Kıvılcımlı’nın Kaleminden Hegel’i Öğrenmek - II
Hamza Tığlay
Hegel’deki Tutucu Yönün Tarihsel Kökleri ve Almanya Gerçeği
Kıvılcımlı’nın çok sayıda örnekle de gösterdiği gibi, Hegel, felsefindeki tüm bu devrimci potansiyele ve çıkışlara rağmen, sonuçta Prusya monarşisini olumlayan, onu (kafasındaki yakıştırmalarla birlikte) ideal devlet ve aklın gelişmesinin nihai uğrağı olarak gösteren tutucu bir yöne sahiptir. Öyle ki, 1950’lerde Bolşevik Parti yöneticisi ve ideoloğu A.Jdanov, Hegel’deki devrimci yönü öven Sovyet yazarlarına karşı hücuma geçmiş, onu “Slav düşmanı” ve Prusya gericiliğinin sözcüsü” olarak tanımlayan yazılar yazmıştır. Bu hasmane tavır, elbette ki 2.Dünya Savaşından sonra SSCB’de gelişen Rus milliyetçiliği ve “ideolojik saflık” adına kültürel yaşama empoze edilmeye çalışılan Jdanov dogmatizmi ile yakından bağlantılıdır. Ancak gene de inkar edilemeyecek olgu, Hegel’deki bu tutucu, düzene biat eden yöndür.
Kıvılcımlı, Hegel’deki bu tutucu yönün köklerini iki boyutta ele alır. Birincisi geçmişten devraldığı idealist felsefe geleneği, ikincisi ise içinde geliştiği tarihsel bağlam olan Almanya gerçeğidir.
Kıvılcımlı, eserinin “Hegel’in Çıkmazları” başlıklı bölümünde önce idealizmin tarihsel köklerini Grek medeniyeitnden, Avrupa ortaçağından geçerek inceler. Ona göre medeniyetlerin gerileme ve çöküş çağında, geçmişten devralınan muazzam bilgi ve fikir birikimi, o zenginliğe denk düşmeyen duraklamış ve gerileyen bir maddi temel üzerinde gündeme geldiği zaman “Fikir”in öne çıkması, tüm olaylara (maddi karşılığı olmayan) bu “Fikir”ler üzerinden bakılması, fikirlerin maddi temelden bağımsız ve belirleyici bir olgu olarak ele alınması, idealizmin sosyo-ekonomik temeli olmuştur. 19.yüzyıla gelindiğinde ise Almanya’nın diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha geri olan toplumsal yapısı, Hegel’in de parçası olduğu Alman idealizmini yaratmıştır. Şöyle açıklar Kıvılcımlı:
Kapitalizm, Batı Avrupa’nın Büyük Britanya adalarında iyice gelişmiş, kara Avrupa’sına da kollarını atmıştı. Fransa’da bir “Büyük İhtilal” yapan kapitalist sınıfı iktidara gelmişti. Bu bakımdan kapitalizm, gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerden daha yaman bir geniş yeniden üretim yordamı kurmuştu. Bu geniş ekonomik madde temeli üzerinde, o temelle orantılı ölçülerde geniş bir düşünce zenginliği yaratmıştı. Teorik zenginlik, pratik (ekonomik) zenginliklerle at başı birlikte ilerleyerek, felsefenin çözülmedik problemini bırakmıyordu.
Ne var ki Almanya “Köylüler Savaşı”ndan beri, kapitalizmde ilerleyeceğine, o zamana dek yarı güçlü olan büyük derebeylerin, kilise mülklerini talan ederek tüm güçlü duruma girmelerine uğramıştı. Yani bütün Batı dünyası dörtnala kapitalizm momentine giderken, Almanya, derebeyliğin tersine gitmişti. Bu tarihcil şartlar ortasında klasik Alman felsefesi için: modern kapitalist kültürü önündeki durum, Ortaçağ barbarının kadim Akdeniz medeniyetleri kültürü önündeki durumuna benzemişti. Alman düşüncesinin önüne dağlar gibi yeni kapitalizm fikirleri yığılmıştı. Ama, Alman toplumunun temelinde o Fikirlere dayanak olacak ölçüde gelişkin bir ekonomi maddesi gelişmemişti.
