Bugun...


Ali Ekber Ataş

facebook-paylas
Bir katliamın fotoğraflar üzerinden çözümlemesi
Tarih: 21-07-2025 16:14:00 Güncelleme: 21-07-2025 20:22:00


 

Ölümümü bildirirken benden daha çok korkuyorsunuz… [1]

 

Kapladığı yer küçük anlattığı ondan büyük sözüyle başlamak istedim yazıma Giordano Bruno’nun.

 

Guevara’nın hangi koşullarda öldürüldüğünü bilmiyoruz. [2]

 

Che Guevara’nın öldürülmesinden 26 yıl sonra, dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen Madımak katliamında, 33 insan göz göre yakıldı. Hepimiz seyrettik.

 

Kim ya da kimlerin bunu hazırladığını, işbirlikçi katil sürüsüne ihale edenleri, katliamı gerçekleştirenleri de biliyoruz bilmesine. Bildiğimiz bir şey daha var:

 

Devletten habersiz kuş uçmayan bu coğrafyada, bu katliama izin verenlerin amaçlarının ne olduğunu da…

 

Mevsim sıcaklarının boğucu havasını yaşadığımız şu sıralar, benim için serinlemenin en iyi yolu, evde kalıp kitap okumak. Elimde John Berger’in, Ekim 1967-2007 yılları arasında yazılmış yazılarının toplandığı Bir Fotoğrafı Anlamak kitabı.

 

Temmuz kapıda. İçimizi kavuran kötü anılarıyla dolu. Hasan Hüseyin’in “Haziran’da Ölmek Zor” şiirinin son dizeleri düştü dilime birden:

 

gece leylâk

       ve tomurcuk kokuyor

bir basın işçisiyim

elim yüzüm üstüm başım gazete

geçsem de gölgesinden tankların tomsonların

              şuramda bir çalıkuşu ötüyor

uy anam anam

haziranda ölmek zor!

 

Diliçi küçük bir çeviriyle bunu temmuza evriltip, şöyle diyorum:

 

Temmuzda ölmek zor…

 

Bir fotoğraf sizin için ne ifade ediyor?

 

 

Zaman, dondurduğunuz bir anıyla mı sınırlıdır sadece?

 

Ya da geçmişi anmak için sizi anılar yolculuğuna mı çıkarır?

 

Bu soruların yanıtını kendimce şöyle verebilirim:

 

Bir fotoğraf nedir ki demeyin! Gün olur, an gelir, nedir ki dediğimiz o fotoğraf, bir devri kapatırken, yenisinin başladığını haber verir. Kimsenin görmediği, özenle kaçtığı, hatta bazılarının da örtbas etmek için var güçleriyle yok etmeye çalıştığı tarihi bir gerçeğin tanığı/belgesi de olabilir. Geçmişte açtığı derin yaralar.. Bugün yaşattığı kâbuslar.. Gelecekte olacakların habercisidir fotoğraf(lar). Ya resim peki? Picasso’nun Guernica’sı örneğin, dünyayı kan gölüne çeviren faşizmin ve dünyayı sömürgeleştiren sermayenin suratına atılan bir tokat değil de nedir! Her çağ ve dönemde diyalektik özüyle kendini yenileyeceği devrimin resim dilinde haykırmasıdır bence.

 

Peki yalnızca bu mudur bir fotoğrafın anlattığı?

 

Değil tabii ki. Elimde bu kitap, kitaptakilerle birlikte önümde beş fotoğraf, sanat tarihinden iki de resim.

 

10 Ekim 1967 yılında Bolivya’nın Rio Grande’nin kuzeyinde bir dağ köyünde, Bolivya ordusunun gerçekleştirdiği katliamda gerillalarıyla birlikte öldürülen Che’nin fotoğrafına bakıyorum. Rembrandt’ın Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi tablosu ile Milano Berra’da bulunan Mantegna’nın Ölü İsa tablosu da yanında.

 

Birbirinden bağımsız, üç ayrı coğrafyada, farklı zamanlarda gerçekleşen ve sonuçları itibariyle trajik olayların belgesi diğer fotoğraflar da şunlar:

 

Biri, Madımak katliamından az önce çekilen [3], bir diğeri katliam sırasında bir kurtarma anının fotoğrafı. Sonuncusu ise, Mexico City Olimpiyat Oyunları’nda, sesiz bir eylem gerçekleştiren sporcuların fotoğrafı. Hepsinin bize anlattığı çok şey var. Özünde aynı olan, sonuçları itibariyle derin acılar bırakan bir ideali anlatıyorlar bize:

 

Özgürlük uğruna ölümü göze almak gerçeğini.

 

Bu idealin kavgasının verildiği her durumda karşıtının amacı ise şudur:

 

Böl, parçala, yok et!..

 

Dünyada, ne adına olursa olsun, emperyalizmin parmağının olduğu her olayda bir katliam, katliamın gerçekleşmesinde yerli işbirlikçi güçlerin parmak izleri vardır. Birbirinden uzak ve farklı zamanlarda, üç ayrı coğrafyada gerçekleştirilen katliamlar bunun bitme- yecek örneklerinin ayrı zamanlarda ifası. Şu tesadüfe bakın ki, öldürme yöntemlerinde bile birbirleriyle yarışıyorlar. Biri öldürdüklerinin cesedini korku salsın diye (aslında kendi korkularını bastırma yöntemidir bu) bir ahırda çeşme yalağının içinde sergileyip dünyaya servis ediyor. Bununla da yetinmiyor. Gerisini Berger’in satırlarından okuyalım:

 

Guevara’nın hangi koşullarda öldürüldüğünü bilmiyoruz. Ama ölümünden sonra cesedine yaptıklarına bakarak, eline düştüğü insanların kafa yapısı hakkında bir fikir edinebiliriz. Önce sakladılar cesedi. Sonra sergilediler. Sonra bilinmeyen bir yerde adsız bir mezara gömdüler. Sonra kazıp yeniden çıkardılar. Sonra yaktılar. Ama yakmadan önce, daha sonra teşhis edilebilsin diye, parmaklarını kestiler. Bu bize onların, öldürdükleri kişinin gerçekten Guevara olduğundan kuşkulandıklarını düşündürebilir. Aynı biçimde bundan hiç kuşku duymadıklarını ama cesetten korktuklarını da düşündürebilir. Ben ikincisine inanmaya yatkınım.

 

Aykırı görüşleri nedeniyle Roma Katolik Kilisesi’nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edilen ve 1600 yılının Şubat ayında Roma’nın Campo de’Fiori meydanında yakılan Giordano Bruno’dan 393, Che’nin ve arkadaşlarının katliamdan 26 ve ABD’li iki siyah atlet ile Avustralyalı beyaz atletin ülkelerinde hain ilan edilmelerinden 25 yıl sonra, hepsini gölgede bırakan bir katliam yaşandı ülkemizde. 33 insanı kapattıkları otelde çarmıha gerip yaktılar güpegündüz, gözümüzün önünde. Bununla yetinmeyip, tıpkı Bolivya diktatörünün yaptığını yapıp televizyonlardan dünyaya izlettirdiler.

 

Bütün bunları yaptıran kafanın, Roma Katolik Kilisesi’nin Engizisyonundan, Che’yi katlettiğini bütün dünyaya gösterdikten sonra gömen, gömdükten sonra çıkarıp parmaklarını keserek yakanlar, ABD’de siyahlara yapılan zulmü, sessiz eylemleriyle olimpiyat kürsüsünden dünyaya duyuran üç atleti halkının gözünde hain ilan edenlerle aynı anlayışın farklı tarihlerde birer denemeleriydi. Cezalandırmalardaki yöntemler de, uygulayan kafaların anlayış yapıları da birbirinin tekrarı. Dünyanın neresinde olursa olsun, değişmiyor. Emperyalistler, bağımsızlık ve özgürlük uğruna kavga veren ulusları ve kahramanları hiçbir zaman affetmiyor. Onları yaşatan ve bugüne getiren de, kavgaya adanan yaşamlarıdır. Birbirinden uzak, farklı zaman ve coğrafyalarda gerçekleştirilen bu eylemler, salt kendi kıtalarıyla sınırlı kalmadı. Bruno’nun ölüm kararını bildiren yargıca verdiği cevap, onun bilim uğruna fiziki varlığını ortadan kaldırmasının hem nedeni hem de onu bizimle yaşatan şu sözleri oldu: 

 

Gözlerimin önünde bir örtü olmayacaktır. Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım. Ölümümü bildirirken benden daha çok korkuyorsunuz… [4]

 

Şunu da vurgulamakta yarar var:

 

20 yüzyıl kurtuluş savaşları yüzyılıydı. Dünyanın bütün yoksul halkları için ilk örnek Türk Kurtuluş Savaşı oldu. 1960’lar dünyasında Küba’nın bağımsızlığını ilan etmiş olması Latin Amerika halklarının kurtuluşunun önünü açtı. Yine aynı dönemde, iki Amerikalı, bir Avustralyalı üç atletin, şeref kürsüsünde başlattıkları sessiz eylemleri ABD’deki siyahların bağımsızlık kıvılcımıydı.

 

Şu sıralar yaz sıcaklarının “temmuz yanmaları”yla yarıştığı bir dönem. Nerden aklıma estiyse John Berger’in Ekim 1967-2007 yılları arasında yazılmış yazılarının toplandığı Bir Fotoğrafı Anlamak kitabını yeniden okumaya başladım. Madımak katliamının yıldönümünde ne yazmalıyım diye düşünürken, daha önceki yazıp çizdiklerimde, gözden kaçırdığım bir ayrıntıya rastladım kitaptaki yazılarda. Hem ülkemiz tarihi bağlamında hem de dünyanın, G8 ülkelerinin dışında her yerde gerçekleştirilen katliamların hep aynı merkezin işi olduğu gerçeğiyle yüzleşmem bana şunları çağrıştırdı:

 

Herkes, kendi yaşamı içinde benimseyip belirlediği bir ölçü içinde yaşar. Kimi zaman senin belirlediğin ölçü, dünyayı sararken, senin yaşamını gözlerden silen, anılarda yaşatan bir ölçü olmuş. Geleceğin bilinmezliği bazılarımızı karamsarlık ve günübirlik bir yaşama mecbur eder. Bazılarını da hiç yaşamadığı bir gelecekle ödüllendirir. İki durumda da, yaptığımız seçimler yaşama istemimizin bir ölçüsüdür. Asıl mesele, yaptığın seçimin hayatta ve gelecekte karşılık bulması ve senden sonraki kuşaklarda da seni yaşayacak bir ömrü bırakıp bırakmaması meselesi. Günübirlik yaşayanlar hayatın onlara sunduğu sınırlı bir ömrü seçerler. Başlarına gelenleri değiştirmek yerine, kader deyip kabullenirler. Mevcut koşullara ve sisteme muhalefet etmeyi seçiyorum diyenlere de ölümü reva görseler de, seçimlerini bu yönde yapanlar, seçimlerinin bedeli olarak hayatlarını koyarlar. Dünyanın ve insanlığın umudu için savaşırlar. Bruno bunu yaptı. Guevara bunun için ölümü seçti. ABD’li ve Avustralyalı atletler siyahlara yapılanları protesto ettikleri için ülkele- rinde hain ilan edilerek bedel ödedi. Madımak katliamında, içinde aydınların, sanatçıların, şairlerin ve gençlerin olduğu 33 insanın yakılması da aynı kafanın işi ve aynı uğurda baş koyanların ödediği bedeldir.

 

Otuz ikinci yıldönümündeyiz. 32 yıl boyunca bir arpa boyu yol alınmadı. Daha da kötüsü oldu: Madımak katliamı “zamanaşımı”na uğratıldı. Şimdi otelin içindekilerle yeniden yanmaya başlıyoruz. Ve hesabını soramadığımız her yıl dönümünde bu davanın yangını, daha da büyüyecek ve hepimizi kül edene kadar bu yangın, aynı otelde sürecek.

 

 10 Ekim 1967’de gerillalarıyla birlikte, bir dağ köyünde katledildi Che ve arkadaşları. Onların katledilişinden 26 yıl sonra, üçüncü bin yılımıza yedi kala, Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik konumuyla tarihimiz açısından çok önemli bir ilinde, 33 insanımız, dünyanın gözü önünde bir otele kapatıldı ve yakıldı. Bu bir insanlık suçuydu. Cumhuriyete meydan okumaydı. Cumhuriyetin ilan edildiği Sivas’ta, Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak naraları eşliğinde kuşatılan otel ateşe verildi.

 

Batı’ya ulaşmanın kapısıydı Sivas!..

 

Burada fotoğraf çözümlemelerine geçmeden, Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik konumuyla bir bağımsızlık ihlali meselesi olan Sivas ve Madımak katliamını anlatan önemli bir yapıttan yapacağım alıntıya dikkatinizi çekmek isterim:

 

Muzaffer İlhan Erdost Türkiye’nin Yeni-Sevr’e Zorlanması Odağında ÜÇ SİVAS,  HİÇ ÖLMEDİM BEN ile KAN İLE KARDEŞ kitaplarıda; Kahramanmaraş katliamı (19-26 Aralık 1978), Çorum katliamı (Mayıs-Temmuz 1980) ve 2 Temmuz 1993 Madımak katliamı  üzerinden bugünü yazmıştı aslında. Öyle ki, aşağıya alıntıladığım bölümlerde, geçmişte başarılamayan ne varsa bugün basamak basamak hayata geçiriliğini yaşıyoruz. Bu üç katliamı da örgütleyenlerin, CIA ajanlarının işi olduğunu sağır sultan bile duydu. Madımak Katliamından iki önce de ki ajanın Sivas’a günler öncesinden niye gidip, üniversitenin misafirhanesinde kayıt tutulmadan neden kaldıklarını eşeleyen olmadı.

 

Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas olaylarının ardında, Alevi Sünni çatışmasının çok ötesinde, daha büyük senaryoların yattığını öğreniyoruz. Üç Sivas, Kan İle Kardeş ve Hiç Ölmedim Ben kitaplarında, emperyalizmin bölücü örgütleri "nasıl ve niye, ne şekilde” kullandıklarını, tarihimizin kanlı olaylarının izlerini tanıklar, kanıtlar, tutanaklardan ifadelerin izini sürerek belgeliyor. Hiç Ölmedim Ben”de, devletin derinliklerinde neler olup bitiyor, kim nasıl korunuyor, belgeler üzerinde tahrifat ne şekilde yapılıyor, olayın bire bir tanıklarının verdikleri ifadelerde ileri sürdükleri iddiaların nasıl görmezden gelinip hasır altı edildiğini, antropolog maskesiyle CIA ajanlarının Sivas katliamından iki gün önce, günlük uçak seferlerinin yapılmadığı halde, bir uçağın Sivasa bu antropologları getirip üniversitenin misafirhanesinde kaldıkları halde, misafirhane kayıtlarına neden girilmediği gibi sorularının nasıl yanıtsız bırakıldığını, hayretle ve içimiz acıyarak öğreniyoruz. Sivas ve Kahramanmaraş kıyınlarının (katliam), her iki kitapta belgelere dayalı anlatımlarından bu kıyınlara göz yumulmasının iki temel nedeni var, bizce:

 

İlki, Sivas’ın jeostratejik ve jeopolitik konumu. Mustafa Kemalin, bu gerçeği çok önceden görmüş olması, Anadoluda yazılmak istenen emperyalist tarihi tersine çevirmiştir.

 

Samsun üzerinden "Havza Genelgesi” (28 Mayıs 1919), "Amasya Genelgesi” (21-22 Haziran 1919), "Balıkesir-Akşehir Kongreleri”ni (26 Temmuz-25 Ağustos 1919) gerçekleştirmesi. Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919), Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin atıldığı tarihsel bir dönüşümün kayıtlara düşüldüğü kongrelerdir. Bu bağlamda, Sivas’ın ihmale gelir yanı yoktu. Vatanı kurtaracaklar için ölüm kalım savaşıydı. Sömürgeciler için ise "hasta adam”ı bir an önce öldürüp tarihin imparatorluklar mezarlığına gömülmesi bir zorunluluktu. Çünkü Batı’ya ulaşmak ve kuzeye uzanmanın kapısıydı Sivas...

 

Cumhuriyetin temellerinin burada atılmış olması, emperyalizmin bütün planlarını geçersiz kılmıştır. Yüz yıldan fazladır, bu hayalin peşindeydiler. Çanakkalede başaramamışlardı. Burada, hayata geçirmek için büyük bir fırsat yakaladılar.

 

Hesaplayamadıkları ise kuzeyde Leninin Sovyetleri ve Anadoluda, Çanakkalede yenildikleri Mustafa Kemalin yeniden karşılarına çıkmasıydı. Her iki gelişme de tarihsel olarak birbiriyle ilişkili. Birbirlerinin ardışıkları olarak, yan yana durarak, yeni çağlara ve insanlığa iki farklı yoldan yürünecek, iki yeni dünyanın kapılarını aralamıştı: Kuzeyde sosyalist bir Sovyetler ve Lenin, Anadoluda (güneyde), bağımsız ve bağlantısız yeni Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal!..

 

Paktın asıl amacı neydi?

 

İkincisi, ulusal sınırlar içinde gerçekleşecek olumsuz her olay ve olgunun, yalnızca bizimle sınırlı kalmayacak oluşuydu. Türkiyenin parçalanması demek, Ermenistan Suriye ekseni de Türkiyenin en doğusu değil yalnız, Kuzey Irak, İran, Azerbeycan’ı (Karabağ), batı sınırı Sivasla biten kukla devletçiklerin içinde yer aldığı bu yeni coğrafya, emperyalizmin hareket alanını genişletecekti. Ne var ki bir büyük engel vardı: Mustafa Kemal Cumhuriyeti! Bu ortadan kaldırılmalıydı, hem de birbirlerine düşman iki yerli işbirlikçiler aracılığıyla olacaktı. Emperyalizmin senaryosu için seçilen figüranlar yıllardır, bugün için hazırlandı efendilerince:

 

Güneyde PKK, PYD, YPG, bir ayağı da İran’da olan PEJAK gibi terör örgütlerini kullanarak oluşturdukları, kukla bir tampon Kürt devletini Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde     bir an önce kurmak. İlhan Selçuk’un da sürekli vurguladığı gibi, iki kırmızı çizgimiz vardı bizim:

 

Bölünemezlik ilkemizin olmazsa olmazı ulusal bütünlük. Diğeri laiklik!

 

Bu iki olgunun, ikincisini ortadan kaldırmak için de sosyalizme ve Bağdat Paktı’na karşılık kendilerine hizmet edecek, kukla devletler oluşturmak için de irticaya teslim edilmiş bir Türkiye, İran ve Pakistan’ın yer aldığı yeni bir pakt olan CENTOyu kurarak bu amaçlarını gerçekleştirmiş olacaklardı. Bugünkü görünüm hiç olanaksız olmadığını gösteren hızlı değişimleriyle ülkemiz bu uçuruma sürükleniyor iktidar eliyle.

 

Bu şu demekti: Kurulacak pakt, Sovyetlerin sıcak denizlerle arasında coğrafi bir derinliği olan bu ülkelerden oluşacaktı. Bununla birlikte hayata geçirilecek olan ve ilk uygulamasına Afganistanla başladıkları, "Yeşil Kuşak” projesi, bütünüyle Sovyetlere ve sosyalizmle birlikte laik Türkiye Cumhuriyetine karşı kurulmuştu. Özellikle de halklarının büyük çoğunluğu Müslüman olan bu ülkeler seçildi... Bu paktın asıl amacının ne olduğunu, Muzaffer İlhan Erdostun net biçimde ortaya koyduğu şu saptamasından öğreniyoruz:

 

"(...). Sovyetler Birliğine ve sosyalist sisteme karşı ‘güvenlik ve savunma anlaşması’ olmasının yanı sıra, halklarının çoğunluğu Müslüman olan bu ülkeler, sosyalist ideolojiye ve materyalist kirlenmeyekarşı Çin Seddine benzer bir set, yeşil kuşakolarak adlandırılan bir İslam kuşağı oluşturacaktı. Bunun için de İslam ülkelerinde din, yani İslam canlandırılmaya başlandı...”

 

Ilımlı İslam” safsatasını yayarak asıl emperyalist amaçlarının ilkine, Af- ganistanda, Sovyet egemenliğine son vererek ulaştılar.

 

İkincisi ise "Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla pazarlayıp (birilerinin de, BOP eşbaşkanı olarak övündüğü) büyük projelerini hayata geçirmek peşindeydiler. Ne var ki bunun için, önlerindeki en büyük engel, Türkiyenin içte ve dışta ses getiren, Ortadoğu ve NATOnun en büyük askeri gücü olan Kemalist orduya ayar çekmek gerekti. İlk adımlarını Menderes iktidarında attılar. Bunu da Türkiyeyi, bağım sızlığımıza pranga vurulan, NATOya alarak gerçekleştirdiler. Kontrollü, "15 Temmuz FETÖ” darbesi ise bu senaryonun güncellenmiş bir "ortaoyunuydu”. Sahnedeki figüranlarıyla Kemalist ordunun, Kemalist subayları teker teker, "Ergenekon” ile başlayıp "Balyoz” ile süren davalarla tutuklayarak devam ettiler. Ve nihayet, Sevr ile gerçekleştiremedikleri hayallerine, yerli işbirlikçi hainler eliyle kavuştular.

 

 

   

Muzaffer İlhan Erdost, Türkiye’nin Yeni-Sevr’e Zorlanması Odağında ÜÇ SİVAS kitabında konuyu ayrıntıyla ele aldı. Çok Bişey Bi Yazı ‘Üç Sivas’ başlıklı yazısında dikkat çeken önemli ayrıntı şu:

 

 

(…). Türkiye’yi yeniden-paylaşma düşüncesinin, değişik amaçlarla da olsa, geçmişten bugüne gündemde tutulduğu biliniyor. Bunlardan biri, Sevr Andlaşmasını esas alan ve onu yeniden gözden geçirerek düzenleyen paylaşmadır. (…). Bir de, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Adriyatik ile Çin Seddi arasındaki alana egemen olmak amacıyla ve daha büyük bir bütünün parçası olarak Türkiye’nin şu ya da bu nedenle bölünmesini öne çıkaran tasarımlar vardır.

Dolayısıyla, üzerinde durmak istediğim ikinci nokta Üçüncü Amerikan İmparatorluğu senaryosuyla ilgilidir. The New York Times’ta yayınlanan bir yazıya göre, Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla “boşlukta kalan” sömürgeler ile aynı coğrafi alan içerisinde bulunan “dost ülkeler”in gönüllü katılımıyla olacaktır.

 

(…). 2 Temmuz Sivas kıyınının hemen ardından Emniyet Genel Müdürlüğünün raporunda 36 kişinin ölümüne neden olan olayların “Batının stratejik uygulamalarından biri” ve “yabancı ajanların provokasyonuolduğu görüşüne yer verilerek şu değerlendirme yapılmıştı: “Yeni dünya düzeni içerisinde, Türkiye’nin, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’da etkin görev alması isteniyordu. Buradaki amaç, Japon ve Alman sermayesinin, bu bölgelerdeki etkinliğini kırmaktı.” (Cumhuriyet, 8 Temmuz 1963)

 

(…). 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Pir Sultan Abdal Şenlikleri dolayısıyla, geleneksel alevi kültürü ile laik, ilerici, sosyalist kültür aynı etkinliğin farklı bölümlerinde birbirlerini bütünlemişlerdi. “Cami cemaati”, yani Sünni topluluk, islamın (Peygamberin ve Kuran’ın) saygınlığına ve onuruna bir saldırı olduğu söylentisiyle kıyına çağrılmış, sonuçta 35 aydın canlı olarak yakılmıştı. Asıl amaç ise, Sivas’tan Samsun’a kendisi için bir yol açmak isteyen PKK’nın, Sivas’ta bulması olası barınma ortamını ortadan kaldırmaktı.

 

(…). 1993 kıyının nedeni, Sivas’tan Samsun’a yol açmak isteyen PKK’nın Sivas’ta yerleşebilmesinin ortamını yok etmekti. (…).

 

Erdost’un 29 yıl önce saptadığı olgular, günümüzde tek tek gerçekleşiyor. Türki- ye’nin başında, her türlü kötülüğü yapan gözünü intikam bürümüşlerin iktidarı var. Bizi nasıl bir sona götürdüğünün farkında olun maması düşünülemez. Zira hem iktidar hem içte ve dışta destek bulan ayrılıkçı PKK yanlısı Kürtlerin bunun için uğraştığı da aşikâr. Türkiye’nin sağlaşmış milliyetçi Kürt soluna yamanmış Türk solu, 68 Hareketi gençliğinden hiçbir şey öğrenmemiş. Aksine 68 Hareketi’nden büyük derler çıkaran diyesim geliyor, ama yok öyle bir ABD emperyalizminin emrine girmiş Milliyetçi ve ayrılıkçı Kürt hareketi efendilerinin istediğini harfiyen yerine getirmekte mahir hünerlere sahip…

 

Önümde beş fotoğraf, fotoğraflardan biri, katliamdan çok kısa önce Mehtap Yücel’in çektiği; Asım Bezirci, Behçet Aysan, Metin Altıok ve Uğur Kaynar’ın olduğu dörtlü fotoğraf. Dördüncüsü katliamdan kurtarılan Aziz Nesin’in bir belediye görevlisi tarafından itfaiye merdiveninden aşağıya atıldığı fotoğraf. Resimleri, şimdilik bu yazının dışında tuttuğum için dahil etmedim. 

 

Farklı coğrafyalarda gerçekleştirilen her katliam, azına çoğuna, bakılmaksızın bir insanlık suçudur. Cumhuriyet tarihinin en büyük insanlık suçlarından birinin işlendiği bu katliamı elimdeki fotoğraflar üzerinden karşılaştırmalı olarak çözümlemesini yapmaya çalışıyorum. John Berger’in kitabı Madımak katliamına bakışım ve yaklaşımlarımdaki eksikliğimi gösterdi bana. Che Guevara ve gerillaları, Rio Grande’nin kuzeyindeki Higueras köyü yakınlarında Bolivya ordusundan iki bölüğü ile girdikleri çatışmada katledildiler.

 

Okuduğum bu iki yazıda, fotoğraf üzerinden bir katliamın çözümlemesi yapılmamış sadece. Aynı zamanda, tarihsel olaylara yön veren ve halkların özgürlükleri için kavga veren Che gibi insanların yaşamöyküsülerinin de izlerini nakışlar belleğimize. Bazen de önünüze gelen bir fotoğraf, bir resim, bir şiir, bir türkü, bir kitap çağının sözcüsü olur. Bu yazılar ve fotoğraflar da öyle olmuş.

 

 
   

 

Madımak katliamını iki CİA ajanı antropolog organize etti. Madımak katliamından saatlerce önce çekilmiş, Asım Bezirci, Behçet Aysan, Metin Altıok ve Uğur Kaynar’ın olduğu dörtlü fotoğrafa bakıyorum şu an. Che’nin cesedinin başında da dörtlüyü tamamlayan üç kişi var. Sayılar eşit. Dörtlü fotoğrafın ilkinde olanlar, fotoğrafın çekildiği anda yaşıyorlar. Diğerinde, en önde boylu boyunca, sakalıyla imgelemimize yerleşen, belden yukarısı açık ve bir ahırda çeşme yalağı içine uzatılmış, sonsuz uykusundaki Che. Gözleri açık. Yüzünde solmayan bir duruluk. Hâlâ kalkıp savaşacak gibi hazır. Arkada üçlü bir gurup, içlerinden biri asker. Burnunu mendille kapatmış. Boynunda fotoğraf makinasıyla ortada duran beyaz gömlekli, Boliv- yalı bir gazeteci. Parmağıyla Che’nin vücudunda bir noktayı işaret ediyor. Yanında, siyah gömlekli, buz suratlı, duygusuz ifadesinin ardında sinsiliğiyle duran CİA ajanı. Fotoğraf karesine girmeyenler de var tabii Sezgilerimiz, korku, tedirginlik, heyecan ve endişenin kol gezdiği bir ortam olduğu fikrini çağırıyor bana…

 

 
   

 

16 Ekim 1968 Mexico City Olimpiyat Oyunları’nda dereceye giren sporcuları gösteren fotoğrafa gelince. Fotoğrafın önemi, dünyanın bir ilke tanıklık etmesiydi. Üç sporcu olimpiyat ve spor tarihinin en ilginç, dünyada çok yankı uyandıran bir eylemine imza atmışlardı. Olimpiyat Oyunları atletizm dalında kürsüye çıkan ABD’li siyahi atletlerden altın madalyalı Tommie Smith ile bronz madalyalı John Carlos eylemin kahramanları.

 

Sömürgeci-köleci ABD emperyalizmine karşı bir başkaldırı ve siyahi gücün simgesi yumruklar havada, ayaklar çıplak bir şekilde, ülkelerindeki utanç verici sömürüye daha fazla sessiz kalamayacaklarının protestosuydu bu. ABD’li eylemci sporculara katılan gümüş madalya sahibi Avustralyalı sporcu da hem fikri, hem de turnuva öncesinde siyahi atletlerin oyunları boykot etmesi gerektiğini savunan İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi oluşumunun çıkartmasını taşıyarak eyleme destek vermiş.

 

Hiçbir ödül cezasız kalmaz. Olimpiyat madalyalı üç sporcu da payını aldı bundan:

 

1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'ndaki Nazi selamlarına karşı ağzını açmayan dönemin olimpiyat komitesi başkanı Avery Brundage, Siyah Gücü Selamını olimpiyat oyunlarının barışçıl, politikalar üstü (!) yapısına karşı bir müdahale olarak yorumlayarak kınadı. Smith ve Carlos, Brundage'ın talimatıyla anında Amerikan olimpiyat takımından kovuldular ve Olimpiyat Köyünden de ayrılmaya zorlandılar. Brundage, eylemcilerin Amerikan ulusunu utanca boğduğunu iddia ediyordu.

Her üç sporcu Olimpiyat Köyünden ülkelerinde hain ilan edildiler. [5]

 

Para ve güç, her şeyi belirliyor. Olimpiyat Köyünde olanın fazlasını bu üç sporcu ülkelerinde yaşayacaklardı.

 

Madımak otelindeyiz…

 

 
   

 

En önde, ayakta Asım Bezirci. Onun önünde, merdivende oturan Behçet Aysan. Arkada, bir iki basamak yukarda oturan diğer iki şairimiz, soldaki Metin Altıok, yanında Uğur Kaynar. Asım Bezirci eğilmiş, Behçet Aysana bir şeyler anlatıyor. Diğer üçünün yüzünde endişeli bir bekleyiş ifadesi varken, Asım Bezirci, her zamanki güleryüzlülüğüyle konuşmakta. Behçet Aysan’ın, aralıklı dudaklarından anlaşılan o ki Bezirci’ye bir şey söylüyor o da. Belki de, üçünün yüzlerindeki endişeye karşın mutlaka kurtulacaklarını tartışıyorlar. Asım Bezirci’nin duruşunun ve vücut dilinin bize anlattığı umutsuz olmadığını gösteriyor. Aksine diğerlerinde bu umudu göremiyoruz.

 

Fotoğraf karesinin dışında kalan atmosfere gelince, otelin merdivenlerinde fotoğrafın çekildiği anda yaşananları görmediğimiz için bilemiyoruz. O ana ilişkin yazılıp çizilenlerden, anlatılıp gösterilenler ve tanıkların ifadeleri, resmi tutanaklarda yazılı olanların dışında, o ana tanık değiliz.

 

Sıra Aziz Nesin’de…

 

Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan dört ciltlik Sivas Davası, Ankara Barosu Yayınları tarafından çıkarılan iki ciltlik Sivas Katliamı kitapları, kurumsal çalışmalar olarak tarihe önemli notlar bıraktı, dava ile ilgili. Otelin içinde olanlara ilişkin, yayınlar, kitaplar, Meclis Araştırma Soruşturma ve polis tutanakları, ölümün eşiğinden dönenlerin yazdıkları, anlatımlar, şiirler, oyunlar… vb.’lerinden öğrendiklerimiz ışığında, içerdeki insanların korku dolu, endişe içinde kurtarılmayı beklediklerini anlatıyor. Fotoğraftaki üç şairin endişeli duruşu da bunun özeti…

 

Katliamın olduğu anının kanıtı bu fotoğraf, Aziz Nesin’in itfaiye merdiveninden indiği sıra belki de, biraz sonra olacaklardan habersiz kurtarılmasının sevincini yaşıyordu için için. Yüzünü göremesek de merdiven basamaklarına inişinden, aşağıya savrulana kadar geçen o sürede yaşadığı duygunun bu olduğu düşüncesini çağırıyor bana, daha çok. Yalnız bu değil değil tabi ki. Bir itfaiye görevlisinin onu tanıması sonucu kolundan tutup aşağıya çekmesi ve hemen  sonrasında onu tanıyanların uyarısıyla olmalı, Cafer Erçakmak’ın Nesin’i kolundan kavrayıp aşağıya savuruşu bütün beden diline yansıdığının da kanıtı. Bir de fotoğraf karesine girmeyip, aşağıda avını parçalamaya hazır çakal sürüsünün yarattığı gergin atmosferi de hissettiren bir fotoğraf.

 


 

Fotoğrafta yedi kişi. İki resmi elbiseli, diğerleri sivil üç, Aziz Nesin ve merdivenlerden inen Lütfü Keleli ile yedi kişi. Arkadaki görevli, sonradan öğrendiğimiz ve katliama bizzat katılan, katliam sonrasında da sırra kadem basan Refah Partisi Belediye Meclis Üyesi Cafer Erçakmak. Lütfü Kaleli, Aziz Nesin’le merdivenlerden indirirken, Sivas Belediye meclisi Üyesi Cafer Erçakmak ile bazı belediye görevlilerinin saldırıya geçtiğini yazar. İşte bu fotoğraf o anın fotoğrafı. Aziz Nesin en önde, sağda. Onu aşağıya atmaya çalışan da Cafer Erçakmak. Vücut dilinde saldırganlığın her izini görebiliyoruz. Yüzündeki ifade, içindeki biriken nefretinin patladığını gösteriyor. Onu tutmaya çalışanlar (aslında çalışıyormuş gibi yapanlar) Aziz Nesin’i değil, onu aşağıya atan katliam sanığı Cafer Erçakmak’ı düşmekten kurtarmaya çalışıyor izlenimini veriyor daha çok. Nesin’in karşısında merdivendeki itfaiye görevlisinin konumu, duruşu, yüzündeki ifadesi, dudaklarının aralıklı olması, özellikle, baktığımız yönde bize göre sol kolu ve sol ayağıyla Aziz Nesin’nden kurtulmaya çalışıyor. Nesin arkası dönük, baktığımız yönde sol koluyla tutunmuş direnir bir vaziyette. Aşağıda, fotoğraf karesine girmeyen, avının bir an önce düşmesini bekleyen çakal sürülerinden farksız kalabalığın hezeyanlarını hissettiriyor insana.

 

Fotoğrafa bakınca göremediklerimizi düşünüyorum. Can Dündar’ın “Sivas Cehennemi Madımak Belgeseli”nde, namazını kılan kim varsa, provokatörlerin kışkırtmasıyla, intikam silahını kuşanmış sel olup akmış sokaklarda yırtınırcasına, “Sivas Aziz’e Mezar Olacak” slo-ganları eşliğinde katliamın fitilini ateşliyordu. Ölümün ayak seslerinin çok yaklaştığını gösteriyordu kalabalık güruh. Kültür merkezini basan kalabalıkla, Arif Sağ konserini dinleyen içerdeki kalabalık dışarda karşılıklı taşlı sopalı kavgaya girişmişler. Kavga sırasında yaralananlardan biri şunları diyordu:

 

Polisin bu konuda bizzat olayı hazırlayan bir tutumu oldu. Bunu gözlemledim. İstelerdi gerekli önlemi alabilirlerdi. Yeteri kadar önlem almadılar. Bilerek olayı hazırladılar. Ve bizzat insanlar saldırırken de önünü açtılar. [6]

 

Can Dündar anlatıyor…

 

Polis yetersizdi. Sivas İl Müdürlüğü kayıtlarına göre saat 14:30’da emniyet müdürü telsizden “Ne oldu bu askeri birlikler” diye soruyordu. 14:45’te 33 asker geldi ve uzakta durdu. Az sonra DYP’li İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu takviye isteyen valiyi aradı. “Merak etme seni orda yalnız bırakmayacağız.” dedi. Sonra da belediye başkanı Temel Karamollaoğlu’na telefon etti. Beklenen kuvvet gelmeyince kalabalık, ozanlar anıtını taşlamaya başladı. Kültür merkezindekiler kapıları içerden sürgülediler. Tehlike büyüyordu. Bunun üzerine belediye başkanı Temel Karamollaoğlu’nun göstericilerle konuşmasına karar verildi.  Bu konuşmanın ardından kalabalık dağılır gibi oldu. Telsizden haberi alan vali Karabilgin bir nebze rahatladı.  Fakat saat 16’da işler değişti. Olayların dönüm noktası o andı. Valilik kayıtlarına göre saat 17:45’te emniyet müdürü valiyi arayıp Madımak oteli önündeki kalabalığın 5000 kişiyi bulduğunu söyledi. “Tugay’dan takviye kuvvet gönderin” dedi. 5000 kişi karşındaki toplam kolluk gücü 500 kişiydi. Ve Sivas’ta Cumhuriyet tarihinin en büyük kıyımlarından biri için fitil ateşlenmek üzereydi.

 

Sivas’a akşam inerken artık göstericiler son durağı Madımak oteline gelmişti. Bu arada sloganlar da değişmişti.

 

“Kahrolsun Laiklik…!

 

Şimdi hedefteki Aziz Nesin ve arkadaşları tam bir kuşatma altındaydı. Hemen yan binada gizlenmeye çalışan bir kamera olayı dakika dakika görüntülüyordu.

 

**

Durum buyken, dönemin belediye başkanı, “Mücahit Başkan” sloganları eşliğinde sahneye çıkarılıyordu. “Mücahit (!) Temel Karamollaoğlu sahnenin hakkını verirken kalabalığa istediği şeyi kulağına üflendiği tonda gerektiği şekilde, usülünce söylüyor:

 

Emniyet güçlerinin durumunu bilmediğim için burada hadiseler, bir yangın çıkacak böyle olacak noktaya gelmedi. Burada bir hadise var. Şu anda emniyet güçleri de bir tedbir alıyor ama benim burada gelsin gelmesin, ek kuvvet gönderilsin gönderilmesin bir şey söylemem zaten mümkün değil. Doğru değil. Emniyet müdürüyle beraber vilayetten çıktık. Kültür merkezinin önüne gittim. Bir kalabalık var slogan atıyorlar. Ben orda kalabalığa böyle bir toplantının, gösterinin Sivas’a zarar verebileceğini bir belediye başkanı olarak, bir tepki gösterdiyseniz de bitti, dağılın dedim ve genelde benim konuşmam etkili oldu.

 

Burada araya girip, belediye başkanı Temel Karamollaoğlu’nun söylediği halde, başkalarının duymasını istemediği sözlerini de, Genco Erkal’ın “Sivas 93 Belgesel Oyun”undan aktarayım; Önce bir Fatiha okuyarak başlıyor konuşmasına:

 

Önce bir Fatiha okuyup şunların ruhuna, el Fatiha. Ya Rab Allah razı olsun. Siz burada bir  tepkiyi dile getirdiniz. Ancak bunun uzaması başka yanlışlıklara sebep olur. Sizlerden istirham ediyorum. Heykelin kalkması konusunda ben bizzat ricada bulunacam. Şimdi sizden rica ediyorum, abiniz olarak rica ediyorum, belediye başkanınız olarak rica ediyorum, bana karşı en ufak bir sevgi duyan, saygı duyan kardeşimden rica ediyorum. Lütfen sükunetle buradan itibaren dağılalım. Cenabı Hak hepinizden razı olsun.

 

Belgeselde Zerrin Taşpınar, Lütfü Kaleli ve Ali Balkız.

 

Zerrin Taşpınar anlatıyor…

 

Anlatırken bile yaşadığı korku dolu anlarını vücut dilinden, duramayarak konuşmasından, tedirgin tavrından, sözlerinin kurallı cümleden çok bazen devrik, arada yarım bırakılmasından, sesindeki titremeden anlaıyorsunuz:

 

Pencereden baktığımda, inanılmaz, kalabalığın arttığını meydandaki insanların, buraya doğru aktığını gördüm. Bir ara otelin karşısındaki binada, binanın pencerelerinin açıldığını, oradan insanların çıktığını, kiremitleri alıp attığını gördüm.

 

Kaleli anlatıyor…

 

Madımak otelini tamamıyla kuşattılar. İşin ilginç yanı bir gün öncesi, o caddede, bir kaldırım çalışması var. Ama kimse yok. Taşlar dökülmüş, kaldırım taşları olduğu gibi duruyor, olduğu gibi… Ve bizler kırılan camlardan, içeriye gelen taşlardan kendimizi koruyabilmek için sadece otelin merdiven boşluğunda bir üzüm salkımı gibi yoğunlaştık. Kapı kapatıldı. İçerdeki lambalar da. Yani merdiven boşluğundaki lambalar da söndü, biz sanki hapsolduk. Dünya ile ilişkimiz kesildi.

 

Ali Balkız anlatıyor…

 

İlk taşlar otelin o büyük camlarında patladı ve parçaladı. Çocuklar, gençler haykırarak çığırarak kaçtılar.

 

Son olarak bu konudaki düşüncem şudur:

 

Onlarca, yüzlerce sayfa yazılar yazsak, yazsam, içimdeki öfkeyi, suçluluk duygusunu hiçbir zaman yenmeyecek bu yaşadıklarım. O gün sessiz kaldığımız, toplanıp da Sivas’ı kuşatmadığımız için, korkaklığımıza teslim olup oteli yakanlardan olduk. Bu gerçeği hiçbir şey değiştiremez.

 

Kötülerin amacı, güzel olan her şeyi ortadan kaldırmak. İyilerin amacı kötü olan her şeyi güzelleştirmek ve yaşatmaktır. Bizler; iyiden, güzelden, sevgiden barıştan, demokrasiden, özgürlükten, laiklikten, bilimden, sanattan, felsefeden, aydınlanmadan, halkların kardeşliğinden yana olanlar susalım artık. Bu saatten sonra her şeyi unutalım. Ve bir daha “unutMADIKMAKaklımda” seçme saçmalığını süslü popülist sav sözleri, renkli kalemlerimizle kartonlara yazıp sokaklara çıkmayı ve Madımak katliamında yakılıp kül edilen canları anarak bir daha yakmayalım.

 

Zira, zamanaşımına çok uğratıldık. Suçumuz büyük…

 

Yazımı, yaşadıklarımı tarifi olan Cengiz Aytmatov’un sözleriyle bitireyim:

 

Bütün duyguları anlatmaya yetecek kadar kelime yoktur. Gerek de yoktur…

 

 

 

[1] https://tr.wikiquote.org/wiki/Giordano_Bruno#cite_note-1 sitesinden alıntılanmıştır.

[2] John Berger (2020) Bir Fotoğrafı Anlamak,. Hazırlayan ve Sunuş: Geof. Diler. Metis Yayınları, Beşinci Basım, İstanbul, s.21.

[3] Fotoğraf Mehrap Yücel: Asım Bezirci, Behçet Aysan, Metin Altıok ve Uğur Kaynaraynar’ın olduğu dörtlü fotoğrafı. Madımak katliamında ölümlerinden önce çekildi.

[6] Can Dündar, Sivas Cehennemi - Madımak Katliamı Belgeseli”



Bu yazı 998 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI