1935 yılında, Marksizm Bibliyoteği Yayınevi’nin ilk kitabı olarak basılan “Gündelikçi İş İle Sermaye” kitabının arka kapağında, “Denemeler” serisinde, ikinci sırada “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi”ni de duyurur, Kıvılcımlı.
Ancak ne 1935-36 yıllarındaki Marksizm Bibliyoteği Yayınları arasında, ne de bir yıl sonra kurulan Emekçi Kütüphanesi Yayınlarında basılamamıştır Osmanlı Tarihinin Materyalizmi.
Kitabın içindeki alıntılardan ve metnin kendisinden, Osmanlı Tarihi’nin 1940’lı yıllarda tamamlandığı anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, bu önemli eser, Kıvılcımlı’nın sağlığında yayınlanamadan kalmış. 1970 yılının sonlarına doğru, yayınlamak üzere kitap üzerinde çalışmalara yeniden başlamış. İlk dört kitabı yeni yazıya aktarıp daktilo ettirirken, kimi yeni tarihli alıntılar da eklemiş. 1959 İstatistik Yıllığı veya 1969 tarihli kimi kitaplardan alıntılar yapılmış. Daktilo metinde eser ismi olarak “Osmanlı Tarihinin Maddesi” ni kullanmış ve Ekim 1970 tarihi atılmış.
Daktilo ettirip yayına hazırladığı bölümleri de yayınlayamadan aramızdan ayrıldı Kıvılcımlı. Ölümünden çok kısa bir süre önce eşi Emine Kıvılcımlı’ya yazıp Fuat Fegan’la elden yolladığı mektupta “Osmanlı Tarihi gibi kimi el yazılarım dağınık kaldı…” der Kıvılcımlı. 3. Cildi basanlar da “Emine kıvılcımlı çevirdi” demişlerdi. Doğruysa kitabın ulaşmasındaki emeğinden dolayı ona da şükran borçluyuzdur.
Yeni yazıya aktarılıp, üzerinde kimi düzeltmeler de yapılan bu bölümler, iki cilt halinde (Osmanlı Tarihinin Maddesi I. Cilt, 1974’te, Osmanlı Tarihinin Maddesi II. Cilt 1977’de) Tarihsel Maddecilik Yayınları tarafından yayınlandı. Daha sonra, daktilo edilmemiş bölümler de, önce 1982’de Osmanlı Tarihi adıyla ve Hüseyin Himmet Kırşehirli imzasıyla, Tarih Bilimi Yayınlarınca basıldı. Aynı yayınevi 2000 yılında her üç metni bir arada Osmanlı Tarihinin Maddesi adıyla birleştirip bastı. Bu arada Bibliyotek Yayınları da, 1989 baharında ilk iki kitabın yeni basımını yapmıştı. 2007 Şubat ayında tam metin olarak Sosyal İnsan Yayınları’nca yayınevinin ilk kitabı olarak yeniden yayınlandı eser. Son olarak da Derleniş Yayınları ciltler halinde yayınlamaya girişti.
Burada Fuat Fegan’ın Kıvılcımlı Bibliyografyası kitabının notlar bölümünden Osmanlı Tarihi ile ilgili olanını olduğu gibi aktaralım:
“Daha MARKSİZM BİBLİYOTEĞİ günlerinde (1935-36) ‘Osmanlı Tarihinin Materyalizmi’ yayınlanacak eserler arasında sayılıyordu. 20.10.1970 tarihini taşıyan yayınlanmamış bir ‘Önsöz’de ise( Adı geçen yayınlanmamış Önsöz’ü 2011 yılında Sosyal İnsan Yayınları’nda yaptığımız Tarih Yazıları derlemesi içinde yayınlamıştık. A.K.), ‘Alman İdeolojisi’nin kaderi kısaca konu edildikten sonra, şu cümlelere rastlıyoruz :
«Bizim Osmanlı Tarihinin Maddesi incelememiz aşağı yukarı biraz öyle oldu. Bir ‘Tarih Tezi’ bulduğumuza inanıyorduk. Bu tezin doğruluğunu yahut yanlışlığını bize en iyi gösterecek ‘tecrübe tahtası’, aslında araştırmamıza gidiş noktası olan Osmanlı Tarihi’nden başka ne olabilirdi?
«Uzun yıllar boyu, nankör pratikten boş saniye buldukça hep o ‘Gözü yaşlı, bağrı taşlı Tarih Tezciği’miz uğruna, yakalayabildiğimiz son kerteye dek dağınık ve örtbas edilmiş malzeme kırıntılarıyla, Osmanlı Tarihi üzerinde araştırmalar yaptık.
«Bunların en son sarı defter kâğıdı üzerinde çift nüsha olarak formüllendirilişini 1940 yılı Çankırı Üniversitesinde.......... kaleme aldık.
“Ömrünün son yıllarında Osmanlı Tarihi üzerine yeniden eğilen Kıvılcımlı, yığılmış yeni malzemeleri de değerlendirmeye girişmiş ve böylece ‘Osmanlı Tarihinin Maddesi’ araştırmasına giriş mahiyetinde yeni yeni kitaplar ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki: ‘Osmanlı Tarihinin Ruhu’ yayınlandı. Ondan sonra gelen ve tamamlanıp daktiloya çekilmiş olan ‘Osmanlılığın Dünya Tarihi İçindeki Yeri’ (100 daktilo sayfası) ve ‘Dirlik Düzeninin Kuruluşu ve İşleyişi’ (50 daktilo sayfası) yayına hazır bekliyor. İki kitap bir arada ‘Osmanlı Tarihinin Maddesi’nin 2. cildi olabilir.
“Fakat, —yukarıda da değindiğimiz gibi,— bütün bunlar esas ‘Osmanlı Tarihinin Maddesi’ne giriş mahiyetinde çalışmalardır. Özellikle ‘Osmanlı Tarihinin Maddesi’ne yeniden eğilme olanağını, Kıvılcımlı ancak 1970 - 71 döneminde yâni Türkiye’de bulunduğu son aylarda bulabilmiş fakat daha işin başında bulunduğu bir sırada 12 Mart gelip çattığı için, çalışma öylece kalmıştır.
“1940 yılı kaleme alınmış ‘sarı defter kâğıdı üzerindeki’ metinler elbet çok önemlidir. Fakat Kıvılcımlı o metinleri yeni yazıya aktarırken, sırf bir transkripsiyon çalışması yapmıyor; 30 yıllık birikimle onları yeniden yazıyordu. Bu bakımdan, yeri hiçbir zaman doldurulamayacak bir kayıp söz konusudur.
“Belgrat’taki son karşılaşmamızda[26-27 Eylül], bir ara ‘Osmanlı Tarihi’ söz konusu olunca, şöyle demişti «— Şunu tamamlamamız için çok direnmiştin. Olmadı. Esas ‘Madde’ bölümü kaldı. Ne var ki, o da ‘Tarih-Devrim-Sosyalizm’de zaten özetlenmiş bulunuyor. Hiç değilse ondan yararlanmak mümkün.»
“Tarih-Devrim-Sosyalizm”in ‘Toprak ve Barbarlık’ ayrımı, yukarıda sözü edilen özettir.” (Bibliyografya, Notlar bölümü)
Osmanlı Tarihi ruh ve madde bakımından kavranılmadıkça, içinden çıkıp geldiğimiz toplum yeterince kavranıp açıklanamaz. Kıvılcımlı bu eserinde günümüzü aydınlatmak için geçmişe ışık tutuyor. Bu ışığı Marksizm’in ustalarından beklemek yerine bizzat kendisi kolları sıvayıp işe koyuluyor.
“Osmanlı tarihinin maddesi, ne Marks’ın, ne Engels’in, ne Lenin’in ele almaya zaman bulamadıkları konulardandır. Çünkü onlar, Osmanlı ‘maddesi’ ötesinde gelişmiş, bunalmış kapitalist toplumun ilişki ve çelişkileri ortamında yaşamışlardır. Biz Türkiye’nin Türkleri ise, gırtlağımıza dek Osmanlı tarihinin maddesi ve ruhu içindeyiz. O madde ile ruhu açık seçik kavramadıkça, ‘ekonomik’ten, hele ‘politik’ten söz etmemiz, en azından medrese mollalığı olur. Mollalığın skolastik biçimiyle, sözde diyalektik biçimi arasında pek ayırt yoktur.” ( s. 27)
Eser kendi içinde 7 kitaptan oluşan 655 sayfalık dev bir eser. Her kitap da kendi içlerinde ayrım ve bölümlerden oluşuyor.
Kıvılcımlı bu eserinde Osmanlı toplumunun kuruluşundan itibaren ekonomice ve politikçe gelişen aşamalarını çok ayrıntılıca inceler. İslam toprak ekonomisinden aktarılan, toprakta mülkiyeti değil de tasarrufu öngören ve düzenleyen Dirlik düzenini uzun uzun irdeler. Daha sonra mülkiyet soysuzlaşmalarının vardığı, tefeci bezirgan ekonominin hakim olduğu Kesim düzenini değerlendirir:
“Osmanlı tarihinin maddesi, Osmanlı toprak ekonomisidir. Osmanlı tarihinin bir de ruhu vardır. O da toprak üretim temeli üzerinde yükselen sosyal ve politik Osmanlı üstyapısıdır. Konumuzun tabanı, Osmanlı toprak ekonomi düzenidir.
Ancak bedensiz ruh ve ruhsuz beden anlaşılamayacağı gibi; Osmanlı tarihinin de toprak temelini daha duru anlamak için, Osmanlı tarihinin sosyal ve politik üstyapısına kuşbakışı ile olsun değmek gerekir.
Osmanlı tarihi, ‘müze varlığı’ için değil, şimdiki yaşantımızın en yakın gelenek-göreneği olarak önem taşır ve aktüelleşir. Osmanlı tarihinin aktüelleşmesinde üç büyük tarihcil devrim altüstlüğü rol oynar: 1) Bizans’ın yıkılışı, 2) İslamlığın yıkılışı, 3) Osmanlılığın yıkılışı. Bu üç yıkılış da birer “antika imparatorluğun” devrilişi olur.” (s. 37)
Araştırmaya konu olan Osmanlı toplumu gökten zembille inmiş değildi. Kendinden önce gelen medeniyetleri yıkmış ancak henüz göçebelik aşamasında oldukları için orijinal medeniyet kuramamış, yıktıkları medeniyeti dirilişe uğratmışlardı:
“Osmanlılık, ikisi de çöken iki kadim orijinal medeniyetin, Roma ve İslam medeniyetlerinin yıkıntılarından yepyeni bir sentez olarak doğdu. İslam’dan, onun en sağlam temelini, ilk ‘Hülefayi Raşidin’ (cennetle müjdelenmiş ülkücü halifeler) çağındaki toprak düzenini aldı; derebeyleşmiş doğu soysuzluklarını attı. Bizans’tan ise, üstyapısından çok biçimler alırken, Bizans temellerini aşındıran derebeyleşmiş toprak ekonomisi özünü havaya uçurdu.
