Köylülük
Kıvılcımlı bu başlıkta Kürdistan köylüğünü iki ana bölüm olarak inceler: 1)- Genel olarak bey ve ağa denilen sınıf 2)- Mahkum köylülük. Ve yine asıl büyük kitle olan mahkum köylüleri geriye bırakarak öncelikle bey ve ağa bölümünü ele alır. Bir iki paragraf almakla yetinelim:
" Ortaçağ Avrupa'sında iki çeşit Derebeylik vardı: 1)- Fani 2)- Ruhani. Kürdistan'daki ağalık için de böyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür: 1)- Seyidlik ve Şıhlık (Ruhani), 2)- Asıl ağalık (fani)" (s.69)
Bu tespitten sonra Ruhani ağalık olan Seyidlik ve Şıhlığın ağır bastığını, bu iki tür ağalık arasında sürekli bir rekabet olduğunu özellikle Şeyh Sait isyanı sırasında ki gelişmelerle örnekler. Bakalım:
"O zamana kadar, pusuda yatan bu rekabet, şeyh Sait isyanı ile birlikte, epey enteresan bir şekil aldı. Ve bir zamanlar Meşrutiyet burjuvazisi ile el ele vererek egemenliği ekspropriye eden (mülklerine el koyan) Kürdistan ağları, şeyh Sait İsyanında da, ezeli yaratılışları gereği, Cumhuriyet burjuvazisi ile birleşerek, seyitliği ekspropriye etmeye teşebbüs ettiler" (s.70)
Bu kesimler böylece özetlendikten sonra asıl büyük kitle olan " Mahkum Köylülük"e girilir.
"Burada, Kürdistan nüfusunun hiç şüphesiz onda sekizini oluşturan büyük yığına doğrudan doğruya temas ediyoruz. Fakat köylülük deyince onun ağalıkla ilişkisini esas biliyoruz. Tezimiz de bu. Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip göz önüne gelir: 1) İskan edilmiş köylüler, 2) Ameliye'ler, 3) Doğrudan Ağa idaresindeki Köyler, 4)- Serbest muhtarla idare edilen Köyler" (s.71)
Burada sayılan her dört kategorinin de Kürdistan köylülüğü içindeki yerleri, sosyal ilişkiler içindeki durumları uzun uzun ve detaylarıyla anlatıldıktan sonra, "İSÇİ SINIFI VE KÖYLÜLÜK" başlığına geçerken, anlatılanların sonucu olarak şu net belirleme yazılır:
"Buraya kadar geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da (göstereceği gibi) Kürdistan içinde eğer bir milli baskı ve bir milliyet meselesi varsa, bu mesele, özünde köylü meselesinden başka bir şey olmayacağını kafi derecede gösterir" (s.83)
Daha sonra da Kürdistan'a ilişkin strateji planı önerisine geçmeden önce sınıfsal konumlar yeniden özetlenir:
"Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir netice çıkarmak istersek, Doğu Vilayetlerindeki sınıfların kitlece oranları şöyledir:
"Mazlum köylülük % 85; diğer küçük burjuvalar % 7; şehir proleterleri % 1,5; orta ve büyük ağalar ve beyler % 1,5; aydınlar % 2; şehir burjuvaları % 0,5
"İşte Kürdistan'da herhangi bir strateji planında rol oynayabilecek sınıfların birbirleri ile olan oranları aşağı yukarı ve yuvarlak hesap, bu rakamlarla gösterilebilir. (s.84)
Ve Kürdistan proletaryasının, Kürdistan devrimindeki rolü:
"Kürt proletaryası ne kadar yeni, siyasi mücadelede tecrübesiz ve örgütsüz olursa olsun, Kürdistan köylülüğüne kılavuz olmaya aday mıdır? Evet biz Kürt proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından kestirebiliriz. Birisi burjuvazi, % 0.5 ötekisi (beyler, ağalar) %1,5 oranlarda olan iki sınıf, köylülüğü isyana sürükleyebildi. % 1,5 gibi bir oranla nicelikçe gerek Kürt ağa ve beyler sınıfları, gerek Kürt burjuvazisi sınıfından ayrı ayrı hiç de aşağı kalmayan Kürt proletarya sınıfı vardır. Eğer bu sınıf örgütçü ve mücadeleci kabiliyetini geliştirerek Kürt aydınlarının ve de özellikle ve hele köy sadık ‘ameliyesi', aydının menfaatlerini ve emek beraberliğini temin edebilirse, Kürdistan'ın bağımsız siyasi ve sosyal kurtuluş dövüşünde Kürt köylülüğünün en aldanmaz ve en kabiliyetli yoldaşı olabilir. Bu suretle Kürdistan'da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizm'le sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalarına karşı: Kürt köylülüğü + Kürt proletaryası (işçi sınıfı)+ Kürt aydınları... Kürdistan İhtilali'nin stratejik ilişkileri böyle olabilir." (s. 85 86)
Bundan sonraki bölüm, Türk burjuvazisinin sömürgeleştirme stratejisinin incelenmesidir. Bu bölüm;
1) Ağalıkla uzlaşma, 2) Ekonomik sömürü, 3) Siyasi baskı başlıkları ile incelenir ve sergilenir.