Bu isabetli analizini Kıvılcımlı şöyle tamamlar:
Almanya’da kapitalist ekonomi gerinin gerisi idi; dünyada kapitalizmin yarattığı ilerinin ilerisi fikirler akını furya etmişti. Klasik Alman düşünürüne, oturup felsefe yapmaktan başka iş kalmıyordu. Bu felsefe, ister istemez, madde temeli, ekonomi tabanı ile kıyaslanamayacak kadar bol ve zengin fikirlerle karşılaşmıştı. Kendi toprağında gerçekliği bulunmayan fikirler, Alman filozofuna, maddenin yaratıcısı, fizik ötesi, varlığa egemen bir güç gibi görünecekti. Hegel için her şey Fikirden çıkacaktı. Hegel’de varlık dışı ve üstü mutlak Fikir düşüncesinin şartları böyle gelişmiş olabilirdi.
Bu noktada, Kıvılcımlı idealizmin köklerini Marksist bir yaklaşımla son derece net ortaya koyduktan sonra Hegel’deki siyasi tutuculuğu inceler:
Hegel felsefesi bu denli çim çiy, dipdiri, olaycı ve gerçekçidir. Bu gerçek anlayışı izlenirken insan kendi kendine sormaktan kendini alamaz: Acep Hegel neden hala kendisini idealist sanıyor?
Geri Alman toplumunun derebeyi artığı Yunker eğilimini bir türlü içinden söküp atamadığı için…
Bu “yunker eğiliminin maddi temeli olan Alman derebeylik sistemi için Kıvılcımlı, hemen hemen kitabının her yerinde çok sert, neredeyse galiz ifadeler kullanır:
Derebeyi artıklarıyla yüklü ve paramparça duran Hegel çağı Almanya’sı…. Hegel Almanya’sı öyle bir geri ülke idi ve her derebeyi artığı geri ülke kültürlüleri gibi…Derebeyi artığı miras yedilik, vurguncu bezirgân külah kapıcılığı, babasını taşlamaya hazır küçük burjuva kapı kulluğu (Alman ayrdınarına egeme noldu – HT))…. Ortada hayvan içgüdüsüyle zor kullanmaktan başka hiçbir şeye inanmayan bir sürü Alman derebeyi, Almanya’yı arttıranın üstünde bırakılmaya hazır bir dağınık topraklar mozaiğine çevirmişlerdir….(burjuvaların – HT)) kapısında reformcuklar dilendikleri ciğeri beş para etmez derebeyleri halk düşmanlıklarında son kerteye dek şımartıp azdırdıkları ülkeler… Filozof “aklı”nın en yüce gelişimi, yeryüzüne inmiş tanrısal gerçekleşmesi 19. yüzyıl başında leş gibi lapçin kokan bu derebeyi artığının tabanının altı idi.
Fransa ve İngiltere’nin aksine hiçbir devrimciliği olmayan Alman burjuvazisinin korkaklığı ve feodaliteye yaltaklanmasına ise şöyle değinir:
Protestanlık, pısırık burjuva sınıfının sosyal devrim yapamayınca başvurduğu sosyal reformculuk oldu.
Bunların üstüne, o dönemde her Alman aydınının emeli ve rüyası olan ”Alman Birliği” çerçevesinde bu feodal yapının, ve onun en etkili ve gerici bileşeni olan Prusya monarşisinin yerini Kıvılcımlı şöyle tanımlar:
Hegel’den daha fazlasını bekleyemezdik. Alman burjuvazisi Bizim Osmanlı derebeyliği kadar katılaşmış Prusya Yunker’liğini tanrılaştırmak zorundadır. Yoksa değil Alman kapitalizmi, Alman varlığı bile çözülüp eriyebilir. Alman birliğini yalnız çizmeleri yalatırsa sadaka veren Prusya kralları kurabilir.
