Vatan Partisi tutuklamasının beraatle sonuçlanması sonucu 1959 sonlarında cezaevinden çıkan Kıvılcımlı, yeniden yayıncılık faaliyetine ancak 1965 yılında başlayabilir. O yıl kurduğu Tarihsel Maddecilik Yayınları’nın ilk kitabı da Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi olur.
Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi kitabı, daha 1930 başlarında yazdığı ve Parti merkez komitesine sunduğu 9 kitaplık YOL serisinin ikinci kitabı olan Yakın Tarihten Birkaç Madde eserinin genişletilmiş ve güncellenmiş tekrarıdır adeta.
Daha kitabın önsözünde ciddi bir metot dersi vererek başlar Kıvılcımlı:
“Meselelerimizi en basit yurttaşın anlayabileceği kadar açık, duru ve belirli koymazsak, Demokrasiye inancımız yapma olur. Anlaşılır konuşmanın ilk şartı, olayların diline uymaktır. DOKTRİNSİZ akımlar: Millet dertlerini üfürükçü gibi, “Mernûş-Debernûş-Kefeştetayyuş” duâları okumakla iyileştireceklerini sanıyorlar. Ama, DOKTRİN taslayan akımlar da; yabancı kitap sayfalarından kesilmiş reçeteleri ezberlemekle, millet hastalığını teşhis, hele tedavi etmeye kalkıştıkça, daha az “Mütetabbip” [hekimlik taslayan] düşmüyorlar. Dertlerimize gerçekten deva aranacaksa, ilkin toplumumuzun muayenesi: Kendi ekonomik ve politik yapısı içinde, bütünüyle ve olduğu gibi yapılmalı; oradan varılacak sonuçlarla ortaya çıkacak hastalığın adı ne olursa olsun, teşhis ikirciksiz ortaya atılmalıdır.” (s.9)
Meseleleri herkesin kolayca anlayacağı netlik ve durulukta ortaya koymak zaten Kıvılcımlı’nın tüm eserlerinde izlediği bir yöntemdir. Eğer Türkiye’de Kapitalizm incelenecekse, ülkenin özgün şartları, sınıf ilişkileri, tarihi ve tüm etkenleri bütünlük içinde izlenmeli, yabancı eserlerin çevirilerinden yararlanılsa bile esas kendi özgünlüğümüz olmalıdır. Kıvılcımlı bu önsözden sonra Türkiye’de Kapitalizmin gelişmesini dönemler halinde somutlayarak incelemeye başlar. Belli başlı 3 döneme ayırarak yapar tahlillerini. Kapitalizmi, İstibdat çağında, Hürriyet çağında ve Cumhuriyet çağındaki gelişmeleriyle inceler ve gelişimini sergiler.
Burada Kitabın iki özelliğinden de bahsetmek gerek: Birincisi, kitabın girişinde Kur’an’ın Enfal suresinden “Hiç şüphe yok ki, ayaklarıyla yürüyenlerin Allah indinde en kötüsü, aklını kullanmayıp sağır ve dilsiz kalan iki ayaklı hayvanlardır.” Anlamlı 22. Ayetinin daha ilk sayfada aktarılmasıdır. İkincisi ise, sadece bu kitabın “Dr. Hikmet” adıyla imzalanmış olmasıdır.
İstibdat dönemindeki Kapitalizm incelenirken, öncelikle sanılanın ya da sanılması istenenin Türkiye’de kapitalist sınıfının olmadığı atmasyonuna karşı, tarih ve rakamlar verilerek, Fransa ile de karşılaştırılarak Osmanlı döneminde, Cumhuriyetten 50 yıl kadar önce bile “Türkiye’de madenleri ve ormanları ele geçirecek yalnız yabancı değil, yerli sermaye de vardı.” (s. 17)denir. Fransa ile tarih ve sayılarla yapılan karşılaştırmalardan sonra şöyle bir saptama yapar:
“Bu ekonomik ve sosyal SINIF münasebetleri, daha 1877 yılı ilk göstermelik Millet Meclisinde, tahta yeni çıkmış Abdülhamit’ten güneşin altındaki yerini istiyordu.” (s. 18)
Bundan sonraki sayfalarda uzun uzun Türkiye’de sermeye sınıfının nasıl gelişip güçlendiği, yabancı sermayeye nasıl yataklık ettiği anlatılır. Aynı zamanda sermayenin gelişimine paralel olarak gelişen İşçi sınıfı da hem nitelik, hem de nicelik olarak incelenir ve sonuçlar çıkarılır. Bu arada devlet eliyle kapitalist yetiştirmenin tarihi köklerinin de ta 1850 yılında Bizzat Başvekil Mustafa Reşit Paşa’nın girişimi, Fuad ve Cevdet paşaların katılımı ile kurulan “Şirketi Hayriye”(Hayırlı şirket)ile başladığını bize gösterir. Nihayet Şubat 1863’te kurulan Londra merkezli Osmanlı Bankası ile yerli sermeyenin ajanlığında yabancı sermayenin hakimiyeti sağlanır. Ve nihayet Düyunu Umumiye (Genel borçlar)idaresi ile bu hakimiyet iyice pekiştirilir.
İkinci dönem olan Hürriyet çağında sermayenin gelişimi ayrıca incelenir. Önce şu teşhise bakalım:
“HÜRRİYET adlı ikinci Meşrutiyet (Anayasacılık) olayı nasıl bir devrimdir? Söze başlarken, onun, 1789 Fransız Ulu Devrimi gibi bir işveren altüstlüğü olduğunu belirttik. Şimdi bunun tam tersini sorabiliriz: Türkiye’de Batı anlamıyla bir klâsik burjuva hürriyeti oldu mu? Hayır. Bu karşılık, gerçeklerimizin öbür yüzüdür. 1908 Meşrutiyeti: Tekelci Finans işverenlerinin, yani yatalak kapitalizmin devrimi olduğu için, sıhhatli ve klâsik burjuva hürriyetlerinden hiçbirini Türk milletine koklatamadı.” (s. 59)
Bu dönemde kapitalizmin gelişmesinin motor gücü, 1908 Temmuz’unda ilan edilen Meşrutiyet’in hemen ardından haklarının peşinde sokağa dökülen işçi sınıfı oldu.
“Alâtini TUĞLA fabrikası, Selânik’te TÜTÜN mağazaları işçileri, Varna’da TİCARET işçileri, Selânik ve Manastır boylarınca DEMİRYOL işçileri, Demirkapı-Mitroviça-Üsküp’te DEMİRYOL işçileri, İstanbul’da GAZETE MÜRETTİPLERİ, Bağdat DEMİRYOLU müstahdem ve işçileri, İstanbul TRAMVAY işçileri, ŞİRKET’İ HAYRİYE işçileri... 14 Eylül’de EREĞLİ KÖMÜR, Zonguldak MADEN KÖMÜRÜ işçileri, Balya Karaaydın MADEN işçileri, Adana PAMUK FABRİKA işçileri... Sözleşmişçe, ardarda, birbirini tutarak grev yaptılar. (s.61)
Görüldüğü gibi, bazı araştırmalarda dendiği gibi sadece yabancı sermayeye karşı değil, onun acenteliğine çoktan yazılmış olan yerli sermayeye de karşı ayaklanmıştır işçi sınıfı. İşçi sınıfının bu apaçık isyanı karşısında “hürriyetçi” geçinen Meşrutiyet Burjuvazisi, akıl almaz hilelerle önce sınıf hakimiyetini kurdu ve pekiştirdi, sonra “şirketler” yoluyla ülkenin tüm zenginliğini “karşı” göründüğü yabancı sermayeye peşkeş çekmekte beis görmedi. Örneklersek, Osmanlı Türkiye’sinde 1863 yılından 1908 yılına dek geçen 45 yılda sadece 5 şirket kurulmuşken, 1909-1914 arası 5 yılda 37, 1914-1918 arası 4 yılda tam 55 şirket kurulmuştur. Sermaye oranlarına da bakarsak; 1908 yılı yabancı sermaye payı yerli sermayenin tam 29 katı iken, 1918 yılında %62 yabancı, %38 yerli oranı gibi bir orana düşmüştür. Bu da yerli sermayenin nasıl büyük bir hızla gelişip yayıldığının göstergesidir.