Oldukça uzun olan bu bölümde (72 sayfa) sömürge sisteminin bütün belirtileri sergilenir. Ekonomik baskıdan iskan, tehcir, imha ve asimilasyon politikaları örneklerle göze batırılır. Bu bölümü tamamen özetlemek için Türk finans kapitalinin isteklerini ve hedeflerini içeren bir paragraf alalım:
" Kemalist burjuvazi, Dogu Vilayetlerini layıkı ile sömürebilmek için iki şeye muhtaçtı: 1) Orada kendisine müttefik hazırlamak, 2) Oralarda kendisine ekonomik örgüt ve kurumlar kurmak.
Bu iki işi, bildiğimiz gibi dünyanın bütün sömürgeci anavatan hakim sınıfları öteden beri uygularlar. Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır. Finans Kapital Hazretleri. Finans Kapital sayesinde Kemalizm şu neticeleri elde edebilir: 1) Yerel değerleri Finans kapitalin birleştirmek, 2) Finans Kapital ile kaynaşan değerlere bağlı sınıf ve zümreleri, Kemalizm'in kuyruğuna takmak, 3) Belli başlı değişim merkezleri demek olan vilayet merkezlerini, bu Finans kapitalin nüfus ve sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü girişimleri Finans Kapital emrinde toplamak, 4) Tarımı Finans kapitalin emrine sokmak ve ilh... Herhangi bir anavatan herhangi bir sömürgede, birbirinden çıkan neticeleri bir şebeke gibi yayamadıkça tutunamaz" (s. 109)
Türk Finans kapitali Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kürdistan'da bu taktikleri bazen aşırı zora da başvurarak uygulaya gelmiştir.
Kitabın bundan sonraki planı Kürt halkının kurtuluş mücadelesindeki strateji ve taktikleri ve bu mücadelede TKP (o zamanki) ye düşen görevlerin belirlenmesine ayrılmış.
Buraya kadar Kürt sorununu çeşitli yönleriyle incelediği kitap Ermenilik, nicelikçe ve nitelikçe Kürtlük ve Kürdistan'da sınıf ilişkileri gibi ana konularda yazılan bölümlerden sonra sıra Türk Finans kapitalin sömürgeci politikalarının Kürdistan'da doğurduğu sonuçlara geldi. Kıvılcımlı bu sonuçları " Tepkiler" ve " İsyanlar" ana başlıklarıyla değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerinden sonra da "Parti ve Doğu" başlığında partiye tutulacak yol ve Kürdistan Kurtuluş mücadelesine yapılacak katkılarla ilgili önerilerini sıralıyor. Şimdi biz de bunlara bakalım:
"Tepkiler" başlığında öncelikle Kürt halkının sosyal psikolojisi üzerine görüşler öne sürülür. Çeşitli olumsuz ve olumlu örneklerden sonra şu teşhise varılır:
"Kürdistan halkının Belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim düşünüş tarzımızdan apayrı bir 'yoğurt yiyişi' var. Bundan ne netice çıkar? Kürdistan halkını zıtlıklar içinde davranmaktan kurtararak ona kurtarıcı kılavuz yoldaş olacak sınıf ve örgütlerin; eğer deyim caizse 'Kürkçe konuşmaları' icap ettiği... Maalesef tarih öncesinden Orta Çağa kadar doğal ve sosyal parçalanmışlıklarla başka başkalaşmanın çeşitlerine uğrayan insanlık, kapitalizm zamanında da, bir rejimin eşitsiz gelişimi yüzünden, ekonomik ve sosyal uluslararasılaşma eğilimine rağmen, insan yığınları arasında, zıtlıklı farklılaşmayı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, mantıktan, mantık öncesine kadar uzanan bir dizi düşünüş tarzlarında rastlayacağımız örnekleri ve nüansları hesaba katmaya mecburuz." (s.165 )
Günümüzü de anlamamıza yarayacak biçimde şu öngörülü saptamaları yapar sonra da:
"Kürdistan halkı hayatın o kadar doğal çocuklarıdır ki, onlar için ölmek ve öldürmek en basit bir mücadele şekilleridir. Bütün zulüm görenler gibi şu kötü hayattan iyice bıkmış olan Kürdistan köylülüğüne göre, yaşamakla ölmek birbirinden pek ayırt edilmeyen zaruretten başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur.
