Geçen gün bir arkadaşıma sanalda yazdığım gibi artık en çok kullandığımız tanılama “ Ne yazık ki…” serzenişi oldu… İçinden çıkamadığımız bir durumun ardından hayıflanma mı, yoksa o tanımlanan duruma karşı duramayacağımız ve umarsızlık katsayımızı arttırma pahasına bir “ Offf..” çekme mi bu serzeniş? Yani, ne olduğunu bilemediğimiz bir ünlem gibiydi artık bu deyiş. Ardından ise “ Neyse…” ile başlayan bir tümce de onu küçümsemekten öte sanki umarsızlıktan kalma bir kabullenmeyi ve ardından gelebilecek bir küfrü engelleyen bir kaçıştı belki de…
Günümüzde tüm topluma kültürel, sanatsal ve toplumsal olarak kattığı değerle ölçülen nice aydın, sanatçı şahsiyetlerin içinde zamanın duyarlılıklarıyla ışık olmuş onlarca sanatçıya, duyarlı insanlara olan gereksinmemiz gün geçtikçe daha da çok artmıyor mu? Yitip giden güzellikler, gelişen teknolojiyle sanki doğru orantılı bir şekilde, çirkinliğe doğru diyalektik yasalara başkaldırıcasına geriye doğru dönmüyor mu? Gelişmesi, eskiyi aşması gerekirken, yozlaşmaya, yabancılaşmaya yüz tutan ve artan bir ivmeyle yaşamımızı olumsuz olarak kuşatan bu durumdan çıkmak için kaçmak mı gerekecekti neredeyse?
Her zaman kuyruğu dik tutalım, umudu yitirmeyelim derken geçmişten örnek ve ders alarak geleceği kurma eylem ve söylemlerimizi nasıl geliştireceğiz diye sorarken ve yılgınlık yaşamadan savaşmalıyız derken standart ve klasik bir şeyler söylemenin yavanlığını yaşamıyor muyuz sanki? Hemen hepimizin katıldığı ve zamanının bir bölümünü geçirdiği bu sanal dünyada, yaşamı tanımlayan, güzel, iyiye ve olması gerekene atfen söylenen onca özlü söz ve uyarıları hep olumlarken, yine insan olmanın sakatlıklarıyla bunları gerçek yaşamımızda ıskalayarak göz ardı etmiyor muyuz?
Hâlbuki her birimizin her an'ı, her saniyesi bir öykü, bir roman, bir şiir ve bir ressamın elinden çıkma portre değerindeyken bunun bilincinde ayırtında olmadan soluk almayı aymazca sürdürüyor muyuz? Doğal olarak her an'ı bu şekilde yaşamak ve yaşatmanın imkânsızlığı bir gerçekken bunu bir ütopyanın nesnesi olarak kullanamayacağımızı bilerek güzellikleri çirkinliklerin bir adım önüne çıkartacak çabayı göstermemizin yeterli olduğunu bilebilsek ve o şekilde çabalasak yetecek de artacak bile...
Bir haftada yaşanan, Rus uçağını düşürme krizi ve ardından gelen onca önlem ve bunların sosyal, ekonomik ve uluslararası ilişkilerin iyice çetrefilleşmesini; ardından Diyarbakır Baro başkanının barış derken, silah, eylem, katliam, suikast ve korku istemiyoruz derken ensesine değen bir deforme olmuş kurşun çekirdeğe kurban olmasının acısını ve karmaşasını yaşamıyor muyuz? At izi, it izine; yalanlar, dolanlara; güvenlikler güvenlikçilere; karmaşalar, korkulara; kurşunlar, bombalar; geleceğimiz gencecik ölümlere karışırken o kadar ihtiyacımız olan güzellikleri aramak neredeyse hiçbirimizin aklına bile gelmiyor her nedense. Asgari ücret üzerine koparılan onca kavga kıyamet ve işadamlarının Kapitalizmi yeren açıklamalarının traji-komikliği ile karışınca herkesin kafası karışmıyor mu?