Kitap çeşitli alt başlıklarla I. Emperyalist Evren Savaşı sırası ve sonrasındaki sermaye gelişmelerini, devlet eliyle kapitalizmin genişletilip büyütülmesi örneklerini sıralar sayfalar boyunca ve geliriz Cumhuriyet dönemine:
Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin temel davranışı sınıfları demagojik olarak yok saymak olmuştur. Oysa Meşrutiyet döneminde uygulanan devlet eliyle sermayedar yetiştirme anlayışı, bu dönemde de olanca hızıyla sürmüştür. Daha Cumhuriyet öncesi çıkarılan Sanayii Teşvik Kanunu neticesindeki gelişmeleri şöyle özetler Kıvılcımlı:
“İki yıllık Sanayi Teşvik Kanunu ile, memur sayısı yüzde 13, işçi sayısı yüzde 17,6 eksilen Osmanlı sanayiin üretim değeri yüzde 12,8 artmıştır. Tahta yapımları ve pamuk ipliği ve dokuma üretiminin değeri, 1913 yılı 2.938.573 kuruş iken,1915 yılı 4.325.981 kuruşa çıkar. Iki yılda yüzde 50 artış... Bu gidiş açıkça, Türkiye’de kapitalistçe sermaye konsantrasyonudur.” (s. 109)
Kıvılcımlı bu dönemde kapitalizmin gelişmesini anlatırken, sık sık kendi kitabı olan Türkiye’de İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı’na başvurur. Oradan rakamlar ve istatistikler aktarır. Ve Cumhuriyet dönemi sermaye politikasını şöyle özetleyiverir:
“Kuvayi Milliyeciliğin zaferinden 4 yıl sonra, Türkiye toplumu ne antik ne modern anlamda sosyal sınıfsız değildi. Bu sınıflar arasında sosyal bir tercih yapılsa: 10 bin işveren mi, 275 bin işçi mi tutulmalıydı? Demokratik oya vurulsa 1300 kişide 1 patron mu ağır basardı, 49 kişide 1 işçi mi? E¤er Türkiye “Çağdaş uygarlık” için güdülüyorduysa, işverenle işçiden başka “Çağdaş uygarlık” sosyal sınıfı yoktu. Devletçiliğimiz ikisini de inkâr etti. Ancak kapitalistler için “Sanayi-i Teşvik Kanunu” 1912’de çıktı, işçiler için “İş Kanunu” 1936 yılında çıktı, 1965 yılında bile İş Kanununun uygulanma müsaadesi bekleyen nice maddeleri kitapta uyukluyor. İşçi haklarını, işveren imtiyazlarından bir çeyrek, yarım yüzyıl geride, hem de, sırf kısıtlamak için konu eden bir devletçilik, Türkiye’de kapitalizmden başka sonuç bulur mu?” ( s.122)
Kitabın sonraki sayfalarında Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının kişilikleri, sosyal olaylar ve sınıflar karşısındaki durumları, özellikle Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabından alıntılarla uzunca anlatılır, sosyal portreler çizilir. Atatürk için özet cümlesi: “Sosyal sınıf eğilimleri önünde tek kişinin trajedisiydi bu. Ne kadar ULU olursa olsun, er geç, kişinin rolü sosyal sınıfların etkisiyle yönetiliyor yahut eziliyordu.” (s. 129) Demek ki, ne kadar “tek adam”, “ulu önder”, “kurucu” olursanız olun, davranışlarınız egemen sosyal sınıflardan bağımsız olamıyor.
Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi kitabı bütün bu gelişmeleri rakamlarla, istatistik raporlarıyla ortaya koyar. Türkiye’nin belli başlı sınıf orijinalliklerinin kavranabilmesi için bize metot ve biçimler gösterir.
Sonuç olarak, tekrar başa dönerek kitabın önsözünden yapacağımız bir alıntıyla bitirelim tanıtım yazımızı:
“İşte o tarihsel ekonomik ve sosyal nedenlerle, Özel Sermayemiz yahut kapitalizmimiz, “Cin olmadan insan çarpmaya” kalkışmış bir monster [canavar] oldu: Modern olamadan (daha doğrusu: 19. yüzyıl Batı Sanayinin prosper [başarılı] kalkınmasını hiç bir zaman yaratamadan), ultramodern oldu (Yâni; Tekelci finans-kapital emrine girdi). Böylece Tarihsel görev yokluğu ve millet önünde haklı çıkma yokluğu, kapitalizmimizi “yüzük taşı” gibi göze batar etmiş; kendi sosyal sınıfını bile inkâr edip ezen ultramodern tekelci finans kapitalistlerin sayıca ve kalitece düşüklükleri, aşağılık kompleksini andıran en ters tepkilere yöneltmiş oldu: a) Bir yandan kendi milletine karşı insan hakkı tanımaz bir keskin yırtıcılık kazandı; b) Öte yandan, millet önündeki zaafını telafi etmek için, uluslararası yabancı finans kapitale kul köle olmak zorunda kaldı.
“Kapitalizmimiz genellikle DEMOKRASİ’ye, özellikle VATAN ve MİLLET’e kolayca ihanet etti. Tanzimat, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, Kuvayimilliye Hareketi ve son Demokrasi denemesi, hep Türk milletine kapitalizmin ihanetlerini ispatlamakla geçti.” (s. 11)