" Kemalizm'le henüz uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı tadına konmuş olan, Kürt ağlarla, Kürt burjuvaları bir tarafa bırakılırsa, Kürdistan halkı içinde mevcut sosyal ilişkilerden 'illallah' demeyen bir tek fert yoktur. Orada herkes, Lenin'in deyimi ile istemiyoruz, tahammül edemiyoruz, diyor. Bunun anlamı malum" (s. 166 )
Yine "Tepkiler" konusuna devam ederken tepkileri 2 başlıkta görür. 1) Anarşik tepkiler, 2) Siyasi tepkiler.
Anarşik tepkiler derken "ezilen köylünün, ilk tepkisi silahını alıp dağa çıkmaktır" (s. 167) diyerek başlar lafa. Daha çok bireysel ya da küçük grupların haksızlıklar karşısında öç alma duygularıyla dağda “eşkıyalık” yapması kastedilir burada. Fakat Kürdistan'daki eşkıyalığın, yeni kızgınlıkla dağa fırlayan yoksul Türk köylüsünün eşkiyalığından daha dehşetli olduğunun da altı çizilir.
Buradaki asıl önemli tepkiler, siyasi tepkilerdir. Bu tepkilerin karakterini de "Kürdistan'da gelmiş geçmiş bütün siyasi örgüt ve faaliyetlerin ruhu, Kemalizm'le henüz uzmanlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin ideolojisi olmuştur" (s. 171) diyerek belirler. Yıl 1932. Ayrıca siyasi hareketin örgüt biçimini de tanıtır bize: " bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasi örgüte örnek, şeyh Sait isyanlarından sonra 'Güney sınırları’ civarında teşekkül eden Hoybon ( Kürdistan Kürt muhipleri (sevenleri) cemiyetidir.) ( s. 172 ) Hoybon Cemiyeti’nin sınıfsal karakterini de; “… büyük ağalığın örgütü niteliğinden henüz sıyrılamamış olan Hoybon Cemiyeti” diye anar. Bu karakterinden dolayı da Cemiyet, içlerinde Kürtlük davasını savunanlar olmasına karşın, emperyalizmle el ele vermekte beis görmez.
Geliriz o zamanki Kürt isyanlarına:
Kıvılcımlı bu bahse, “İsyan, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zaruri ihtiyacı ve her günkü meşguliyetidir.” (s. 181) diyerek başlar. Bundan sonra da o zamana dek olan Kürt isyanlarının en belli başlıları olan Şeyh Sait ve Ağrı Dağı isyanlarını inceler. Kendi kaleminden aktaralım:
“Ruhani ağalığın idaresinde ve Şeyh ‘Sait’ ideolojisi altında patlak verdi. Fakat Doğu Vilayetlerinin (mesleksiz+hizmetkar+ameliye+mirivyo) yığınlarının o müthiş, zaptolunmaz çığı, çarçabuk bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarda kaydetmiştik: Şeyh Sait isyanı, birbirlerine pamuk ipliği ile bağlı olan ruhani ağalıkla fani ağalığın arasını daha belli bir surette açmaktan, sonra fani ağalığın Kemalizm’le el ele vererek, ruhani ağalığa karşı son bir darbe indirmek istemesinden başka bir neticeye varmadı. Hatta sübjektif iddiaları bir tarafa bırakır da objektif durumu göz önüne koyarsak, Şeyh Sait İsyanı her şeyden evvel fani ağalığın, uhrevi ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait ile birlikte isyan meselesi etrafında konuşan ve isyanın merkez komitesi rolünü oynayacak olan öteki üç beylikten ikisi, Şeyh Sait’ten ayrılır ayrılmaz, her şeyi Kemalizm’e haber verirler. Ve bu ihbarı yapanlar, uhrevi değil, fani ağalardır.” (s. 183)
Ağrı dağı isyanını da her iki isyanı kıyasladığı bir paragrafla anıp geçelim:
“İki Doğu isyanı arasındaki fark, dünya içindeki mevkilerinden çok, bir memleket içindeki özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait isyanı, din kisveli ağalığın açıkça geçmişe doğru kıyametli bir koşusu idi. Ağrı dağı isyanı daha çok Kürdistan’daki Kemalizm’le uzlaşamayan (burjuva+ağa) unsurlarının fakat daha modern olan burjuva sloganlarını yani milliyetçilik prensiplerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın hoşnutsuzluğundan istifadeye girişmesi idi. Nitekim Kemalist basınında yayınlanan Ağrı dağı bildirileri, açıkça Kürt milliyetini öne sürüyorlardı.” (s. 189-190)
Ve nihayet kitabın son bölümüne geliyoruz: PARTİ VE DOĞU
Bu başlıkta Kıvılcımlı bütün tahlillerinin sonucunda Kürt ulusal kurtuluşu için strateji önerilerini ve bu stratejide Türkiye Komünist Partisi’nin tutması gereken yolu formülleştirir. Unutmayalım sene 1932, yer Elazığ cezaevidir. Kaynaklar çok sınırlı olmasına karşın, bugün bile aşılamamış tahlillerin ardından önerilerini getirir.