Bunları penceremin kenarında bilgisayarımla beraber düşünürken, mutfağa su içmeye gittiğimde mutfak penceresinden karşı apartmanın çöp bidonu önünde duran geri-dönüşümcü genç çocuk dikkatimi çekti. O kocaman çuvallı iki tekerlekli arabasının yarısını doldurmuş olan bu delikanlı çöpün başında elinde gazete okuyordu. Suyu içerken durup bir süre onu seyrettim. Sayfaları yavaş yavaş çevirerek okumuş olduğu gazeteyi bırakıp bidonun içinden bir başka gazeteyi aldı ve onu okumaya başladı. Sanki dünyayı unutmuş tamamen gazeteye odaklanmış gibiydi. Hemen içeri gidip o an'ı fotoğraflamak bunu yaşamın onca pisliği arasında bir umut ışığı, bir güzellik, bir alışılmışın dışında değişik bir duygu olarak paylaşmak istedim. O anları kaçırmamak için aceleyle içeri gidip oturma odamın penceresinden üç kare fotoğrafladım o an'ı...
Kaç kez buna benzer haber, fotoğraf, röportaj ve kısa film seyretmiştim ve tahmin ederim siz de seyretmiş hatta yollarda yürürken, arabanızla giderken bu manzara ile karşılaşmışınızdır. Ekmeğini çöpten çıkaran ve boyutlarını tam olarak kestiremesem de " geri dönüşüm " olgusu ile ekonomiye ve çevreye katkılarını tahmin edebileceğimiz bir eylem ve gerçekten fiziksel olarak bunu yapan için pis ama çok değerli bir işti bu. Sanırım vahşi kapitalizmin yaşamın her an'ında olduğu gibi bu akla hayale sığmaz çöp sarmalında ki mücadelesinde de kim bilir ne karmaşalar, ne sömürü çarkları dönüyordu. Ama sonuçta öyle veya böyle bir sistem kurulmuş yurdun dört bir yanında ki sefillik, fakirlik ve ezilmişlik arasında bir umut kapısı olabiliyordu büyük çoğunluğun hayal bile edemeyeceği ve benimseyemeyeceği şekilde.
Fotoğrafı çektikten sonra o delikanlı ile tanışmak isteği geldi birden aklıma. Oyalanmadan kapıya koşup, aşağıya inip onunla konuşmak istedim. Ayakkabılarımı giyip üstüme montu aldım ve kapıyı kapatıp hızla asansöre bindim. Aşağıya inip apartman kapısını açtığımda çöp bidonunun önünde kimse olmadığını gördüm. İçim buruldu. Hâlbuki o delikanlıyı yakalayıp, okumak istiyorsa ona her gün bir gazete alıp verebileceğimi, kütüphanede oğlumun okumasını bekleyen kitaplardan verebileceğimi söylemeyi istiyordum. Hevesim ve içimde doğan o umut ışığı söner gibi ve eve dönüp biraz sonra oturacağım bilgisayarın ve televizyonun başında yaşamın ve ülkenin gerçekleriyle baş başa sinir katsayısını artacak olsa da yine de çok kısa anlık bu yaşanmışlık bile günüme gün katmıştı sanki…
Rus uçağını düşürdük geçen hafta... Her iki ülkenin açıklamaları ve aldıkları önlemleri alt alta yazın ve bir bakın, lütfen... Ortada ne var, ne yok? Hemen herkes olanca yarılmışlığı ve laf dinlemezliği içinde kendi doğru sandıkları ile karşısındakilerin yanlış bildiklerini “ okuma “ adı altında sayıp dökecek ve biz de uzman sıfatlı bu adamların azmanlıkları ile zamanımızı öldüreceğiz hem de en kötü biçimde. Kimimiz kaçacak, televizyon ekranlarının evlilik programları, şarkı yarışmaları, elbise kılık kıyafet ve şaklabanlık gösterilerinde kendini doyuma ulaştıracak. En çok da asgari ücretin o büyük idaresi altında bulgura ve ekmeğe talim ederek çocuklarını büyütmeye gayret edecekler hiçbir şeyden haberleri olmadan. Etrafında etkilendikleri kişilerin kendilerine hapvari sundukları bilgi sahibi olmadan üretmeye çalıştıkları fikirleriyle bir uyuşturucu etkisi oluşturacaklar… Siyasetçilerimiz en güvenilmez olanları ise maalesef muhalefet olarak karşımızda durdukça bu sistem yeni sistemlere kendini gebe bırakacak ve eski tas eski hamamı aratır dayatmaların kabullenişi de çok zor olmayacak ve uzun zaman almayacak gibi.
Ya cinayetler, ölümler, sokağa çıkma yasakları, patlayan bombalar, şehit olan ekmek parasına veya idealleri uğruna gençlik ateşiyle canlarını feda eden onca vatan evladı? En çok da göz göre göre karmaşanın içinde daha da farklı karmaşa içine sürükleyecek planlı/plansız katledişler?
Hâlbuki biraz da aşktan, felsefeden, şiirden, sanatın zevk aldığımız diğer dallarından söz edebilmek gerekmez miydi? Hep yaşamı ıskaladığımız, “ aman sonra bakarım.” dediğimiz ama genellikle de o yoğun harala-gürele içinde unuttuğumuz güzellikleri arada bir olsa da anmamız, onların ferahlatıcı koyunlarına uzanıp gözlerimizi kapatıp hayallere dalmamız bizi gevşetmez ve gerçek birer insan olduğumuz hissettirmez mi? Kimbilir belki bir arkadaşımızın bu ortamda paylaştığı bir anı demetinin bir ucuyla size de dokunan tarafını yakalayıverdiğiniz de duyduğunuz hazzı tarif edebilmek ve ona bir küçücük katkıda bulunmak insani yanınızın bir artısı oluvermez mi? İşte öyle de oldu evvelsi gece bana. Beni geçmiş yılların içine doğru Melih Cevdet Anday’a uzanıveren bir yolculuğa gecenin ilerleyen saatinde çıkarıveren bir arkadaşımın yazmış olduğu anısıydı. Melih Cevdet’in ölüm yıldönümünde, onun bir kitabını çarşıda arayışını naif ve akıcı bir dille anlattığı minik anekdottu bu anı. Arkadaşımın o yazısını okuyunca hem içimin ısındığı hissine kapılmış hem de uzun zamandır Melih Cevdet’i aklıma getirmediğim için de hayıflanıp utanmıştım kendi kendime
En az haftada bir kez, sanki karşılıklı sohbet edercesine onun yazılarını okuyup içimden onunla konuşmakla geçmişti yetmişli ve seksenli yıllar. Doksanlı yılların sonuna doğru yazıları kesilmiş ve kendisini özlemle arar olmuştum... Nice sonra bu kesintilerin sağlık sorunları nedeniyle olduğunu öğrendiğimde onu yeni yazıları ve sohbetleriyle artık bulamayacağımızı anlamış ve gerçekten çok üzülmüştüm.... Yaşı neredeyse sekseni geçiyordu. Benim yaşantımda da geçen bu yirmi yıllık süreç içinde ne çok değişiklikler olmuştu; gençlik gelip geçmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş, orta yaşa doğru dörtnala yol alıyordum artık. Bir zaman sonra onun da sonsuzluk yolculuğuna çıktığını öğrendiğimde, yitip giden nice değer gibi onun da tarihin en güzel sayfalarından ışığını yaymayı sürdüreceğinden emindim... Belki de Troya'yı, sevmemde katkısı olan da şu dizeleriydi:
Troya Önünde Atla
I.Koşu
Kör bir ozan anlattı bunları, / Atların da ruhu vardı Troya önünde, / Ta Hades'ten duyulurdu kişnemeleri, / Atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir, / Köpeği deliye çevirirdi. / Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi, /Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.
Ve ardından oturup yazmama, yazmadığım zaman kulaklarımın çınlamasına neden de bu Telgrafhane şiirinde ki tılsım değil miydi?
“ Uyuyamayacaksın / Memleketin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın / Çünkü sen artık o eski sen değilsin / Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin / Durmadan sesler alarak / Sesler vereceksin /Uyuyamayacaksın / Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki... Uyuyamayacaksın / Bir sis çanı gibi gecenin içinde /Ta gün ışıyıncaya kadar / Vakur, metin, sade çalacaksın.”
Yaşantıma dokunmuş tüm güzel insanlara sevgi, özlem ve saygıyla…
01 Aralık 2015 Ziverbey