Sonuçta bir yandan devraldığı (ve maddi temelleri yukarda açıklanan) idealist felsefe mirası, öte yandan hiçbir devrimci enerjisi olmayan Alman burjuvazisinin pasifliği karşısında geri ve vahşi Alman derebeyliğinin egemen kültürü, ve bütün bunların üzerinde en etkin, öte yandan da en gerici unsur olan Prusya monarşisinin gücü, Hegel’deki idealizmin ve siyasal tutuculuğun köklerini oluşturmaktadır.
Bu noktada, Kıvılcımlı’nın yaptığı bu tespitlerde bir adım daha ileri giderek Almanya gerçeği”nde derinleşmeye çalışalım. Hegel gibi bir dehayı bu denli tutucu noktalara çekebilen olguların, Hegel sonrasında da 19 ve 20.yüzyılalr boyunca da etkisini sürdürdüğünü fark ettiğimizde Kıvılcımlı’nın yukarda kullandığı ifadelerdeki sertliğin ne denli yerinde olduğunu anlayacağız. Açalım:
Bugün “gelişkin kapitalist Avrupa ülkeleri” denildiğinde Almanya, aynen İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda ile birlikte ve aynı kümenin diğerlerine benzer bir üyesi olarak algılanmaktadır. Sonuçta gelişkin bir sanayi, güçlü bir teknik altyapı, net ve ayrıntılarıyla planlanmış modern bir toplumsal işleyiş hepsinin ortak yönüdür. Ancak Almanya’yı bütün bu ülkelerden ayırt eden çok temel bir fark vardır: Almanya tarihinde özgürlükçü bir isyan ruhu hemen hemen hiç yaygınlaşmamış, gerçek ve halk katılımlı bir burjuva devrimini yaşamamış, kapitalistleşme vahşi ve gerici Prusya aristokrasisinin siyasal ve ideolojik belirleyiciliği altında gerçekleşmiş, sonuçta ülke sanayi ve teknikte büyük aşamalar kaydetmesine rağmen Kıvılcımlı’nın yukarda ağır ifadelerle tanımladığı çürümüş feodal kültür bu ülkenin yaşamına damgasını vurmuştur. Alman tarihçi Emil Ludwig, 1940’da yazdığı “Les Allemands: Double Histoire d’une Nation” (Almanlar: Bir Ulusun Çifte Tarihi” adlı eserinde Almanya’nın bu karanlık yüzünü tarihsel süreçte incelemiş ve Kıvılcımlı ile örtüşen ilginç sonuçlara varmıştır. Tarihsel açıdan bakıldığında bu ülke “devrim” denilebilecek 3 olay yaşamıştır: Birincisi olan Din Savaşları sonucunda Protestanlık ileri bir adım olmakla birlikte bu savaştan (burjuvaları kendi hizmetçileri yapan) derebeyleri çok daha palazlanarak galip çıkmıştır. İkincisi olan 1848 devrimi ise, “bizim komutan” Engels’in “barikatlarda saçlarını tarayan kurşunlar” bir tarafa bırakılırsa Fransa, Viyana ve Budapeşte’ye göre çok daha sönük geçmiş, birkaç mevzi çatışma hariç monarşinin burjuvaziye ayar vermesi ve burjuvazinin kuyruğunu kıstırmasıyla sona ermiştir. 1918’de Cumhuriyet’in kurulması ise cephedeki çöküşün kaçınılmaz sonucu olmakla beraber, sol güçler hariç asla halkın çoğunluğunun içine sindirdiği bir gelişme olmamış, geniş kesimler bu olayı “yüce devletimizin arkadan hançerlenmesi” olarak yorumlayarak krallık nostaljisini Weimar Cumhuriyetinde de uzun süre canlı tutmuştur. Emil Ludwig, şiddete düşkünlük, otoriteye tapma, kurallara kesin uyma, belirsizlikten korkma, değişim istense bile bunu mutlaka kurallara uyarak yapma refleksinin bu ülkenin “havasına ve suyuna” sindiğini belirtmektedir. Bu ülkenin insanlığa kazandırdığı (ve bu tespitimizle çelişir görünen) büyük özgürlükçü beyinler (Beethoven, Schiller, Goethe, Kant, Hegel, Heine, Marx-Engels….) için şu çarpıcı gözlem yapılmıştır: Bunların HİÇBİRİ Prusyalı değildir (Fransa ile etkileşim içinde olan Ren bölgesi, veya Westfalya, Würtenberg, Schwab bölgesi, hatta Avusturya gibi farklı bölge ve eyaletlerdendir ) ve Alman Aydınlanmasını oluşturan figürler arasında Prusya kökenli olanların sayısı son derece düşüktür. Buna karşılık, tarihsel feodal gericiliğin saf sembolü olan Prusya, 1871’de Alman birliğini kendi otoritesi altında kurarak kendi karanlığını bu ülkenin kalan bölgelerine egemen kılmıştır. Almanya bu noktadan sonra gerçekleştirdiği tüm endüstriyel ve teknik atılıma rağmen Prusya gericiliğinin bu karanlığını taşımaya devam etmiş, 19. Yüzyılın sonuna doğru oluşan tüm gerici akımların izini sürdüğümüzde karşımıza Almanya çıkmıştır: Irkçılık, anti-semitizm, emperyalist ideolojinin eurocentrist önermelerinin payandası olan Grekofili, ve faşist ideolojinin döl yatağı olan Alman romantizminin üretim ve yayılma noktası Almanya olmuştur.1930’larda tüm insanlığın yaşadığı büyük hayal kırıklığı, “Beethoven, Schiller ve Marx’ın ülkesi nasıl Hitler gibi bir sokak serserisine teslim oldu?” sorusu, aslında Almanya’nın bu karanlık, yani feodal geçmişten zedelenmeden devralınan otoriteye tapma ve bastırılmış şiddet düşkünlüğünü görememenin yarattığı naif bir soru olarak kalmıştır.
Bugün Almanya, Avrupa’nın en tutucu siyasetine, ve dünyanın en gerici, en uzlaşmacı, en kapitalizm yanlısı, en anti-komünist Sosyal Demokrat Partisine sahip ülkedir ve Demokratik Almanya’dan devralınan ilerici potansiyel dahi ne yazık ki bu resmi fazla değiştirememiştir. Bu gerçeği tarihsel kökleri üzerinden tüm netliği ile gördüğümüz zaman, Kıvılcımlı’nın yukarda sarf ettiği sert ifadelerin ne denli yerinde, hatta hafif kaldığını görmek mümkündür.
Kıvılcımlı’dan Akıl ve Derinlik “Kıvılcımları”
Kıvılcımlı bu çalışmasında Hegel’i en anlaşılabilir şekilde aktarmakla kalmamakta, onun karmaşık felsefi deyimlerle okuyucuyu anlaşılmazlığın labirentine soktuğu noktalarda ise mizahı kullanarak, bundaki bilinçli “laf kalabalığını” teşhir ederek aslında ne söylemek istediğini de zekice analiz etmiştedir. Ancak Kıvılcımlı, Hegel yorumlarının yanı sıra bir dizi diğer konuda son derece yerinde, derinlikli ve kendi çağını zorlayan (özellikle 1960’lar Türkiye’sini oldukça aşan) parlak tespitler yapmaktan geri kalmamıştır. Bunların birkaçını burada aktaralım:
Grekofili:
Bu deyim, Antik Yunan medeniyetine duyulan (ve duyulması gereken) saygının çok ötesinde, bu medeniyeti neredeyse insanlığın başlangıç noktası olarak alan, onun oluşumunda diğer ve daha eski medeniyetlerin (Mısır, Fenike, Girit, ve diğer Orta Doğu medeniyetleri) rolünü göz ardı eden, Grek öncesi muazzam medeniyet birikimini yok sayan, insanlığın tüm gelişimini Grek’ler üzerinden Avrupa’ya mal etmeye çalışarak Avrupa sömürgeciliğine meşruiyet kazandırmayı amaçlayan Avrupamerkezci (Eurocentrist) ideolojinin payandasını tanımlamaktadır. Sadece eski Alman düşünürlerini ve Hegel’i değil, Marx ve Engels’i de belli ölçülerde etkileyen bu yaklaşım, yıllar sonra değerli İngiliz araştırmacı Martin Bernal tarafından 1987 yılında yayınlanan “Kara Athena: Grek Medeniyeti Uydurmacası Nasıl İmal Edildi?” adlı eserde oldukça ayrıntılı biçimde analiz edilmiş, özellikle Mısır ve Fenike medeniyetinin Grek medeniyetindeki somut izleri ortaya konulmuş, bu yaklaşımın sömürgeciliğe hizmet eden ideolojik özü, doğum yeri olan Almanya ile birlikte teşhir edilmiştir Ancak Bernal’den 20 yıl önce Kıvılcımlı, Hegel’de somut biçimde karşılaştığı bu Grekofili konusunda “geçerken” şu basiret dolu tespiti yapmıştır:
Marks – Engels “harika”sı, tıpkı, medeniyet tarihinde görülen Grek-Roma “harika”sına benzer. Grek medeniyetinden önceki beş bin yıllık medeniyetler evreninin gerçekliği bilinmezse, Grek medeniyeti ansızın patlak verince ortaya fışkıran madde ve anlam gerçekleşmeleri bir mucize sayılabilir. Batılı burjuva aydınlarında hala bir aşağılık kompleksi gibi yaşayan Grek hayranlığı bu olaydan kaynak alır. Ama, gene Batı medeniyetinin objektif araştırmalarıyla bulduğu Greklerden önceki Adalar denizi, Girit, Anadolu, Mısır, Finike, Mezopotamya medeniyetleri bir zincirin halkaları gibi yan yana konulunca, Grek medeniyetinin kendinden önce beş bin yıllık birikimin kaçınılmaz bir atlayışı olduğu anlaşılır.
Kıvılcımlı’nı bu satırları, Bernal’in övgüye değer ve yayınlandığı zaman çığır açan kapsamlı eserindeki ana fikrin, 20 yıl önce yapılmış çok kısa, ama net bir formülasyonudur.
Batı Medeniyeti
Kökü 19.yüzyıla uzanan, ancak son 20 yılda emperyalist ideologlar (bkz. Huntington: “Medeniyetler Çatışması”) ile canlandırılan “Batı Medeniyeti” ve “diğer medeniyetler” ikilemi ya da zıtlığı, günlük kültürel yaşama bir şablon olarak yukardan dayatılmakta, ABD-Avrupa (kısaca “Batı”) emperyalizminin küstahlığı karşısında kimliğini ve değerlerin korumaya çalışan üçüncü dünya aydınları da kendi medeniyetlerini ön plana çıkararak bu sözde “karşıtlığın” kafalarda gücünü korumasına hizmet etmektedir. Sınıfsal bakış açısı kaybolduğunda, son 200 yıl boyunca Avrupa ve ABD’de oluşan muazzam bilimsel-teknik-siyasal şahlanış kendi içinde ve kapalı bir alanda anlaşılmaya çalışılmakta, ya bu “medeniyetin tek sahibi” olan Batı’ya karşı kompleks duyulmakta, ya da buradaki olumlu öğeler görmezden gelinip salt olumsuz unsurlara vurgu yapılarak “bizim” medeniyete fundamentalizme varan övgüler yapılmaktadır. Bizzat Avrupa emperyalizminin ideologları tarafından üretilen ve hala bu güce hizmet eden bu sahte ikilemi, Kıvılcımlı sağlıklı bir yaklaşımla şu şekilde aşmaktadır:
….. yer yüzünün Batı Avrupa medeniyeti de, Batı Avrupalı toprağın veya Avrupa insanının kendi başına bir yaratığı değildir. Bütünüyle insanlığın yeryüzünde gördüğü bin bir değişikliklerden geçerek ulaştığı bir basamaktır.
İngiliz araştırmacı John M. Hobson’un “Batı Medeniyetinin Doğulu Kökleri” adlı kapsamlı çalışması, Avrupa’da ortaya çıkan (ve salt buraya mal edilen) bir dizi teknik-bilimsel-tarımsal-toplumsal atılımın diğer medeniyetlerdeki (İslam, Hint, Çin..) köklerini somut delillerle göstererek Kıvılcımlı’nın bu tespitin tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ispat etti. Bugün sadece siyasal İslam’ın değil, “anti-emperyalizm” adına yerel aydınların da sık sık kapıldıkları, (ve değerli düşünür Edward Said’in önemli doğrular içermekle birlikte “Oryantalizm” eseriyle açık kapı bıraktığı) “Batı düşmanlığı”, bir ilericinin ya da sosyalistin tavrı değildir, olamaz. Nasıl bir zamanlar dünyadaki en ileri bilimsel-fikirsel gelişme noktasını teşkil eden 9-12. Yüzyıllar arası Ortadoğu İslam medeniyeti Eski Yunan’a ve Hint medeniyetine çok şey borçluysa, bugünün gelişkin Batı Medeniyeti de insanlığın ortak çabalarının ürünü ve ulaştığı üst nokta olarak görülmelidir. Evrensel planda gerekli, doğru bir tavır olan anti-emperyalizm ve anti-kapitalizmin suni ve temelsiz bir “Batı-Doğu” çatışması içinde bulandırılmasına izin verilmemelidir.
Hristiyanlığın Ayırt Edici Yönü
Bugün siyasal İslam olgusu dolayısıyla din olgusu gene düşünsel yaşamın en önemli ilgi alanlarından biri haline gelmiştir. Hemen hepsi ortak yönleriyle (boş inançlar, taassup, ruhban sınıfı, siyaset tarafından kullanılması..vs) kavranmaya çalışılan dinlerdeki önemli yapısal farklılıklar üzerine pek fazla düşünceye rastlanmamaktadır. Kıvılcımlı bu çalışmasında Hegel’den hareketle Hristiyanlığın diğer iki tektanrıcı dinden, Musevilik ve İslamiyet’ten temel farkını doğru bir biçimde yakalamıştır: Teslis (trinité) inancında somutlaşan İnsan-Tanrı kavramı! İsa sadece bir “insan” değil, “Kutsal Ruh” üzerinden tanrısal özelliğe sahip olan, Tanrı le bütünleşen bir varlıktır. Şöyle der Kıvılcımlı:
Çünkü yalnız Hristiyanlıkta iki şey vardır:
1 – Verke (eylem) cisimleşir. “İnsan-Tanrı” yahut “Tanrı – İnsan”da insanın kişi bilinciyle evrensel bilinç arasındaki ayrılık ortadan kalkar.
2 –……
Richard E. Rubinstein 2000’lerin başında yayınlanan “İsa Nasıl Tanrı Oldu” adlı eserinde, İsa’nın bu tanrılaştırılma sürecini tarihsel bağlamda inceler. Hristiyanlığın ilk yıllarında İsa’yi (tıpkı geçmişteki Musa ve ilerdeki Muhammed gibi) sadece bir insan, Tanrının elçisi, bir peygamber olarak gören görüşün “Arius’culuk” (Arianism) olarak ne denli yaygın olduğunu, buna karşılık İsa’yı bir Tanrı yapmaya çalışan Kilise ve Roma Devleti’nin bu yaklaşımlarının ardındaki siyasi güdüleri anlatır. Özellikle, Avrupa’da kilisenin ve egemenlerin İsa’yı “Tanrı yapma” konusundaki temel güdüyü, Kıvılcımlı şöyle yakalamıştır:
Babahana tapan galip barbar yığınlarına: ancak, insanla tanrıyı aynılaştıran İsa tipinde bir tanrı uygun düşebilirdi.