“Kürdistan’ın kurtuluşu burjuvazinin eseri olamaz. Kürt burjuvazisinin Kürt milliyetçiliğini az çok tanıyoruz. Kürdistan halkı ondan ümidini tamamıyla kesmek üzeredir. Türk burjuvazisinin Kürdistan’da onlarca yıllık hakimiyeti, eski devirleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge soygunundan başka ciddi bir netice vermedi. Gerçi ara sıra Kemalizm’in Doğu’da derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes işitti. Fakat herkesin bilmediği ve işitmediği gerçeklik, Kemalizm’in ve Cumhuriyet devlet cihazının Kürdistan’daki klan-derebey sistemine yapışırcasına adapte olması, ağalıkla ve bir kısım en kalın Kürt burjuvalarıyla el ele vererek, aman vermez bir surette Doğu Vilayetleri çalışkan halk tabakalarını soyuşu ve en barbar sömürge usulleriyle ezişidir.” (s. 207)
Demek ki kim olurlarsa olsunlar, Kürdistan hakim sınıflarından öncülük, hatta katkı beklemek boşunadır.
“Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek, devrimden vazgeçmektir. Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için ne pahasına olursa olsun, Türkiye’de Kemalizm’i tutmak lazımdır. Şu halde Kemalizm’e karşı olan mazlum Kürt halkının kurtuluş hareketi duraklasın… ve ilh. Tezi, partimiz için pek de yeni bir tez olamaz… Mazlum bir halk kitlesini Kemalizm’e feda edebilenler için, esasen fedakarlığın ucu bucağı yoktur.” (s. 208)
Demek ki ne olursa olsun Kemalizm’den medet ummak bir yana, ondan kesin kopuş lazımdır.
“Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek, ayrı bir devlet teşkil etmeye kadar bütün mazlum Kürtlüğün kendi kaderine, siyasi bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olma hakkı, yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasi yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun mefkureleştirildiği (ülküleştirildiği, idealleştirildiği) gün, Irak ve Suriye’de de, Kürtleri, eski zamanın ‘koç başı’ gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkarı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.” (s. 210-211)
Demek ki Kürdistan’ı bir bütün olarak görüp, tümünün kurtuluşu için bir strateji-taktik ve örgüt geliştirilmelidir. Bu da ancak tekmil Kürdistan için tek bir komünist parti öncülüğünde olacaktır.
Ve sonuçta:
“Kürdistan’da (Merkez Komite)sinden, (Hücre)lerine kadar bütün unsurları ile tam Bolşevik bir parti yaratmakta, Türkiye işçi sınıfının keşif koluna önemli mecburiyetler gelir dayanır. Herhangi siyasi akımlar içinde taktik bakımından yönelişlerde aldanmamak, harekette kitlelerin yanlış sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hatta kapılmamak için, bağımsız Kürdistan Komünist Partisi’ne doğru gelişmek idealdir. Böyle bir örgüt, partimizin gizli faaliyet tecrübelerinden çok istifade edebilir. Mamafih partimiz özde kardeş olmakla beraber, önce ana örgüt, sonra ağabey örgüt olduğuna göre, Kürdistan’ın yeni yerel ve özel şartlarına göre büsbütün mahsus (spesifik) savaş şekil ve sloganları bulmakta özellikle ilk zamanlarda bütün kuvveti ve imkanlarıyla uğraşmalıdır.” (s. 214-215)
Ne yazık ki bugün Türkiye sosyalistleri olarak Kıvılcımlı’nın “ağabey örgüt” dediği örgütlenmenin çok uzağındayız. O zaman da görev kendiliğinden belirmez mi?