Bugun...


Fatih Akbulut

facebook-paylas
Bir Ağustos sabahı
Tarih: 17-08-2015 13:25:00 Güncelleme: 18-08-2015 09:55:00


Sabah kahvaltı etmeden önce adet edindiğim yürüyüşlerimde mevsimine yani hava koşullarına göre giyinip yola düştüğümde sabah mahmurluğunu yaşayan sokakta en çok çocuksuzluk dikkatimi çeker. Bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi ama yaz, kış, baharlar hiç fark etmeyecek şekilde sokaklarımızda çocuk yok. En çok sevdiğim şeylerden birisidir çocuk sesleri. Top oynayan, birbirini ebelemeye çalışan, birdirbir-uzuneşek oynayan çocukların çığlıkları, kahkahaları ve yere düşen kimi ufak çocukların salya sümük ağlamaları… Zaman değişti, teknoloji değişti, pre-kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri sürekli değişirken ve yaşam biçimlerini de değiştiriyor ve en önemlisi insan ve insan ilişkilerini değiştiriyor… Artık köylü toplumdan şehirli topluma kontrolsüz geçişin ve her yerin beton, asfalt ve karo parke taşlarının dolduğu, toprağın yeşilin gittikçe azaldığı, sera gazı etkisiyle meteorolojik koşulların olumsuza ve daha kötüye ve kalitesiz yaşam biçimine evriliyor tüm yaşam…

 

Sokaklar ıpıssız, sokaklar sadece kediciklere kalmış vaziyette. O kedicikler de aldı bu kötü gidişattan nasiplerini doğal olarak. Yılda sadece mart aynda cilveleşip doğururlarken onlar da 12 aya terfi ettiler ve sonuçta zayıf ve cıpcılız ve gittikçe bozulan bir nesle sahipler artık… Havhavları bir şekilde sokak aralarından uzaklaştırdıklarından beri hiç sokak havhavı da görmez olduk çevrede. Havhavdan korkan insanlara hak versem de bunun bu hayvanların yaşama hakkını ellerinden almanın vahşiliğine bir gerekçe olmasa gerek diye düşünenlerdenim. Hâlbuki akşam yemeklerinden artan yemek suları, kemiklerden hazırladığımız paparaları önlerine koymadan önce kuyruklarını sallayışları ve sabırsızlıkla ellerimize zıplamalarının verdiği o sevimli görüntüye kim bayılmaz ki, di mi? Sokaktaki sahipsiz ama bir o kadar da sevimli bu canların verilenleri iştahla yedikten sonra bile doymamış hareketlerle sırnaşmalarını sürdürmelerini aramıyor mu sizin de gözlerimiz?

 

Son birkaç gündür evime birkaç yüz metre ilerdeki sokağın başında yavru bir martı görüyorum… Orada kediler için bırakılmış mama ve su kaplarının yanında dolaşan bu hafifçe büyümeye başlamış yavru martıyı civardaki kedilerin pusuya yatmışçasına izlemeleri ve fırsatını bulunca üstlerine atlamaları tam sabah seyirliği oldu benim için. İşte, size doğanın tüm doğal dengelerinin yitip gittiğine bir örnek daha. Doğal yaşam alanlarının gittikçe yok olmasının ve beslenme kaynaklarının kurumasının en acı örneği değil midir bu denizin en güzel ve bir o kadar da vahşi canlılarının sokak aralarında beslenmeye çalışmaları? Bu kötüye gidişi yine de kendi içindeki sevimliliği içinde seyretmeyle avunacağımız aklımıza gelir miydi bundan yıllarca önce? Neyse bakalım yarın sabah yine orada görecek miyim bu yaramazları?

 

Yol boyu sabahın ilk ışıkları da olsa güneşin yakıcılığı hissedilirken binaların gölgesinden yürümek ve hafif keşişlemeden esen rüzgârın serinletmesi ile çok bunaltıcı olmuyor bu yürüyüşüm. Çavdar ekmeği aldığım fırın ise gerçekten ateş içinde neredeyse. Ekmeği alıp çıkmam ile sanki sokağın ısısı içerisi ile kıyaslanınca cennet gibi geliveriyor kapıya adım attığımda. Bu sıcaklarda çalışan insanlar geliyor aklıma; birden fırının karşısında kan-ter içindeki sokağı temizleyen işçiyi görüyorum; selam verip kolaylıklar diliyorum. Elimize ne geçerse, naylon poşet, yiyecek ambalajları, sigara izmaritleri, terimizi sildiğimiz peçete kağıtları ve her ne aklınıza gelirse duyarsızca sokağa attığımız her şeyi süpürme gayreti içindeki bu emekçileri düşünüyorum; ruh hallerini anlamaya çalışıyorum. Evet belki işleri bu ama gerçek anlamda pisliği temizleyip olağan haline getirmek değil belki de daha da güzelleştirmek adına yapmaları gereken işler diye düşünüyorum. Belki de yanılıyorum… Ana caddeye geldiğimde bir binanın önünde, kazma kürek kazdıkları çukurda  çalışan işçiler geliyor gözümün önüne. Güneşin altında asgari ücretle ve hatta kaçak olarak tokluk parasına çalışanlar hani o günde üç dolar civarı kazanan insanların alın terleri damlayıp göl olup, deniz olup sonrada buharlaşıp havanın nemi oluyor sanki.

 

Kazma sallarken bir kanalizasyon çukurunda öğleye durmuş güneşin altında… Aklıma o an dünkü Kamu işçilerin toplu iş görüşmelerinin televizyon ekranlarına yansıyan görüntüleri geliyor. Çalışma ve SG Bakanı ve yandaş sarı sendikanın karşısında haklarını ararken aşağılanan diğer sendikaların serzenişleri ve haykırışları görmezden gelinmeleri geliyor; nefesim kesiliyor gibi oluyorum… Bir yana bu insanları, bir yana milletin en mahrem yerlerine açıkça sözlü tecavüzü saldıran meymenetsiz vahşi kompradorları koyunca, bu düzenin/düzülenin kendimi bildim bileli değişmeyen hali ile içim bir kez daha acıyor…

 

Ya o fırının televizyonunda gözüme çarpan alt yazısı ile verilen haberlerindeki şehit olan, ölen ve öldürülen ama hamasete gelince kardeş kanı oluveren ve o hamaseti yapanın dilinden dökülürken ahlaksızlığa dönüşüveren söylemlerine ne demeli? Yazın sonlarına doğru dört nala koşan bu sıcaklarda olan hep garibana, garibe, gurebaya değil mi? Haksız mı, o köy, o kasaba, o şehrin en gariban semtlerinde kerpiçten evlerde oturan insanların bayraklarla donanmış çarşaf çarşaf fotoğraflarını haykırışlar içinde paylaşan insanlar? Ya evinin içine ve ocağına ve kalbine ve tüm duygu ve düşüncelerine ve bedenine ateş düşen analar, babalar, çocuklar, eşler, kardeşler, akrabalar? Dil, din, ırk ayırt etmeden toprağa kanını akıtarak düşen ve en paha biçilmez değer olan canını yitiren insanlara yapılan bu haksızlık ve bunun diğerlerimize verdiği utanç… İnsanın her ne olursa kaçamayacağı büyük sorumluluk değil mi bu kirli savaş(lar)a dur demek…

 

Dünya çok büyük, kaynaklar her ne kadar kısıtlı da olsa kendini yenileyebilen, yineleyebilen bir doğada bilinçli bir yaşam sürüldüğü sürece herkese yer, herkese yiyecek, herkese barınacak ve mutlu olacak olanaklar varken bunca vahşiliği duygusal olarak anlayabilmek gerçekten olanaksız..

 

Ama “ gelin görün ki “ diye bir tabiri bile bu iş için kullanmak yersizken, dünyanın dört bir yanı yanar, acı çeker ve dünyada olmaktan bin pişmanken; bir kısmın refah içinde yaşaması ilahi adalet ile açıklanamayacak kadar aşikar ve acımasız gerçekliktir hissedebilen. Evet belki doğa yasaları kendi diyalekti içinde çok acımasız ve birbirine pamuk ipliğine bağlı gibi ama bu acımasızlığın, bu eşitsizliğin arasındaki makası kapatmak ve dengeleri bozmayacak bir bölüşümü sağlayacak olanakları yaşama geçirmek yine içgüdülerinden ve ihtiraslarından sıyrılmış insanların elinde değil mi?

 

Hiçbir canlının doğumu kendi isteğiyle olmuyor; 40 milyon spermin bir tanesi tesadüfle dölleyiveriyor ana rahmindeki yumurtayı ve doğa yasalarının gereği bir de bakıyor ki bir ebenin, bir doktorun elinde ( diğer canlılar için kendi doğaları gereğince ) ilk vıyaklamalarıyla bu havayı solumaya başlayıveriyor o canlı. Bundan sonrasında ise kimi bilinçli kimi bilinçsiz ve içinde bulunulan toplumun koşullarınca şekilleniveriyor yaşam… İster kader de, ister tesadüfler zinciri, sonuçta insanoğlunun yaşaması için yemeye, içmeye, özümsemeye, barınmaya, yaşamı öğrenip yaşamını ilerletmeye, sevmeye, sevilmeye ihtiyacı diğer ihtiyaçlarının hep önünde geliyor… Tatlar, renkler, mutluluklar, acılar, sevinçler, hüzünlerin kaynakları çok benzerken bunların sonuçları hep göreceli sürüyor…

 

Ya göz ardı ettiğimiz:

 

Sevdayı, çiçekleri, ağaçları, 

Masmavi denizi, dalgaları, rüzgarı, 

Karıncaların su içtiği dinginliği, 

Gece oluşan yakamozları, 

Anılarımızda kalan esrik gecelerin ateş böceklerini, başımızın üstündeki milyonlarca minik ışıkları içinde barındıran o gizemli zifir karanlık içindeki gökyüzüne dair imgelerimizi ve içlerinden birinin aniden kayıverip de takip edemesek de tuttuğumuz dileklerimizi, 

Sabah gözlerimizi açtığımızda açık pencereden kulağımıza en güzel sabah senfonisini seslendiren ismini bile bilmediğimiz kuşları, 

Yeni doğmuş bebelerini sütlendirmeye çalışan bir anne kedinin bir diğer bebeyi yalayıp temizlemesini, 

Kavurucu öğle sıcağında bir deniz kıyısının arkasındaki tarlada kafamızı ütülercesine öten cırcır böceklerini, 

İçtiğimiz buz gibi bir kaynak suyunun kayaların arasından süzülerek akışını, 

Güne duran güneşin ışıklarının hafif rüzgarla oynayan ağaçların yaprakları arasındaki dansını, 

Akşam gün batarken girdiğimiz tuzlu deniz suyunun vücudumuzu serinletip bir sevgili gibi kucaklamasını, 

Kozasından yeni çıkıp bir günlük yaşamı ile bize dansların en ahenklisini sunan kanat çırpışlarıyla bir rengarenk kelebeği,

Yeni doğmuş bir bebeğin yumuk yumuk kol bacaklarını istemsizce hareket ettirilindeki doğallığı,

Bir sevdanın kavuşmadaki hazzını,

Bir sevdanın ayrılıştaki hüznü ve iç acısını,

Bir dizenin çağrıştırdığı hayalleri, 

Bir roman kahramanı ile özdeşleşmeyi,

Bir resmin içine dalıp orada renklenmeyi,

Bir heykelin kıvrımlarındaki estetiği,

Bir filmin en heyecanlı sahnesindeki heyecanı,

Bir şarkının alıp götürdüğü anıları,

Bir kadeh içkinin yorgun ayaklarda verdiği rahatlamayı,

Sevişme sonrası sarılınan tenin sıcaklığında eriyip gitmeyi,

Seni düşünen uzaklarda bir yerlerdeki bir canın varlığını,

Ve o canın ne yaptığını hayal etmeyi,

Özlemeyi,

Çılgınca yanında olmayı istemeyi,

Gecenin karanlığına haykırmayı,

Sıcacık bir fincan limonlu çayın tadını,

Dağ, taş dere, tepe, bayır, kan ter içinde yürümeyi,

İçinde olduğunuz tekne ile yarışan yunusların fotoğrafını çekmeyi,

Ufkun ardında hiç bilmediğiniz ve bilemeyeceğiniz insanların varlığını ve yaşamlarını merak etmeyi,

Ve aklıma gelmeyen insana dair haz, mutluluk ve bazen acı veren duygu ve düşünceleri…

 

Iskalamıyor muyuz gelip gçen ve bir göz açıp kapama zamanına denk gelen yaşamlarımızı?

 

Binaların ve bahçe ağaçlarının gölgesi kısalmaya başlamış ve yürüyüşü yarılamışken saat dokuzu epeyce geçtiğini fark ediyorum saatime baktığımda. Farklı güzelliklerin hayaline dalmanın ve biraz da olsa haz alabilmenin isteğinin ne kadar azalmış olduğu aklına bile gelmezken varsa yoksa yaşanan onca olumsuzluklardadır aklımız. Yaşamın var ile yok arasında gidip geldiği bilincinde olsak da, son zamanlarda hep yokların ağırlığı altında ezilmekteyizdir aslında. Halbuki belki bundan yetmiş yıl önce yazılmış Cahit Külebi’nin “ Hikaye “ şiirini en son ne zaman aklınıza getirmiş veya okumuşsunuzdur o dizelerin içinde kaybolarak…

İşte,  unuttuğumuz güzellikler belki de burada gizlidir…

 

Hikaye

Senin dudakların pembe 
Ellerin beyaz, 
Al tut ellerimi bebek 
Tut biraz! 

Benim doğduğum köylerde 
Ceviz ağaçları yoktu, 
Ben bu yüzden serinliğe hasretim 
Okşa biraz! 

Benim doğduğum köylerde 
Buğday tarlaları yoktu, 
Dağıt saçlarını bebek 
Savur biraz! 

Benim doğduğum köyleri 
Akşamları eşkıyalar basardı. 
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem 
Konuş biraz! 

Benim doğduğum köylerde 
Şimal rüzgarları eserdi, 
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır 
Öp biraz! 

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! 
Benim doğduğum köyler de güzeldi, 
Sen de anlat doğduğun yerleri, 
Anlat biraz

 

Cahit KÜLEBİ



Bu yazı 21645 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI