Doğanın verdiği ama birilerinin çaldığı bir şeyden; çalınan şeyin başkasının elinde nasıl bir silaha döndüğünden; çalma fiili gerçekleştikten sonraki enkazdan bahsetmek istiyorum. Doğumla ölüm arasındaki süreçten, yani hayattan; daha özelde de kadınlardan…
Hayat çaresi kıt insanlar için nasıl da ölümcül kesiliyor. Kapıları bazen yavaş bazen sert, birbiri ardından nasıl da kapatıyor, güneş hariç her şeyi denetliyor, kaderimin şu ya da bu olmasına karar veriyor. O, herkes için bilinmez fiyatta bir mücevherdir. Bir yanıyla beşikteki bebek kadar narin, diğer yanıyla alabildiğine hoyrat… İnsanı kahreden onun bu birbirine yüz seksen derece ters nitelik farkı…
Ama başka bir açıdan da hayat her bir halimizi, duygumuzu yansıtan büyülü bir ayna sanki. Tabii hayat, aynı zamanda, kendi gerçekliğimizi görme konusunda bir büyüteç; görüntümüzü büyüten, bazen de küçülten, silikleştiren, önemli ya da önemsiz kılan gizemli bir şey.
İnsanların birbirlerinin görüntüsünü küçültmeye çalışması -çarpık hayat anlayışının gereği olarak- belki büyük kıyametin değil ama küçük kıyametlerin kopmasının nedeni. Buradaki sorun, kendimizi gerek fiziksel gerekse de ruhsal olarak gerçek boyutlarımızın ötesinde algılamamızdır. Oysa ihtiyacımız olan şey, hareketli/canlı bir sinir sistemi, pekişmiş bir ego; uyuşturucu bağımlısı gibi, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye bağımlı olmamak… Bize uygun olmayan koşullarına itiraz edebilme iradesine sahip olabilmek değil miydi hayat?
Ama bunlar için daha önceden belirli sayıdaki kâğıt parçaları karşılığında bize barınacak yer, yatak, yiyecek, giyecek vermeli hayat. O kâğıt parçaları o kadar önemli ki, belirli bir miktarın altında ya da üstünde olduğunda insanda huy değişikliğine neden oluyor. Keza o kâğıt parçaları, insanı diğer cinsiyete karşı farklı bir tutum içine de sokabiliyor. Sonuçta kâğıt parçalarını kim denetliyorsa hayatı da o denetliyor.
Gerçekten de hayatın mirası, insanlar için çirkinliğin/zorbalığın örtüsünü çekip çıkaran ve sonsuza dek bir erkeğin hayran olacağı kadının büyüsünde, tüm emredici niteliğini yitirebilirdi. Ozanları, şairleri, yazarları, sanatçıları kendine yüksek bir duyguyla bağlama nedeni bu beklentiydi. Söz konusu beklenti, bir şeyi olmadığı yerde aramaktan faksızdı oysa.
Bu nedenle tarihçiler hayatı bir canavar gibi resmetti. En azından tarihçinin bendeki imgesi bu. Çok haksız da sayılmazlardı. Zira hayat sanki sadece erkeklerin konusuydu; tarihçi onları yazıyor ve konuşturuyordu. Kadın sadece hayatın küçük -ötekine- bağımlı kölesiydi. Savaşları, barışları yapan, meclisleri kuran, anayasaları yapan erkeklerdi.
Bugüne kadar hayatın içindeki kadınların “lüks”ü, “büyük adamlar”ın arkasında bir görünüp bir kaybolmaktan ibaretti. Ancak bu görünür olma durumunda kadın gülüyor muydu, ağlıyor muydu, mutlu muydu, mutsuz muydu, bu sadece bir ayrıntı konusuydu. Nihayetinde kadın, dişiliğinin bedeninde kıstırılıp kaldı; geçmiş hayatın mirası olarak.