Gerçekten de, kilisenin Avrupa’daki yeni (ve belki de yegâne) “müşteri kitlesi” olan, ve geleneksel olarak Thor, Odin, Freya gibi “İnsan-tanrı”lara tapan barbar Germen yığınlarına uygun düşen tek yaklaşım buydu ve bu çerçevede İsa “ortak cevherli” (consubstantiel), yani hem insani, hem de Tanrısal öze sahip bir varlık olarak betimlendi; onu sadece “insan”” olarak gören Arianism bir sapkınlık sayıldı ve bastırılarak süreç içinde yok edildi.
Çağdaş Fizikte Derinleşme
Gerek Hegel’le ilgili yorumlarında, gerekse kitabın son bölümlerindeki analizlerinde Kıvılcımlı’nın fizikteki Einstein devrimiyle yakından ilgilendiğini ve bu konuda ciddi bilgi sahibi olduğunu görüyoruz. Bu konuların Türkiye’de sol içinde popülerleşmesini sağlayan eserler (Einstein ve Leopold İnfeld’in “Fiziğin Evrimi” ve Bertrand Russel’ın “Rölativitenin Alfabesi”) 70’den sonra basılmasına rağmen, Kıvılcımlı daha o zamanda Einstein, Poincaré, Minkowski, Nordmann gibi bilginlerden alıntı yapmakta, bu devrimin matematikte ve fizikte getirdiği yeniliklere oldukça aşina olduğunu göstermektedir. Gauss’un dışbükey yüzeylerde üçgenin iç açılarının toplamının 180’i aştığını göstermesi, Öklid geometrisinin aşılması, son bölümlerde bahsedilen Lorentz-Fitzgerald dönüşümü (yüksek hızlarda cismin kütlesi ve boyutlarında oluşan değişimi belirten katsayı), zamanın dördüncü boyut olarak kavranması, Einstein’ın getirdiği uzayın “eğriliği” (geodesique çizgiler) yaklaşımı.. Kıvılcımlı Marksist bir düşünür olarak bütün bunlarla ilgilenmekle kalmamakta, bunların maddeci diyalektik açısından taşıdığı anlamı ve getirdiği yeni soluğu tanımlamaya çalışmaktadır. Aktif bir siyasi militan olarak çağının en ileri bilimsel ve felsefi birikimiyle yüzleşme ve onu kavramayı bir devrimci sorumluluk olarak gören bu hassasiyetiyle Kıvılcımlı, sadece bu kitabı yazdığı 60’larda değil, belki de hala sol hareketimizde aşılamamış bir figür olmaya devam etmektedir.
Sonuç:
Kitabın sunuş yazısında belirttiğimiz gibi, Kıvılcımlı bu çalışmasıyla ilk defa Hegel’i, en azından Türkiye’nin ilerici ve sola aşina okur kitlesi için anlaşılabilir ve kavranabilir kılmış, Hegel’in hem sahip olduğu muazzam devrimci özü, hem de onun tutucu yönünü tarihsel bağlam içinde analiz etmiş, Marx’a devrettiği mirası tüm zenginliği ile ortaya koymuştur. Bu mirası yeniden düşünmenin Marksist düşüncenin çağdaş sorunları konusunda yeni olanaklar sunabileceğini yazımızda göstermeye çalıştık. Öte yandan Kıvılcımlı’nın, esas konusu olmamasına rağmen “geçerken” yaptığı bir dizi zekice tespit, çağdaş düşünce dünyasındaki önemli çalışma ve yaklaşımların ip uçlarını içermektedir. Dileğimiz bu eserin ülkemizin okur kitlesi tarafından hakkı verilerek okunması ve bizim bu yazımızda aktarmadığımız, (belki farkına dahi varamadığımız) çok sayıda önemli aydınlatıcı düşüncenin bilince çıkarılmasıdır.