“Osmanlı’nın İslamlık önünde davranışı şundandı: Osmanlı, yaşadığı çağdaki İslamlığa hiç benzemiyordu. Hülefayi Raşidin çağındaki İslam Araplığına çok benziyordu. Osmanlı Türk, 1300 yılındaki Müslümanlardan çok, 622 yılındaki Müslümanlara yakındı. Onun için, Osmanlı, çevresindeki bütün Müslüman devletçiklerini kılıçtan geçire geçire temizler, ezerken, Müslümanlığın en son ve en büyük rönesansını yarattı.
“Osmanlı’nın Bizans önündeki davranışı şundandı: Bizans, kendisini doğuran orijinal Roma medeniyetinin ilk çağlarına hiç benzemiyordu. Ama karşısında hasım bildiği çökkün İslam medeniyetinin tıpkısı idi. Osmanlının dışı, başka hiçbir maddi, manevi üstünlüğü sızdırmayan Müslümanlık zırhı ile kaplıydı. İçi ise, yendiği Bizans medeniyetinin muazzam yalan dünyasını hiçe sayan gerçekçi göçebe özü ile dopdoluydu.” (s. 47)
Bu satırların ardından, özellikle Bizans medeniyetinin çöküşe kadar geçirdiği aşamalar, dönem dönem aldığı barbar aşıları, ticaretin gelişmesi ve sınıflaşma, daha diri ve taze insani güçlere sahip barbar Osmanlı karşısındaki acziyle birlikte anlatılır. Osmanlı Bizans medeniyetini rönesansa uğratıp yenilerken, aynı zamanda kendini de tazelemiştir. İlk Osmanlı derebeyleşme başlangıcı olan Yıldırım Bayazıt döneminin Timur öncülüğündeki Moğollarca sonlandırılmasından sonra, Fatih’le Osmanlı’da da bir Rönesans sağlanmış olur.
“ Hatta, Osmanlılık bile, bu ufunet ortasında Yıldırım Beyazıt’la patlak veren soysuzlaşmaya kurban gitmişti. Timur Moğollarının barbar akını, kahir yüzünden lütfetti: Osmanlı’daki derebeyleşmeyi paramparça etti. Osmanlı’nın ilk göçebe gelenekleri, Simavnalı Şeyh Bedrettin kuşağı Akşemsettin gibi, Horasan çırasını elinden düşürmeyen bilginlerin ışığı altında rönesansa (dirilişe) uğradı.
Fatih Mehmet, Bizans’a çuvaldızı sokmadan önce, Osmanlı’ya iğneyi batırdı: Dine ve Kayıhan töresine aykırı tefeci-bezirgan soygunlu toprak ağalığının kökünü kazıdı. Halkı yoksulken, ‘özel sermaye’ diye tutturup, ‘her mahallede bir milyoner’ cambazlığına çıkmadı.” (s. 55-56)
Daha sonra şemalarla Osmanlı-Bizans etkileşimi ve giderek benzeşmesi gösterilir. Osmanlı Bizans’ı fethederken, kendisi de Devletleşmiş, Bizans’ça fethedilmiştir. Artık giderek medeniyet yozlaşmasına ve çöküşüne adaydır. Ancak Fetihçi Fatih’in kanunnamesiyle tedbirlerini de alır. Dirlik düzeni fethedilen her yere taşınır.
Osmanlı toplumu Devletleştikçe eski ülkücü gaziler geleneği de derebeyleşmeye doğru çözülür. Padişahlar, birlikte at koşturdukları gazi yoldaşlarından ayrılıp önce saraya, sonra saray içinde kafes arkasına çekilirler. Bunlardan sonra uzun ve ayrıntılı bir biçimde Osmanlı’nın devlet ve mamleket şemaları verilir. Takdir edilir ki şemaların hele bu kadar ayrıntılı şemaların bir tanıtım yazısında özetlenmesi mümkün değildir. Kitabın dikkatle okunması gerekir kavramak için. Dasha sonra incelemeye başladığı Devletleşme başlığında, Osmanlı’daki Sünuf-u Devlet (Devlet sınıfları)i anlatır bize. Bunlar başlıca 4 kesimdir:
1) İlmiye: Şeyhülislam’dan talebeye kadar olan din adamları sınıfıdır. Hem din eğitimini, hem de dine ve şeriata uygun bir adli sistemi örgütlerler.
2) Mülkiye: Osmanlı’nın idari ve politik görevlileridir. Veziriazam’dan başlayarak, saray ve memleket idaresindeki tüm mülki amirleri kapsar.
3) Kalemiyye: Osmanlı maliye ve ekonomi düzenini yapıp yöneten kümedir. En önemli görevleri fethedilen toprakları “tahrir”e almaktır (kayda geçirmektir).
4) Seyfiyye: Kelime anlamı “kılıçlılar” olup, bugün silahlı kuvvetler dediğimiz güçlerdir.
Bu 4 kesim insanların en üst katında olanlar Padişahın divanına katılma ayrıcalıklarına sahiptirler. Bu sınıfların sayısız bölükleri, alt katları vardır. Toplamı, devlet olunduktan sonra Osmanlı’yı yöneten sınıflar olmuşlardır.
Eserin 3. Cildi Dirlik Düzeni’nin kuruluşu ve işleyişine ayrılmıştır. Kısa bir giriş yapıldıktan sonra; Toprak Düzeni ve Devlet Düzeni başlıklarında tüm bir Dirlik Düzeni’ni inceler.
Dirlik düzeninin ne olduğu ve nasıl işlediğine dair bir alıntı alalım kitaptan:
“Dirlik: Toprağın yalnız ve sadece ‘irad’ (rant)ının belirli kişilere verilmesidir. Çift: Toprağın tasarrufunun (işletme, yararlanma hakkının) belirli kişilere verilmesidir. Dirliği alana dirlikçi, çifti alana çiftçi denir. Çiftçiler, sonraları halktan kopuşuldukça daha çok Arapça “REAYA” diye anıldı: ‘Güdülenler’ anlamı, çobanlıktan gelmiş Osmanlı için yerinde sayılırdı.
“Miri toprağı, dirlikçi ne işleyebilir, ne kendi hesabına başkasına işlettirebilir, öztürkçe çiftçi sözcüğü dururken ‘reaya’ uydurulduğu gibi, öztürkçe dirlikçi dururken, ona da Arapça ‘sahibülerz’ (toprağın sahibi) adı takıldı. Ancak ‘sahibülerz’lerin toprak üzerinde ne mülkiyet, ne de tasarruf (işletme, yararlanma) hakları yoktu. Toprağın rakabesi (mülkiyeti) beytülmalin, tasarrufu çiftçinin hakkı idi.
“Çiftçi-reayadan başkasının tasarrufunda toprak bulunmaz mı? Bulunur. Ama o topraklara, Türkçe ‘yer’ demek olan sözcüğün Acemce karşılığı olarak ‘zemin’ denir. ‘Yer’ yahut ’zemin’, sözgelimi ‘padişah kulu’ denilen askerlerin elindeki toprak parçalarıdır. ‘Zemin’ler öteki çiftler gibi ‘defter’e geçirilmezler.”( s. 216)
Dirlik düzeni öz olarak budur. Klasik tarihçilerin ve Cumhuriyet “düşünürlerinin” kolayca “mülkü devletindir” demelerini de eleştirir Kıvılcımlı:
“Cumhuriyet Türkiye’sinin düşünürü “devletçilik”ten başka bir kavrama ısınamadığı için, miri toprak düzenini “devletin” sayar. Miri toprak düzeni, vakıf yoluyla bile kişilere aktarılsa, çok geçmez aslına dönerdi. Kimse, uzun süre, çaldığının üstüne “özel mülk” diye yatamazdı.” ( s.224)
Bu satırlardan sonra, Anadolu Kadzaskeri Cinci Hasan Efendi’nin vakıf yoluyla zimmetine geçirdiği topraklara çok yüksek bir devlet görevlisi olmasına karşın nasıl el konulduğunu, hatta kellesinin uçurulduğunu örnekler. Sonraki sayfalarda da Dirlik Düzeni’nin somut özü olan Tımar sistemini, Vidin vilayeti Tahrir defterlerini esas alarak tüm ayrıntılarıyla sergiler.
Daha sonraki bölümlerde artık imparatorluk haline gelmiş Osmanlı’nın devlet yapısını yine soyut ve somut ayrımlarıyla inceler. İmparatorluk Kanuni Süleyman dönemine geldiğinde nicelik olarak da nitelik olarak da büyük değişikliklere uğramıştır. İmparatorluk bir yandan ahali ve toprak bakımından en kalabalık ve geniş topraklara sahip hale gelmiştir. Ancak imparatorluğun en önemli toprak düzeni olan Dirlik Düzeni de giderek yozlaştırılmış, toprakta özel mülkiyetin yolunu açan Kesim (mukataa) düzenine varılmıştır.
Sonraki bölüm olan 4. Kitabın konusu OSMANLILIĞIN DÜNYA TARİHİ İÇİNDEKİ YERİ başlıklı. Şöyle giriyor konuya:
“Osmanlı tarihi, İslam tarihinin bir rönesansıdır. İslamlık, içine temizlemek için girdiği bütün yakın doğu (Irak-Mısır) tefeci-bezirgan uygarlıklarının bin bir çelişkisiyle bulaşıp, çürümüştü. Orta Asya Moğol-Türk oymak akınlarının göçebe aşısı, yer yer ‘tavaifülmüluk’ (doğu-İslam feodalitesi) devletçiklerini yarattı. Osmanlılık o aşılardan doğmuş bir beylik oldu.
“Tarihsel şartlar, Osmanlılığı batı-Hıristiyan uygarlığına karşı bir serhat vurucu gücü yaptı. Osmanlılık da, benzeri ‘tavaifülmüluk’ devletçikleri gibi çarçabuk saman alevi olup ortalığı kapladı. Ve 100 yıllık ‘tabii ömrü’nü, Timur akını ile sona erdirecekti. Dünya kontenjanı, Bizans kördüğümünün çözümünü Osmanlı’ya adamıştı. İkinci Osmanlı Devleti, birincisinin sonu olan ‘Fetret devri’ni (anarşi dönemini) giderip, Bizans’ı fethedince, ‘tavaifülmüluk’ çemberini yardı. Evrensel, ‘cihangir’ imparatorluk oldu.
“Bu oluşumun temel maddesi, toprak (tarım) üretimi ile tefeci-bezirgan üleşiminin birbirine girdiği ekonomi ilişki-çelişkileri kompleksidir. Sıra o kompleksi incelemeye geldi. Ancak o kompleks gökten zembille inmedi, yahut Orta Asya’dan at sırtında çadırlarla getirilmedi. Osmanlı coğrafyası üzerinde, dünya toplumları girdabından doğdu. Bu tarihçil girdabın ana karakterini anlamadıkça, Osmanlı olayı kavranılamaz. O nedenle, Osmanlılığın, evren, ekonomik, sosyal, tarihsel girdabı içindeki yerine işaret etmek gerekir.
