Bugun...


Ali Ekber Ataş

facebook-paylas
“… YARATMA SEVİNCİ EPEYİ PAHALIYA ÇIKAN… “ BİR DOSTUN SÖZEL PORTRESİ
Tarih: 14-07-2024 21:13:00 Güncelleme: 14-07-2024 23:52:00


Cevat Çapan’ın çağrışım zenginliğini başından sonuna konuşur gibi akıcı üslubuyla dilimize kazandırdığı, Cesare Pavese’nin Yaşam Uğraşı/Günlükler (1935-1950) [1] kitabını okuyorum. Aşağıda alıntıladığım sözlerini okuduğumda, aklıma dökülenler dilimde dalgalandı.

 

Büyük insanların dünyaya gelişlerinde, bizim henüz keşfedip de çözemediğimiz bir şeyler var. Bunun nedeni, onların kendi çağlarını aşan düşünceleriyle kendilerini yeni çağlara taşıyor olmalarıdır belki. Daha iyisini de yapıyorlar ama: Döl yatağında milyonlarcasıyla ölümüne bir yarışla başlıyor her şey. O yarış sonunda, ana rahminde çimlenmeyi bekleyen yumurtaya kavuştuğunda, şu an konuştuğumuz “en büyük insanların” yazılımları orada başlıyor. Karanlık, ama sımsıcak sular içinde. Bizi kendilerine hayran bırakan o zihinsel üstünlükleriyle ustaların aydınlattığı bir dünyaya doğmak ne güzel…

 

Pavese, 15 Eylül 1936 tarihli yazdığı günlüğün ikinci paragrafında şunları söylüyor:

 

Şair miyim yoksa duygularına tutsak biri mi? Daha çözemedim bunu, ama bir nokta kesin: bu sıkıntılı ayların durumu açığa çıkaracağı. Eğer umduğum gibi, doğruları arayan en büyük insanlar bile böyle aylar geçirdilerse, o zaman yaratma sevinci epeyice pahalıya çıkmış olmalı onlar için. Kendi görevlerini elinden zorla alan onların gözlerinin yaşına bakmadan bunun acısını çıkarıyor hayat…

 

Pavese’nin bu sözleri ikili bir çağrışım yarattı bende:

 

Birincisi; hepimiz için hayati önem taşıyan yanıyla (özüyle) “zaman” kavramını anımsatması ve anlamı. Çünkü insan(ın) hayatında satılıp alınamayacak ve geri döndürülemeyecek tek şey “zaman”dır. “Zaman”ı kullanma konusunda insan, ya “tüketicidir” ya da “üretici”. Biz eğer, hayattan aldıklarımızın üstüne koyarak onu geliştirip çoğunluğun yararına bir değer üretebiliyorsak “zaman”ı doğru kullanıyoruz ve bunun ağır bedellerini ödemeye hazırız demektir. Bunda kuşku yok. Yok eğer, bencilliğin üst sınırı “mülkiyet” hırsına kapılıp “bozuk düzenin doğru işlemeyen çarkı” olarak, düzene hizmet ediyorsak “zaman”ı insanlığın kötülüğü için kullananlar safındayız.

 

İkincisi; kendimizde, doğuştan getirdiğimiz ve sonradan üstüne koyduğumuz “iyi” ve “kötü” yanımızla birlikte, iç ve dış nedenler. Doğuştan sahip olduğumuz bu iki zıt özelliğimizi nasıl kullanacağımızı, içine doğduğumuz aile ve kültür belirler. Bizler yaşadığımız sürece ailemiz ve kültürümüzden aldıklarımızın üstüne koyarak bunu ya geliştirir ya da içimizdeki “kötü”ye teslim oluruz. Bunları nasıl kullanacağımız bizim “neyi nasıl yapmamızla” ilgili.

 

Adımını attığımız her doğru bize yeni bir tarih yazdıracak. Ressam bu tarihin resmini yapacak, müzisyen müziğini besteleyecek, şair şiirini, öykücü öyküsünü, romancı romanını, tiyatrocu oyununu yazacak, sinemacı belgeselini yapıp gösterecek. Tarihin asıl yazıcılarına gelince, dostum Hakan Aytekin’in bir sohbet anında söyledikleri geldi aklıma:

 

Kentlerin, ülkelerin, insanlığın tarihi nasıl yazılır?

Vakanüvisler, tarihçiler, tarihi icat edenler eliyle mi sadece?

Tarih şiirle de yazılır.

Şairin imledikleri bize tarihin kapısını aralamaz mı?

 

Vakanüvislerin, tarihi icat edenlerin, resmi yazıcıların dışında tarih yazanların hayatlarını incelediğimizde onların, hemen hepsinin değişimi ve dönüşümü yaratan binaların inşasında temel taşı ya da köprülerin, evlerin kemerli pencere ve kapılarının, şehir taklarının kemerlerindeki “kilit taşı” olduklarını görürüz. İşte tam burada Pavese’nin bana ikili çağrışım yapan ve asıl anlamını düşünüp bulmamı sağlayan sözleri oluyor:

 

Eğer umduğum gibi, doğruları arayan en büyük insanlar bile böyle aylar geçirdilerse, o zaman yaratmanın sevinci epeyice pahalıya çıkmış olmalı onlar için…

 

İşte, “… yaratma sevinci epeyce pahalıya çıkmış olan.” bu sözlerin bana çağrıştırdığı dostlarımdan biri de, belgesel sinemacı Hakan Aytekin. Okumakta olduğum bu kitabın ilerleyen her sayfasında, günü gününe tutulmuş notların her birinde belleğimin sehpasında portresini resmetmekle cebelleştiğim Hakan’la buluşuyorum. Onda gözlemlediğim ve hayran olduğum yan, belki de “belgeselci sinemacılığının” kişiliğinde yarattığı etkiyle; çok iyi eleştirel bir akla, seçici bir göze, iyi bir kaleme sahip olması. Ona baktığımda gördüğüm resim (ya da bana yansıyan portresi) kendi eksiliğimin resmini çizip de bana göstermesi. Dost ve dostluk budur işte. Uzaklarda da olsa kendisiyle yan yanaymış gibi sözsüz konuşmalar yapabileceğin güvenli bir liman. Yalansız, çıkarsız, senin kendisinden daha iyi olmanı istediği için karşısındakine acımadan  yaptığı keskin eleştirileriyle seni kendine getiren bir dost. Sadece bu mu? Elbette hayır. Kendisiyle dalga geçerken acımasızca eleştiren o ruh halinden kurtulduğunda seni incittiğini düşünerek kendi karikatürünün yanında seninkini de katan mizahi bir zekâya da sahip. Sonra da ortaya koyduğu bu karikatür tiplerine katıla katıla gülebilmesi.

 

“Zaman” kavramı, Hakan’da bir “üretim şeması”, bir disiplin ilkesi. “Neyi, nasıl, ne zaman, nerede, niye ve kimlerle” yapacağının uzun erimli, soluksuz bırakacak kadar ciddiyetle ve hep üretimi öncelerken, bu üretme sürecinde eğitimini de veren bu çalışma yöntemiyle, dokunduğu her şeye hayat verebilmekte usta.

 

Hakan’la tanışma sürecim, hayatıma; insancı Yunus Emre kişiliği, devrimci kimliği ve yazarlığıyla önümde bir kutup yıldızı gibi parlayan Vedat Günyol kavşağında başladı. Vedat Günyol’a Armağan: 100’e 5 Vardı kitabıma henüz başlamamıştım. 2002 yılıydı ve Hakan, öğrencileriyle birlikte, Ben Vedat Günyol belgeselini yapmıştı. Günyol, Cevizli’deki Maltepe Üniversitesi lojmanda bir dairede yaşıyordu; aramızdan ayrılacağı 9 Temmuz 2004’e kadar da orada yaşadı. Lojmanın yakınındaki, Cevizli tren istasyonunu karşıdan gören Marmara Koleji’nin bahçesinde küçük, tek katlı bir müştemilatı andıran yere “Vedat Günyol Kütüphane”si açılmıştı. 10 binden fazla kitabın olduğu bu kütüphane, yaşadığı sürece ona hayat sevincini taşıyan bir damar oldu adeta. Başıbüyük’teki üniversite yerleşkesine taşınana değin kütüphanesi arı kovanına dönmüştü. Gelip giden dostları, gençler, okullardan grup grup gelen öğrencilerle geçiyordu zamanı. Ben de Fatin Rüştü’den dersine girdiğim bir sınıfımı alıp götürmüştüm.

 

Bizim Hakan’la bugünlere evrilen dostluğumuz tey o zamanlarda başladı. Vedat Hocanın, bir yüzyıla varan ömrünü kendi sesiyle, görüntüsüyle 17 dakikada özetleyen,  Ben Vedat Günyol belgeselini yapmıştı. Filmin her karesi yüzyılı bir solukta yaşayarak kotarılmış bir ustalıktaydı; müziği, kamera açılarıyla karşılaştığınız her kare sizi belgeselin içine alıyordu. Ekranda akan filmin her saniyesinde “hayata ömür katan” üretici, yaratıcı yüzyıllık bu hayatın derinliklerinde o yaşanılan yıllarla buluşturuyordu sizi. Sinema tekniğine yabancı, sinemaya oldukça uzak kalmış bu örtülü cehaletimle şunu diyebilirim:

 

17 dakikalık bu belgesel film, iyi bir kitabın sizi alıp başka kitaplara götüren ustalığı duyumsatan bir derinliğe sahip.

