"Birisinin seni arzuladığını hissetmek müthiş bir duygu değil midir? Hele o kişi senin de arzuladığım birisi ise..."
Son zamanlarda ne çok da sorulur, sorgulanır olmuştu aşk? Günümüzün yükselen değerleriyle (değersizlikleriyle mi demeli?) günübirlik hatta anlık birlikteliklerin içinde bulun(a)mayacak yüce bir duygu oluvermemiş miydi? O iliklerimizde duyumsadığımız, herkese göre değişken tarifi olan AŞK artık ulaşılamaz günübirlik, gerçekte içi boş hazlara kurban mı olmuştu?…
Kalabalıklar içinde el ele tutuşmuş onca çiftin yüzlerinde okunamayacak denli maddileşmiş olduğunu dinlediğimiz, okuduğumuz, kimi zaman şaşkınlıkla seyrettiğimiz, o iki kişi arasındaki karmakarışık yoğun trafik gerçekte bir oyun haline mi dönmüştü?
Çok ağır gelen bir düşünce olarak gelip asılıvermişti beyninin grileşmeye yüz tutmuş kıvrımları arasına bu oyun kavramı… Aşk ve oyun? Bağdaşır mıydı bu iki olgu birbiriyle, yoksa yorar mıydı birbirlerini ve bunu ellerinde tutan kocaman çocukları?
Misket oyununa benzetsem diye düşündü. Her iki oyuncunun sahip oldukları misketleri ile kaynaşıp onları bütünleştirmeye gayret ettikleri kırılgan bir oyun... Her oyunda olduğu gibi bir kazananı, bir de kaybedeni olacak bir oyun… Yaşam denilen esas oyuna değişik bir tat katacak renkli, camın saflığını ama bir o kadar da naifliğini taşıyan bir oyun… Kimi zaman eldeki misketlerin niteliği ve niceliği ile eşit düzeylerde seyredemeyen ve zaman içinde yitip gidebilen bir oyun…
Hayır ,hayır bir oyun olmamalı diye haykırıyordu duygusallığın çatısında, tehlikelerle dolu yükseklikte dolanırken içimdeki ben… Çünkü öyle zamanlar olmuştu ki bu oyunda onun hiç misketi olmadığı; o sadece kendisine lütfedilen diğer tarafın misketleriyle oynadığının farkına bile varamamıştı kimi zaman… Kendi yarattığı imge misketleri katmıştı diğer misketlere; belki, diğer misketlerde yoktu aslında. Onları da var eden kendisiydi, hayaldi ve renklerini de kendi vermişti gökkuşağına hayranlığından. Onlara canlılık veren, renk veren oyunun bir parçası yapan, imgesini yaratan kendi duygularıydı; koskoca bir tiyatro sahnesinde yine kendi yarttığı dekorları çattı, boyadı, temeline hiç mi ama hiç bakmadı… Onlara, yaşamak istediği değerleri yükledi farkında olmadan…
O halde suç kimdeydi, hayaller yitip gittiğinde? O alev rengi, gökkuşağının ulaşılmaz renkleriyle imgeleştirdiği dayanılmaz cazibe etrafına sardığı ve sevginin nesnesi haline dönüştürdüğü misketlerinin olmadığını fark ettiğinde suç kimdeydi? Kimi kandırmıştı, yaşadığını sandığı o kutsal duyguyla yarattığı hayal kahramanı yapmanın suçlusu tâ kendisi değil miydi?
AMA;
Aşk, yaşamın gücü ve yaşamın olmazsa olmaz motoru! Düşünebiliyor musunuz, aşksız bir yaşamın ne kadar yavan tatsız tuzsuz olabileceğini? Sokakta gezerken, çalışırken, düşünürken, okurken, yazarken…. Yani yaşamın herhangi bir anında hiç aklınıza ne kadar uzun süre gelmediğini düşündünüz mü hiç aşkın? Veya sorguladınız mı niye diye bunca acı, hüzün, keder, sevinç, mutluluk, mutsuzluk… Aşk için mi hep? Neydi aşk? Niye o’na ait bir kutsal duyguydu o?