bitmesin diye neredeyse damla damla içtiğin Ankara gazozonun şekerli tadını anımsamıyor musun? “ diye soruverdiğinde ise gayr-i ihtiyari bayram harçlıkları geliverdi aklıma.
“ Bak şimdi kerataya, o da bayram harçlığı istiyor galiba... “ diye düşünürken “ Önce büyüklerin elini öper sonra aldığımız bayram harçlıklarıyla alırdık onları...” deyiverdim. Bir tek dedem (annemin babası ) öptürmezdi elini; büyük, küçük herkesin elini sıkı sıkı sıkarak tokalaşır, biz çocukları da iki elinin arasına aldığı yanaklarımızdan öperdi. Hayran olurdum bu davranışına. “ Büyüyünce ben de el öptürmeyeceğim...” derdim; bu sözümü de tuttum sanki onun ruhuna sadakatimi gösterircesine. İlginç bir adamdı; öldüğünde sanırım ortaokul talebesiydim. Tahta masanında yarısı içilmiş rakı kadehi, pirinç küllüğünde sigarasının yarı yanmış hali, ispirto ocağı, bakır cezvesi, kahve kutusu ve fincanı, masanın diğer tarafında bir köşe yazısının olduğu sayfadan katlanmış Cumhuriyet gazetesi dururken; öylece sessiz, dingin, başı hafifçe omzuna doğru düşmüş oturup kalıvermişti tahta sandelyesinde. Zaten hep sessiz ve bilge görünüşü ile kalmıştır aklımda; bir de duvarda asılı av tüfeği ve bahçede kulübesinde öyle sessizce dolanan “ Tek” isimli avcı köpeğiyle.
“ Niye daldın öyle?” dediğinde “ Tamam yaşlandığımı anımsatan bu sözündeki imayı anlamadım sanma” diyemeden “ o günler yarım asır öncesinde kaldı babalık, artık 21. yüzyılın ilk çeyreğine doğru hızla ilerliyor yaşam... “ diye sürdürdü konuşmasını ve sonra bir kahkaha atarak beni şaşkınlık içinde bırakıverdi. Artık, dost sohbetlerinde bile kalıplaşan “ Şimdiki zamane çocukları ” söylemi geldi aklıma. “ Ve eminim ki neredeyse içimizde yaşayan çocuklara bile bulaştı bu zamanelik diye düşünmeme ve kendimi alamadığım bir kahkaha atıvermeme neden oldu bu son söyledikleri. Bu kahkahamın ardından kimse var mı etrafımda diyerek çevreye bakındım. Arkamdan bir genç geliyordu elinde bizim oranın bir marketinin naylon poşeti ile; bayram kahvaltılığıydı belki torbadaki. Başı önde aldırmazca yürüyordu; duymamıştı anlaşılan. Başkaca kimse de yoktu bu bayram sabahı sokakta. Rahatladım.
“ Hadi oyalanmayalım hızlandır adımlarını geç kalacağız...” diyeceğim ama bastonumun tak tak sesleri kulağıma gelince boğazımı temizler gibi “ hııı hııı..” sesleri çıkarıverdim sadece mahçup olmamak ve bu sözüme karşılık edeceği çocuk bilmişliği laflarının altında kalmamak için.
Ardından, sesizliği yine o bozdu : “ Yaşasın, bugün bayram doğruca önce anneannemlere gidiyoruz, di mi? Dayımlar, kuzenler ile anneannemin yaptığı baklavalardan yiyeceğiz öğle yemeği ardından. Oradan büyük halamlara Yenimahalle’ye gidiyoruz el öpmeye. Orada da öğle sonrası tüm baba tarafım toplanmıştır; ne güzel poğaçalar yapmıştır yengem akşamüstü çayının yanına...” derken heyecanlanmıştır. Hızlanır bu sözlerin ardından, arkasından yetişmek için adımlarımı sıklaştırmaya çalışsam da geride kalmaktan kurtulamam; o ise hoplaya zıplaya arada bir arkasına bakıp beni bekleyerek yürümesini sürdürmektedir. Yollar bomboştur; güneş yükselmeye başlamış, lodosumsu hafif bir rüzgara karşın nem tere dönüşecek gibidir.
Ankara’nın kuru ve kendine özgü aydınlığı içinde hüzünle anımsadığım çoktan aramızdan ayrılmış tüm büyüklerimizin özlemi sarıvermişti o an içimi. Bu bayram sabahı, onların, gözlerimin önündeki hayalleri ile rahmet dileklerimi mırıldandım içimden göz pınarlarıma söz geçiremeyerek. Kendi dünyasında olan ve beni biraz ileride bekleyen haylaz çocuğa yaklaşır yaklaşmaz elimi uzatıverdim; elini yakalayıp, kendime çekip bağrıma bastırdım. “ İyi ki varsın, iyi ki hâlâ çocuksun...” diyerek iki elimle yanaklarını tutup öptüğümde hiç şaşırmadı, gözleri parlamaktaydı.
Yüzüme bakıp neler hisseetiğimi anladığını belli eden o bakışlarında yine de çocuksu bir saflık vardı. Ve o çocuksu duyarlılığı ile hissettiği, ona olan bu sevgimi, kendine yontmakta da gecikmedi, her çocuk gibi: “ Akşama harçlıklarımı sana vermem ona göre, I-pad alacağım ilk taksidi denkleyebilirsem; sen de diğer taksitleri ödersin artık...” dediğinde gazeteyi alacağım bakkalın önüne gelmiştik bile. Onu duymamazlıktan gelip dükkanın kapısındaki gazeteliği düzeltmeye uğraşan Taner bakkal ile selamlaşıp bayramlaştım.
Gazetelerin başlıkları ülkenin bir aynası gibiydi uzun zamandır. Kızıyor muydum, hüzünleniyor muydum, hayıflanıyor muydum bilemediğim bir ruh hali sarıyordu gazete manşetlerine göz atarken. O ise bana gülümseyip göz kırptı, koşarak uzaklaşıp köşe başındaki düzlükte cebinden çıkardığı misketlerle oynamaya başladı...
Bayram tadında nice bayramlara ülke olarak, evrendeki tüm insanlar olarak...
Ziverbey 28.Temmuz.2014