 

2002’de Vedat Günyol adının buluşturduğu bu dostluk, aynı bilinç duyarlığı ve aynı yürek ferahlığında, kesintisiz biçimde sürüyor. Başlangıcını bu kavşakta bulduğumuz dostluk, insanı değiştirip dönüştürmekle kalmadı. Kendisini yenileyen bir sürece evrildi, aynı çizgisinde devam ediyor. Kendisini eskitmeyen yeniliklerine yenilerini ekleyerek.

 

16 Nisan 2008’de Maltepe Nazım Hikmet Kültürevi’nde, Vedat Günyol’u andığımız bir toplantıda yeniden bir araya gelmiştik. O gün bana imzalayarak verdiği Hasret Rüzgârı sersemletti beni... Kupkuru bilgilerle, yüzeysel tanıyıp bildiğim, Anadolu’nun kadim halklarından Süryanilerin sahici hayatlarıyla buluşturmuştu.

Kitabın her sözcüğü, tümcesi, paragrafı, fotoğrafı bu kadim halkın çocuklarının  doğduğu topraklarda tabanlarında kalan toprağın sarı sıcak izlerini ama daha çok “sürgünde”  nasıl vatan hasreti çektiklerini, en derininizde yaşatıyor... Öfke küpüne dönen yüreğiniz, gözlerinizden damla damla dökülmeye başlıyor, siz ne kadar direnseniz de…

“Kendine keser olmayan” bir insanla karşı karşıyayım, karşı karşıyayız. Yönetmen-yazar Hasan Özgen’in dediği gibi, o  “labris gibi çift yüzlüdür. Bizlere ayrık gelen bu Hakan ikilemi, bana göre aslında belgesel sinemacı Hakan Aytekin’in yaratım dünyasının tetikleyicileridir.” [2]

Araya bu alıntıyı koymamın sebebi sinema, özellikle belgesel sinema konusundaki örtük cehaletimdir. Hakan’ı, resim öğretiminden geçmiş, yirmi yedi yıl öğretmenlik yapmış, yazın insanı ve şair kimliklerimin bana kazandırdığı birikim üzerinden değerlendirebilirim ancak. Onun belgesel sinemacı yanı ve bu alanda yapıp ettiklerine de aynı genellemem üzerinden bakıp değerlendiririm. Biliyorum ki yazdıklarım ve yazacaklarım da, tıpkı şiirlerime yönelik bulunduğu tespitindeki “hiçbir zaman bitmeyecek” değerlendirmesiyle örtüşen bir seyir izliyor. Bunu Hakan’ın söylediği anlamıyla düşünerek, öyle anlayarak kendimdeki örtük cehaletimin eksikliğini vurgulamak için yineledim.

Belgesel sinema alanında benim gibi donanımsız olanlar için zor zanaat, bu alan üzerinde değerlendirme yapmak. Bilgimin ve düşünsel birikimim bana neyi yaptırıyorsa onu yapıyorum.  Burada da yaptığım o.

 

Bir insan ne kadar zor olabilir peki?

 

Hakan’ı bir sanatçı olarak “… yaratma sevinci epeyce pahalıya çıkmış olan”ların d/okuma tezgâhlarında dokunmuş olmasını ve ilk metresinde iyi bir kumaşa sahip olanların soyundan geldiğini düşündürür bana. “Zaman” kavramı onda “ağırlık, uzunluk, hacim, boyut” gibi nicelliklerinden çok daha derin anlamları içeren nitekikleriyle onda bir anlama oturan kavramdır. Hakan yaşarken ölenlerden değil. Öldükten sonra yaşamayı sürdürenlerden “el almış”, “yol” tutmuş biri. Onlara, kan bağıyla değil, düşünsel “can bağı”yla bağlı kalarak üretiyor. “Zamanı”ı haybeye tüketmiyor.

Hakan, kendisine “çift yüzlü balta” olmayı seçmiş. Bir ağzıyla kendini, diğeriyle de yetiştirdiği fidanları budayan; hem kendini hem onları  daha güçlü, sağlam ve köklerini derinlere salan meşe ağaçlarına döndürmenin kavgasıdır bu. Böyle olduğu için de yanında yöresinde bulunan dostlarının, öğrencilerinin, meslektaşlarının da bu mücadelenin bir parçası olmasını ister.

 

Çünkü akıp giden ve bir daha geri döndüremediğimiz “tek mülkümüz”ün zaman olduğunun bilincindedir.

 

 En çok da, baltanı indirdiğin tarafta duran beni kes Hakan…

 

Son söz de Pavese’den olsun: “Yanlış hep başlangıçla ilgilidir…”

 

[1] Cesare Pavese, “Yaşama Uğraşı Günlükler (1935-1950), 20. Baskı. Çeviri: Cevat Çapan. Can Yayınları.

[2] Hasan Özgen (2021), “Zor Adam”, Yarına Kalan Bir Belgesel Sinemacı: Hakan Aytekin (Editör: Şenol Çöm),  Kriter Yayınevi, s.1.



Bu yazı 1147 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI