Başlığa bakarak büyük bir sırrı ifşa edeceğimi düşünenler yanılırlar. Söz konusu olan sadece benim yazı faaliyetiyle ilgili maceramdır. Sorunumu başka bir sanat dalıyla ifade edebilme yeteneğinden yoksun olmak beni sözcüklere sığınmaya itti belki. Hayat yeniden açıklanmalıydı; mevcut durum ya da algım onu açıklamaya yetmiyordu. Bunun için yeni cümleler aramalıydım; bazılarını buldum. Sonra onları test ettim; ezberimi bozdum… Biliyordum, hayattan sağ kurtulmak mümkün değildi ama o, daha anlamlı olabilirdi…
Duygularımı yazı gücüne dönüştürebilir miydim; dünyanın o en yoğun bireysellik biçimine… Bir yazar, bir başkasının yazmadığını/yazamayacağını yapabiliyorsa yazmalıydı. Çünkü böyle bir marifeti gösterebiliyorsa kendini okutabilirdi. Ve tabii mümkün oluğu kadar evrensel okuyucuya yönelmeliydi…
Şunu biliyorum ki, yaşamın tüm gerçekliğini bilmemize imkân yok. İşte yazı yazan kişilerin görevi, yaşamın görünür olmayan, perdelenmiş yönlerini açığa çıkarmak, perdeyi kaldırmak değil mi? Bir yazı/yazar ne kadar çok okuyucuyu, özgürlüğe, adalete, estetik tutuma çağrıda bulunuyorsa o kadar edebi bir metin olma niteliğine sahip olacaktır. Bir düşüncenin okuyucu için en iyi ve anlaşılır duruma getirilmesi, o düşünceyi kaleme alanın edebi gücüyle yakından ilgilidir. Bu, insan hayatı için önemli bir mevzudur; çünkü onlara ulaşmanın en yaygın yolu, anlaşılır olmaktır.
Bu duygularla, hiçbir yapmacığa kaçmadan kendimi koymak istedim yazılarıma. Sevinçlerimi, aldığım kokuları, hissettiğim korkuları koymak istedim içine. Tatmadığım duygulardan bahsettim. Tadılmayan duyguların insanın hayal gücünü nasıl da beslediğini yazarken gördüm. Kabaca onların nasıl şeyler olduğuna ilişkin fikirler yetiştirdim; suladım; besledim. Ve yazmayı denedim onları. Mutluluk ve özgürlük başlıcalarıydı fikirlerimin.
Yazmak bana kendimden kurtulmayı, yeni fikirler bulabilmeyi, eski/geleneksel/naftalinli fikirlerden kurtulabilmeyi, kendimle ve dışımdaki her şeyle bir başka ilgilenmeyi öğretti bana.
Kış mevsiminin beni cezalandırmasıyla, ilkbahar güneşinin tenimi ödüllendirmesi arasındaki fark gibi bir şeydi bu… Günah işlemenin verdiği haz gibi bir haz alıyorum her yazımdan. Herkesin kendi yolunu bulması gerektiğini yine yazı söyledi bana; başkasının yolunun beni yolum olmayacağını da… Hiç kuşkusuz bu bakış, özgürlük düşüncesi kadar ürperticidir. Diğer yanıyla da tanrıyla karşılaşmanız ihtimalini artıran bir şeydir. O yönüyle de ayrıca ürperticidir. Sonuç olarak, insanı tanrıyla karşı karşıya getirmeyen hiçbir düşünce gerçek bir düşünce değildir.
İçimde olan şeyi boşaltmadan huzura eremeyeceğimi biliyorum. Bunu, yazmaktan başka bana ne sağlayabilir ki? Başkasına daha içten, candan seslenmenin başka bir yolunu bilmiyorum çünkü. İnsanın ne kadar zalim, ne kadar âlim olduğunu yazarken gördüm. Bu beni zaman zaman insanı sevmekle sevmemek arasında kararsız kılıyor. Evet, yazarken kendimi bildim ve hiçbir zaman "tamam" olamayacağımı öğrendim.
Onun için, yazmasaydım olmazdı. İnsan, ruhundaki huzursuzluğu silkelemek için yazmalı… İnsan, insandan doğacak kötülüğe karşı yazmalı… İnsanda insana yabancı duygular ölsün diye yazmalı… Mavi gök altında, temizlenmiş bir yeryüzü üstünde yeniden doğmak için yazmalı… Aslında bunlar bir arzudan çok, kaygı; yeterince iyi, yeteri kadar yazamama hali… Zira yürekler kuraklıktan çatlıyor.
Elbette, bilinmedik kıyıların olgun sözcüklerini tatmak için yazmalı. Beni "olgun" olmayandan uzak tutan sözcüklerle… Onlarlar her şeyi yapabilirim; bir işçiyi toplumsal adaletsizliğin ürünü olarak da gösterebilirim, tüm zenginliklerin kaynağı olarak da. Onlara bir dil, bir lisan da kazandırabilirim; ne büyük mutluluk değil mi? Bir tohumun yeryüzüne çıkıp etlenme telaşını da, daha anne karanındayken iş beklemeye hazırlanan uzun insan kuyruklarını da…
Sözcüklerden söz açmışken Jean-Paul Sartre' den söz etmeliyim. Sartre, sözcüklerin evcilleştirilmesinden ve vahşiliğinden söz eder. Konuşan-sıradan insanın sözcükleri evcilleştirdiğini; ozanların dilinde ise hep vahşiliğini koruduğunu söyler. Konuşan insanın sözcükleri yıprattığını, hatta kullanılmaz duruma getirip attığını, ozanın ise ona bitki, ağaç ya da canlı bir şey muamelesi yaptığını, sürekli geliştirdiğini imler. Yazı, sözcük ve insan ilişkisini nasıl da güzel anlatıyor değil mi?
Onlar yeryüzündeki yıkıntılar üzerinde bile hayranlık verici bitkiler gibidir. Çiğnendikçe sarhoş eden ot gibi, alkol gibi, aşk gibi tutkunun sarhoşu… Onunla uçabilir, evrenin gizlerini keşfedebilir ve kozmik bilincin farkına varabiliriz. Böyle olunca oksijen kanıma daha bir işliyormuş gibi, dışarıdaki tüm iyilikler içime bir başka çağrılıyormuş gibi, kadın cinsini daha güzelliğini görmeden sevebilmek gibi bir şey...
Dünyanın bir başka biçimiyle yüz yüze gelmek başka nasıl imkân dâhilinde olabilir ki?
İnsanlara önerim; duygularını, düşüncelerini ve türlü durumlarını yazmayı denemeleri… Yazı insana sevebilmeyi öğretir; sevginin her yere, her şeye sıvı gibi yayılmasını sağlar. Kuşkusuz yazı faaliyeti herkeste bu etkiyi yapmaz, ama bir de yaptığını düşünün…
Özetle, kendime ve kendi dışımdaki her şeye, başka bir biçimde ve yine kendi tarzımda varabilmek için yazmasaydım olmazdı.