“Bu dördüncü kitabın konusu odur. (s. 259)
Osmanlı’yı Osmanlı yapan, İslam Medeniyetinden aldığı toprak ekonomisidir.
“Osmanlılık, doğduğu gün, Hz. Ömer’den beri geçmiş altı yüzyıllık sınamalı muazzam İslam fıkhının dört büyük çatallı ‘tutulacak yol: Mezhep’ kavramlarına uydu. Bunlardan İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin yolunu seçti. O yolda, önce kendi göçebe yaşayış ve anlayışındaki gelişmeleri, sonra ele geçen yerlerdeki şartları kollayarak, Fıkıh Anayasasına en uygun gelen Osmanlı toprak kanunlarını çıkardı ve uyguladı.
“Osmanlı göçebeliği: Bütün benzerleri gibi, toprak üzerinde ÖZEL KİŞİ’nin dokunulmaz hakkını pek öyle kutsal tanımıyordu. Bugün batı kurallarına tutkun kişileri dehşet içinde bırakan, müsadere eyleminin, Osmanlılıkta sonuna dek dayanmış olması bunu ispat eder.
“Köylü yığınları da, toprak üzerinde; koruyamayacağı, çarçabuk tefeci-bezirgan oyunu ile eşraf ve mütegallibeye kaptıracağı bir kişi mülkiyetinden çok, insanca çalışabileceği, rahat, emniyetli tasarrufu özlemişti.
“Sübjektif olarak Osmanlı’nın, objektif olarak yığınların, zamana uygun eğginliklerinden doğan şartlar, gerçekçi insafıyla işlendi.
“Sulhen (barışla) ele geçen yerler; Müslüman olmayanların elinde mülk diye kaldı. Haraciye toprak oldu. Anveten (savaşla) ele geçen topraklardan küçük bir bölümü, Ömer usulü, ilblere mülk olarak verildi. Bunlardan yalnız öşür alındı. Adları Öşüriye toprak oldu.
“Pratikte, ele geçen toprakların bu haraciye ve öşriye bölükleri devede kulak kabilindendi. Bütün Müslümanların kanı, canı, gözyaşı, çabası ile alınmış yerleri, şunun bunun şahsına peşkeş çekmek, ilk Müslümanlar gibi, Osmanlılar için de hoş görülmedi. Bu, hem Osmanlı göçebe geleneğine, hem yığınların fiili durumuna pek sığmadı. Asıl en büyük toprak yığını, en yararlı İlb’lere (gazilere) dahi ÖZEL KİŞİ mülkü yapılamadı.” (s. 266)
Daha sonraki sayfalarda İslam ekonomisini düzenleyen Şeriat, Fıkıh, Hadis gibi kavramlarla konuyu açıklar Kıvılcımlı ve sonuç olarak:
“Yukarıdaki açıklamamız iki sonuç veriyor:
“a) Demek, Osmanlı toprak düzeninde, tarihsel karakteristiği bilinmedikçe karıştırılan Dirlikçilik ve Mukaataacılık gibi toprak düzenleri, İslam toprak ekonomisinde ve fıkıhında dağınıkça bulunan sistemlerdir. Osmanoğulları Müslüman oldukları gün, bu sistemlerin Şeriatı içine girmişlerdir.
“b) Ancak, bu sistemler, hukuk kırkambarı fıkıh dergi ve eserlerinde iç içe, üst üste göründükleri gibi, toprak ekonomilerinde de az çok yan yana bulunabilirler. Bu, bizi, dirlik düzeni ile kesim düzeni arasındaki kesin ayırtları görmekten, iki sistemin belirli bir ekonomi gelişimi içinde belirli çağlar açmış iki ayrı düzen olduğunu kavramaktan uzaklaştırmamalıdır.”( s. 272)
Ancak bu eşitlikçi düzen İslam Medeniyetinde olduğu gibi Osmanlılıkta da ilelebet sürüp gidememiştir. Aşına aşına Kanuni zamanında Kesim Düzeni’ne varmıştır.
Kıvılcımlı Kesim Düzenini açıklamaya girişmeden önce uzun sayfalar boyu Hırıstiyan dünyasındaki ticerete bağlı yozlaşmayı, toprak düzenindeki özel mülkiyete dayalı çözülmeyi Roma ve diğer Batı İmparatorlukları özelinde anlatır. Batı’nın en Doğusundaki Bizans Medeniyeti’nin çökkünlüğünü, buna karşılık İslamlığın Hulefa-i Raşidin dönemi eşitlikçiliğine inanmış Osmanlı’nın üstünlüğünü tahlil eder. Ancak Osmanlı da önce Yıldırım Bayazıt zamanında başlayan derebeyleşme Timur’un barbar akınıyla köklerinden sarsıldı. Fatih’in Osmanlı’da yaptığı bir nevi Rönesans (diriltiş) oldu. Fatih, derebeyleşmenin, soysuzlaşmanın önüne tam geçemediyse de yavaşlamasına yol açmıştı. Ancak gidiş çöküşten yanaydı.
İşte 5. Kitap’ta da Dirlikçilerin derebeyleşmesi işlenecektir.
“Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük ‘miri arazi’sine toptan bakınca ne görüyoruz? Çiftçiler, işleyen; dirlikçiler, işleten durumundadırlar. Bu iki durum, birbirine zıt iki sınıfın durumunu andırır. Fakat her iki tarafın zıt rollerine rağmen, ayrı birer sosyal sınıf olmalarına engel çıkaran birleşik tarafları meydanda: Toprak ne dirlikçilerin ve ne de çiftçinin şahsi mülkiyetidir.