Zaman zaman böylesi karanlığın içinden Marie Curie, Ursula L Guin bir yıldız gibi parlıyorsa da bu çok istisnai bir durumdu… Zira, hayat kadınlara hiçbir vakit erkeklere sağladığı konforu sağlamadı. Erkeğin yaratıcılığını kışkırtan ruh durumuna ve maddi şartlara erişmesini engelledi; nadiren serbest bıraktı. Serbest bıraktığında ortaya Marie Curie, Ursula L Guin gibi isimler çıkabildi. Bu iki örnek bize, gerek maddi yaşamda gerekse de zihinsel dünyasında yaratıcılığı engelleyen örgütlenmiş düşüncelerden bağımsızlaştığında, kadının ulaşabileceği yer hakkında fikirler verdi.
Hayat sadece erkeğin değil, eşit bir biçimde erkeğin ve kadının sorguladığı bir şey olmalıydı. Ama olmadı. Kadınlar hayatta en fazla, ya çok ateşli ya da çok kırgın olduklarında göze çarpar oldu. Erkeğin gözünde “cennetlik iyilik ve cehennemlik kötülük arasında gidip gelmeleri” bir çeşit çıkara dayalı bakış açısının ürünü olmalıydı. Onları güzel ama garip yaradılışlı algılamaya neden olan, erkeğin kadın üzerinde bildiklerinin sınırlı olmasıydı. Ve bu sınırlı bilginin getirdiği tutuculuk… O nedenle erkek, hayatın içinde oynadığı rol itibarıyla çok arkaik kaldı. Karnının doyurulması ve bedensel zevklerinin tatmini dışında, kadının başka başka niteliklerinden beslenebilmeliydi. Ama hayatın tekerleği böyle dönmedi.
Bana kalırsa, erkeğin, dinin, ideolojilerin kadına dair eleştirel tek bir sözü bile olmamalı. Zira ona ne yapmaları, nasıl yaşamaları gerektiğini öğreten onlardı. Hayatın kadınlara sunduğu replik ve pratik egemenlere aitti. Öyle anlıyorum ki hayatımızın, dünya ile kadın arasındaki ilişki konusunda bilgilenmeye ihtiyacı var.
Yaşadığı hayat kadına çoğu zaman saksıdaki çiçek muamelesini reva görüyor. Böylece onun kendini geliştirmesi saksının hacmiyle sınırlı kalıyor. Duyarlılıklarını hayata yansıtamıyor. Olgulardan, sesten, görüntüden, kokulardan, kısacası dünyadan olması gerektiği gibi beslenemiyor. Durum bu olunca kadın da dönüp hayatımızı olması gerektiği gibi besleyemiyor; her ne yapıyorsa kadınlığının ihtiyacını bilmeden yapıyor.
İnsanlığın tüm gücünü kullanamamasının nedeni işte bu, bir yarısının diğer yarısını kendine tabi kılması… Hayat herkese ihtiyacı kadar beslenme, öğrenme, gelişme, istediği yöne doğru uzanma, aklı özgürleştirme şansı tanımadığında, bugünkünden çok daha farklı ve hayranlık verici o insan türüyle karşılaşamayacağız.
Bu nedenle tam bir maddi ve zihinsel özgürlüğe kavuşmayan birinden büyük/güzel işler başarmasını, değerli yapıtlar üretmesini bekleyemeyiz. Kişinin düşünce oltasını ne kadar derine daldıracağını belirleyen işte bu… Hayatın mağduru olarak kadının gerçekliği, ona öğretildiği biçimiyle değil, kendi sezgi, duygu ve kavrayışıyla algıladığı vakit her şey diğer cinsiyet için de daha anlamlı hale gelecek. Yeter ki hayatın içinde kendi yaşamını çekip çıkarsın ve ona, kendi varoluşuna göre şekil verebilsin.
Sözü daha fazla uzatmadan söyleyelim: coğrafyamızın kadını hayatı göğsünün tam ortasında bir acı anıt, kalbinin derinlerinde bir mayın gibi taşıdı. İçine kapanıp kendine tabi olmayı seçti. Haklıydı. Çünkü sadece acılar insanı kendine tabi kılardı. Oysa kadınlar kendilerini iyi hissettiren her şeye aleni bir biçimde tabi olmalılar. Ancak böyle hayatın anlamı değişebilir onlar için. Ve tabii erkekler için… Ve ülke için… Ve dünya için…-Ki hayat en azından, iyi bir yol ve sohbet arkadaşı olabilsin.
Hey hayat! Şimdi anladın mı o kibrit neden tutuşmuyor..