“Acaba iki taraf miri toprağı aşındırmakta gizlice elbirliği yapamazlar mı?
“Ortada sahipsiz bir toprak var. Fakat onu (yani miri arazinin toplum mülkiyeti oluşunu) koruyacak hiçbir sosyal sınıf yok. Devlet denilecek. Devlet kim? Devlet, hatta İslamlıktaki kadar kutsal ve göksel kaynağa bağlanmış olsa dahi, gene yeryüzünde belli başlıca bir sınıf insanın müşterek hedefine hizmet eder. Osmanlı İmparatorluğu’nda, miri toprakların toplum mülkiyeti halinde kalıp gitmesinde şaşmaz menfaatli bir küme insan var mı? Yani şahsi mülkiyeti sınıf varlığı için temel saymayan, en yüksek idealini sosyal mülkiyette gören bir sınıf insan var mı? Hayır!
“Tersine: Padişahından çiftçisine kadar hemen herkesin miri toprağı kendi özel mülkiyeti altına aşırmakta fayda göreceği bir çağdayız. Miri toprağı dirlikçi kontrol ediyor, çiftçi işliyor... Yani miri toprağın üretimi, bu iki bölük insanın elinde... Toprağın üretimine hâkim olanlar, mülkiyetine sahip çıkmayı niçin istemesinler?
“Miri toprağa “sahipsiz” dedik. Herkes ortak mülkiyete düşman. Doğru mu? Dikkat edelim: Miri toprağın mülkiyeti kimde? Bütün Müslümanlarda.
“Bütün Müslümanların bu haklarını, ilk Müslümanlıkta Mekke ve Medine kent halklarının yaptıkları kadar olsun, demokratik toplantılarla idare etmeleri mümkün mü? İmkânı yok. Esasen İslam demokrasisi, bütün kadim medeniyetlerin doğuşlarını kuvvetle aydınlatan ve yayılmalarını sağlayan o tabii ve ilkel demokrasiler gibi, Medine (yani kent, belde) sınırlarını aşar aşmaz ‘soyut yeminde’ kalıvermiştir. ( s. 395-96)
Ve tüm 5. Kitap boyunca bu çürümenin hangi tabakalarda nasıl oluştuğu, nasıl bir süreçte ilerleyip, Kanuni zamanında Kesim Düzenine ulaştığı sergilenir.
6. Kitap Kesim Düzenine ayrılmış. Konuya başlarken:
“Görüyoruz, Osmanlı toprak ekonomisindeki ana prensip, ürün iradını temel yaparken, topluma verdiği yeni gelişme onu ister istemez; daha sonraki ekonomik ve sosyal değişikliklere götürecek durumdadır. Bu değişiklik, Osmanlılığın temel prensiplerini tersine çevirir. Osmanlı, toprak ekonomisinde bilhassa iki ideal küçük burjuva prensibi güder. 1- Toprak mülkiyetinin şahsi mülkiyet olmaması. 2- Toprak üretmenleri arasında az çok mutlak yakın eşitlik olması... Bu prensiple yola çıkan Osmanlı toplumu, bütün yaşayan varlıklar gibi, diyalektik kanunlarına uyarak, bir zaman toprak şahsi mülkiyetini inkâr etmişken, sonra inkârın inkârıyla; miri mülkiyeti inkâra varır. Bunun çeşitli şekillerini yukarıda gördük. Bu şekillerin altında çiftçilerin eşitliği, her çiftçinin birbirleriyle aşağı yukarı aynı olması ideali de, göze görünmeyen temel münasebet olarak alır yürür. O zaman, koca imparatorluğun temelinde, hiç alışılmadık bir manzara ile karşılaşılır. O zamana kadar eşit kabul edilen çiftçi ekonomilerinin, bir de bakılır ki, aralarında çok farklar belirmiştir. Hepsi bir sayılan çiftçiler içinde, bir kısmı şu veya bu verim imkânlarını zorlayarak, başkalarını da kendi çiftliğinde çalıştırıp sömürecek vaziyete girmiştir.
“Onun için ürün iradı, yavaş yavaş, kapitalizmden önceki en son geçit şekli olan “para iradı” kılığına doğru gelişme imkânları bulur. Hatta bu imkânı daha önceden bile bulmuş gibidir: Haracın para olarak ödenmesi, daha dirlik düzeninde iken bile, Osmanlı toprak ekonomisinin para iradı şekline bir adım attığını gösterir.” (s. 451)
Bu adım atıldı mı geriye dönüşü olmaz artık. Osmanlı yeni bir döneme girmeye başlamıştır.
“Osmanlı miri toprak düzeni, Kanuni çağında aşağı yukarı bu tehlikeyle karşılaşır. Osmanlılığın kendisi uzak ve yakın şark ticaret kaynaklarının can damarlarını açmıştı. Sonra, zamanın İngilizleri derecesinde “üstün bir tüccar millet”, İtalyan yarımadasında rönesans yaratan bezirgan beldeleri üs yapmış ve tekmil batı gibi doğu pazarlarında da için için işlemeyi bilmişti. Osmanlı’nın kendisi tüccar değildi. Ama Osmanlı akınları tam bezirgan ideallerinin bayrağını taşıyor ve ülkeleri ticaret yollarına öncelik vererek fethediyordu. Osmanlılığın bünyesinde yabancı ve ‘üstün bir tüccar millet’ gibi rol oynayan unsurlar vardı. ‘Yahudi Nasi’ tipinde ‘dolap’çılar bunlardandır.
“Bir taraftan bu üretim yordamının kendi iç kanunuyla; bizzat çiftçiler (reaya) arasında sınıf farklılaşması alır yürür. Ötede, zamanı için en ileri üstün bir ticaret faaliyeti imparatorluğu kaplarken, toprak düzeninin hâlâ eski ürün iradı yordamında kalması imkânsızdı. Toprak üretiminin derebeyleşme temayülü, hem güdücü devleti, hem doğrudan doğruya üretmeni (reayayı) dayanılmaz bir duruma düşürdü. Yani, en alttaki çiftçiler iflas haline gelmekle kalmadı. Bizzat Osmanlı devleti de iflasa doğru kaydığını hissetti. Yani bir devrim için gereken alttan ve üstten tahammülsüzlük alametleri belirdi. Saltanat yapısında ekonomik gelişmenin yarattığı sosyal ve siyasi değişme zaruretleri konkret olarak bu iki açıdan belirdi. Onun için zamanın politikası, ‘reaya’yı zulüm ve tedipten himayet ve siyyanet’ (eşitlik) bayrağı altında harekete geçti. Yığınları kendi etrafında harekete getirmek için daima yapıldığı gibi, o vakitte halk ve fukaranın menfaatleri öne sürüldü. Lakin aynı zamanda halk ve toprakla birlikte devleti ve saltanatı da kurtarmak başlıca hedefti.
“Toprağı ve halkı kurtarmak, çökme tehlikesi gösteren eski ürün iradı sistemini artık siyasi bir darbe ile büsbütün ortadan kaldırmak manasına geliyordu. ‘Mukataa’[Kesim] sisteminin konulması için gösterilen gerekçenin başında bu geliyordu. (s. 452)
Kesimci ile Dirlikçi arasındaki farkları da alıntılayarak 6. Kitabı geçelim:
“Mukataa sahipleri ile sipahiler arasında tek benzerlik, toprağın kemiyeti, miktarı, yani genişliği bakımındandır. Dirlikler gibi mukataalar da, binlerce çiftçiyi içine alan büyük arazi birlikleridir. Toprak mülkiyetinin her iki halde de teorik olarak devlette oluşu keyfiyetçe de benzerliğe kapı açabilir. Fakat bütün bunlar işin görünüşüdür. Gerçekte kesimci ile dirlikçi arasında, memur ile tüccar arasındaki kadar derin bir sosyal sınıf ayrılığı vardır. Dirlikçi ‘sahip’ül arz’ adını alır. Ama toprağın ne mülkiyetine ve ne de tasarrufuna sahiptir. Sipahi, mülkiyet ile tasarruf sahipleri arasında bir idareciden ibarettir. Kesimci ise, bilakis toprağın tam tasarrufunu elinde tutar. Bu tasarruf çiftçininkinden çok daha tam ve mutlaktır. Çünkü:
“1- Çiftçi toprağı bizzat işlemeye mecburdur. Başka şekilde tasarruf edemez. Kesimci, toprağı dilerse kendi de işlemekte hürdür. Lakin başkalarına işletmek başlıca hakkıdır. Şu veya bu şekilde tasarruf etmesi kendi bileceği iştir. Onun için mukataa toprağının ‘malikane’ adı bile çok manalıdır. Kesimci ‘malın mülkiyet sahibi’ değilse bile ‘malikane: Mülk sahibimsi’dir. Yani onun toprağı tasarrufu, daha isimlenirken, çiftçiden farklı olarak bir çeşit mülkiyet veya mülkiyetimsi münasebet gibi konulur.
“2- Çiftçinin başında, her an hükm-i karakuşiler yağdırmak insafına kalmış bir karışıcısı vardır. Sipahi, mülk sahibi devlet adına, ‘sahib’ül arz’ sıfatıyla reayayı ekonomik ve politik güdümü altında tutar. Çiftçinin tasarrufu dirlikçinin kontrolündedir. Mukataacı[Kesimci]için, böyle her şeye burnunu sokan bir efendi yoktur. Kesimci parasını sayıp toprağı devletten kiraladı mı, artık ona karışan görüşen bulunamaz. (s. 464)
Ve nihayet 7. ve son kitaba gelirsek: Bu kitabın ana konusu derebeyleşme, çürüme, çöküş ve isyanlardır. Çürümenin şekli ve boyutları şu paragraflarla açıklanır:
“Osmanlı ortaçağındayız. Malikaneleri bilfiil emirlerine alıp, çiftçilere işletir durumuna giren bezirgan sermaye (müteşebbis mültezim), yalnız mukataacıya devir edeceği irat payını ve köylüde kalması icap eden kâr payını almakla kalmaz, bizzat köylünün zaruri geçim payını da sömürmekte hürdür. Tayin ve takdir, tamamen bezirgan sermayeye kalmıştır. Mültezim de parayı sarraftan; yani tefecilerden bulduğuna göre, çiftçinin mukadderatı, zamane faiz rayicine göre tefeci-bezirgan sermayenin insafına kalmıştır.
“Böylece, ortaçağ toprak ekonomisi denilen ateşin üstüne konulan çapul sacayağı: (Mukataacı + bezirgan + tefeci) üçüzü olur. Devlet ancak bu üçüzlü sınıfın gerisinde, onların diş ve tırnaklarından artanlarla geçinir. Dolayısıyla de bu dişleri tırnakları bilemekte fayda umar. Halbuki iratçı sınıf (mukataacılar) ile tefeci-bezirgan sınıf (mültezim, cizyedar, sarraflar) babaları hayrına var olmamışlardır. Her sosyal sınıf gibi, önce kendilerini düşünürler. Bu sebeple, ‘velinimet’leri olan devleti dahi soymaya bakarlar. Onun için, devlet, iratçı ve bezirgan-tefeci sınıflara bel bağladıkça, iflas tehlikesi ile yüz yüze gelir. İflas tehlikesine uğradıkça, iratçı-bezirgan sınıfların kucağına düşer.
“Bu ‘fasit daire’ denilen ‘lanet çemberi’, şüphesiz, en son duruşmada gene halkın (başta çiftçinin) boynuna asılır. Devlet, züğürtledikçe işi kalpazanlığa vurup, züyuf akçe kanalından bütün milleti veya mansıp ticareti, caize, ubudiyet, harç buyrultu ve sair yollarından üstün sınıfları soymaya bakar. İratçı sınıf (mukataacılar vesaire) lüks hayata düştükçe, geliri temiz olan mukataa topraklarını, mültezime verirken, 50 yıl evvelkinin üç, dört misli bedel ister ve alırlar.
“O zaman tefeci-bezirganlar ne yapacaklar? Madem, ‘gücü gücüne yetene’dir. Onların da güçleri çiftçilere yeter: Hazır yiyici devletin ve iratçı sınıfın dilediklerini verir. Sonra, emme basma tulumba felsefesiyle, yukarıya verdiklerini, devlet ve malikane sahiplerinin idari, siyasi, dini, askeri, maddi, manevi her türlü yardımları veya göz yummaları sayesinde, aşağıda çiftçiden istediği gibi ve istediği kadar alır.” (s. 562-63)
Toprak ekonomisindeki bu değişme ve toplumsal çöküş, o zamana kadar devleti güden Sünuf-u Devlet (Devlet sınıfları)’i de bozmaktan geri kalmaz. Artık İlmiyye de, Seyfiyye de, Kalemiyye de, Mülkiye de eski ülkücü sınıflar değildir. Rüşvet ve iltimas almış yürümüş, Osmanlı’nın çok önem verdiği Tahrir (yazı) önemini kaybetmiş, daha doğrusu Kesimciler lehine işlemeye başlamıştır. Mülkiye kontrol altına girmiş, Kalemiyye satılmış, İlmiye Tefeci-Bezirgana dönüşmüş, Seyfiyye ise bozulmuş, soysuzlaşmış, kimisi işi esnaflığa kadar götürmüştür.
Bütün bu yozlaşmalar tepkisini yaratmakta gecikmemiştir elbette. Osmanlı’nın son dönemi adeta başkaldırma ve isyanlar dönemi olmuştur. En yaygın olanı Baba Zevalnon liderliğindeki Celali İsyanları ve Kalenderiler olmak üzere sık sık isyanlar patlak vermiştir. Bunlarla beraber artık iyice yozlaşan Yeniçeri Ocağında da sık sık baş kaldırmalar, kazan kaldırmalar olagelmektedir. Artık toplum her alanda derebeyleşmenin etkileri ve tepkileriyle kaynaşmaktadır. Toplum alttan ve yukardan çözülüşlere uğramaktadır. Şöyle izah eder Kıvılcımlı:
“Siyasi mekanizma alttan alta ayanın eline geçerken, imparatorluk memurları da zamana uyarlar: Ya kendileri de ayanlaşırlar; yahut derebeyi oyuncağı haline girerler.” ( s. 642)
Bu yukardan çözülüştür.
“Klasik tarih, böylece, köy ekonomisinin bozuluşunu genellikle Celali isyanlarına ve başıbozuklara bağlamakla yetinir. Bu, adeta, halkın yoksulluğunu, gene halkın kabahati gibi göstermeye varmaz mı? Uslu durulsa bir şey olmazdı, demek ister. Gerçi, Celali isyanları, isyandan sonraki partizan hareketleri, başıbozuk salgınları, kapısız kul belaları, köy ekonomisine müthiş darbeler indirmiştir.
“Ama bu kargaşalıklar, bildiğimiz gibi, sebep değil neticedirler. Kargaşalığın sebebi: Temelli toprak ekonomisinde dirlik düzeni yerine kesim düzeninin geçmesidir. Köylerin ıssızlaşması, yalnız Celali isyanlarından ileri gelseydi, isyanlardan sonra, her şeyin yerli yerine dönmesi ve köylerin mamurlaşması gerekirdi. İsyanlar, köy ıssızlaşmasına gürültülü bir başlangıç olmuştur. Lakin köylerin yoksulluğu ve ıssızlaşması, Celalilerden sonra durmamıştır, bilakis daha korkunç derecelere varmıştır. Ağır ayan ve derebeyi çapulu, gel geç Celali isyanlarına rahmet okutmuştur.” ( s.644-45)
Bu da aşağılardaki çözülmelerdir.
Ve bu çözülmelerin kaçınılmaz yansıması olarak Devlet iyice ceberrutlaşır. Halk üzerindeki zulüm artar ama en büyük baskı gayrımüslümler üzerindedir.
Eser tüm bu konuları işledikten sonra 800 civarındaki gayrımüslümün katledildiğine dair bir alıntı sonrası aniden kesiliverir. Bu kesilme kitaba tamamlanmamış etkisi verir. Metnin orijinali elde olmadığı, nerede olduğu da bilinmediği (Hollanda’daki Enstitü kayıtlarında olmadığı görülüyor)için, bu ani bitişi kaynağından teyid etmek mümkün olmuyor.