Bugun...


Prof.Dr.Behçet Kemal Yeşilbursa

facebook-paylas
Türkiye’de Ordu ve Siyaset
Tarih: 14-07-2025 20:16:00 Güncelleme: 14-07-2025 20:16:00


"Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız teminatıdır." ATATÜRK (1927)

 

İnsanların kendi tarihleriyle ilgili anımsadıkları ve onu yorumlama biçimleri tarihsel olgudan çok fazla sapabilir. Radikal siyasi değişikliklerle tarihsel süreklilik kesilmişse o zaman geçmişle bağlantıların kurulması daha da güç olabilir. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunun gerilemesinin ve yıkılmasının nedenleri konusunda sonu gelmez değerlendirmeler yapılmış ve iddialar ileri sürülmüştür.

 

Osmanlı İmparatorluğunda Türkler sadece bir azınlıktı. Siyasi otorite toprakları ordunun gücüyle kontrol etmekteydi. Siyasi meşruiyet, Türk milliyetçiliğinden çok İslam dinine bağlılığa dayanıyordu. Osmanlı yönetimi her şeyden önce bir ordu olmuştu. Bütün yönetici kurum, bir ordu gibi örgütlenmiş olmakla kendisini iktidarda tutuyor, imparatorluğu savunup genişletiyordu. Devletin sivil ve askeri kolları arasında hiçbir ayrım yapılmıyordu. Çünkü her iki işlev de bir tek kişinin görevleri şeklinde belirleştirilmişti. İmparatorluk fetihle kurulmuştu ve sınırlarını ordusunun denetim gücü belirliyordu.

 

16. Yüzyılın başlarında Machiavelli, “Türk’ün devletini ele geçirmenin zor olduğunu, ama bir kez ele geçirdikten sonra elde tutmanın kolay olduğunu” ileri sürmüştü. Çünkü hiçbir direniş merkezi bırakılmazdı. Öyle görünüyor ki Machiavelli tehlikenin dışarıdan değil içeriden geleceğini öngörememişti.

 

Padişahın kulları olan Yeniçeriler süreç içinde Padişaha sadakatini yitirdi ve belli aralıklarla devleti fiilen ele geçirdi. Fiiliyatta kullar efendi oldu. Payitaht merkezinde fiziksel kuvvetin fiili tekeline sahip olan Yeniçeriler, 16. Yüzyılın sonu ve 17. Yüzyılın başlarında bir tür istikrarsız askeri diktatörlük kurdu. 1618 ile 1730 yılları arasında altı tane Padişah kendi askerleri tarafından tahtan indirildi.

 

Bu örgütsel bozulmaya karada ve denizde giderek artan teknolojik yetersizlik eşlik etti. Bernard Lewis’in belirttiği gibi, 18. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde, “Bir zamanlar Avrupa’yı dehşete düşüren Osmanlı orduları, kendi hükümdarlarından ve sivil halktan başka hiç kimseyi korkutmuyordu.” Çünkü Osmanlılar kendi güçlerinin kibrine ve dini taassuba kapılmışlardı. Bu algı 1789’da III. Selim’in tahta çıkmasıyla değişmeye başladı. Ve bu süreç, fiilen, geleneksel düzenin gerilemesi ile 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşu arasında bir köprü olarak iş gördü.

 

İmparatorluk yaşayacaksa, teknik açıdan daha etkili ve siyasi açıdan daha güvenilir bir orduya sahip olmak zorundaydı. Islahat (Reform) gereksinimin bu şekilde algılanması, sonraki dönemde Türk ordusunun siyasi evrimini de sağladı. Askeri yeniden yapılanma kaçınılmaz olarak siyasal reform taleplerini de öne çıkardı. Ordu her zaman olduğu gibi, fakat bu kez yeni bir rolle siyasetle yakından ilgilenmeye başladı.

 

Yeniçeriler doğal olarak devlet içindeki güçlerini zayıflatan her türlü ıslahata direnmeye kararlıydı. 1807-1808 olayları, Yeniçeriler eski biçimleriyle ve geleneksel güçleriyle var oldukları sürece askeri kuvvetlerin yeniden yapılandırılması yönündeki her girişimi boşa çıkarabileceklerini göstermişti. Tedrici yaklaşım çözüm değildi. Nitekim 1826’da kışlaları yoğun top ateşine tutularak Yeniçeriler yok edildi.

 

Yeni ordunun örgütlenmesi Fransız sistemine göre yapıldı. 1836’da açılan Harbiye Mektebi askeri olduğu kadar siyasi sonuçları da olan yeni bir profesyonel subaylar sınıfının beşiği haline geldi. Gelecekte olabileceklerin erken uyarısı, 1859’da Kuleli Olayı ile gerçekleşti. O yıl kendilerine Fedailer Cemiyeti adını veren bir grup subay, Sultan Abdülmecit’i devirmek için bir darbe hazırladı. Cemiyet alt ve orta rütbeli subaylardan oluşan yaklaşık 50 kişilik bir gruptu. Darbe açığa çıkarıldı ve 13 Eylül 1859’da darbeciler tutuklandı.

 

Fakat çok geçmeden ordu ile padişahın arası bozuldu. 1876’da ordu sultan Abdülaziz’e karşı darbe yaptı ve yerine V. Murat’ı tahta geçirdi. Fakat V. Murat’ta tahta fazla kalamadı. Bu defa sivil bir darbe ile tahtan indirildi ve yerine 1 Eylül 1876’da II. Abdülhamit geçti. Fakat çok geçmeden başta Mithat Paşa olmak üzere kendisini tahta çıkaran devlet adamlarını tasfiye etti. 19 Mart 1877’de açılan Meclisi Şubat 1878’de süresiz tatil etti ve anayasayı askıya aldı.

 

Kendisinin hastalık düzeyinde komplo korkusu, ordunun savaş gücü üzerinde olumsuz bir etki yaptı. Kendisine karşı bir suikast fırsatı olarak kullanılabileceğini düşündüğü için askeri manevraları yasakladı. Birliklerin hakiki mermilerle eğitim yapmasına izin vermedi. Sınırlardaki topçu birlikleri için getirilen gülleler İstanbul’da depolarda tutuldu. Almanya’dan alınan yeni tüfekler de İstanbul’daki depolarda sandıklarda paketli kaldı. Harbiye mektebinden yılda yüz subay mezun oluyordu ve bunlara mektepli deniyordu. Sultan bu sistemi de bozdu ve orduya hiçbir resmi eğitim görmemiş alaylı denilen kişileri aldı. Ki bunlar 1894’de ordudaki toplam subay kadrosunun yaklaşık yüzde 85’ini oluşturuyordu. Terfi etmelerinin ana nedeni Sultan’a sadakatleri idi ve en yüksek rütbelere kadar çıkabiliyorlardı, zira saray torpili normal bir terfi etme aracıydı. En acıklı olay, donanmanın durumuydu. Donanma Haliç’te çürümeye terk edilmişti. Güvertelerinde tavuk besleniyor ve bölmeleri yonca yetiştirmek için kullanılıyordu. 1897’de denize açılmaları emredildiğinde gemilerin kazanları patladı. Gemiler Çanakkale’den öteye geçemedi.

 

Abdülhamit’in despotik yönetimine daha fazla tahammülü kalmayan aydınlar ve ordu harekete geçti. Tıpkı 1876’da olduğu gibi aydınlar amaçlarına ulaşmak için ordunun desteğini almak zorundaydılar. 3 Temmuz 1908’de Selanik’teki üçüncü orduya bağlı birlikler isyan başlattı. Amaçlarının anayasanın tekrar uygulamaya konması olduğunu açıkladılar. Padişah çok fazla direnemedi, 23 Temmuz’da anayasayı yürürlüğe koyacağını ve meclisi toplantıya çağıracağını açıklamak zorunda kaldı.

 

Toplumda, “Yaşasın Vatan! Yaşasın Millet! Yaşasın Hürriyet!” sloganları yankılandı. Peki, vatan neydi, millet neydi? Batılı gazeteciler, devrimcileri “yaşlı Türkler’den” ayırt etmek için “Jön Türkler” terimini kullandı. Devrim sonrası aydınlar ve toplum siyaseten ikiye bölündü. Bir yanda liberaller ve Ahrar partisi diğer yanda ise milliyetçiler ve İttihat-Terakki Partisi. Siyasetteki bu bölünmeye paralel subaylar da bölündü. Ortaya dört grup çıktı: muhafazakâr, ittihatçı, liberal ve tarafsız. Birinci grup, sultan-halifeye bağlı geleneksel düzenden yanaydı. İkinci ve üçüncü grup genç mektepli devrimci subaylardan oluşuyordu, fakat ittihatçı ve liberal olarak bölünmüşlerdi. Dördüncü grup, tarafsız ya da partisiz gruptu. Temel arzuları orduyu siyasetin dışında tutmaktı. Mustafa Kemal bu grupta yer almıştı.

 

Yeni rejime karşı beklenen karşı devrim 13 Nisan 1909’da patlak verdi. 31 Mart Vakası olarak anılan olay sırasında birinci ordunun bazı askerleri isyan etti. Sonraki 11 gün içinde asiler başkenti denetime aldılar. Jön Türkler’den kurtulmaya hazır olan Abdülhamit isyana boyun eğdi. 22 Nisan’da Selanik’teki üçüncü ordu harekete geçti ve 24 Nisan’da İstanbul’da kontrolü ele geçirdi. 27 Nisan’da meclis Abdülhamit’in tahtan indirilmesini onayladı ve Selanik’e sürgüne gönderdi. O günden bugüne Türkiye’de tarihçiler arasında 31 Mart Vakası ile ilgili hayali açıklamalar dolaşıp durmuştur. Olayın arkasında Siyonistlerin ve masonların olduğu, İngilizlerin ve liberallerin olduğu, Abdülhamit’in olduğu ve nihayet İttihatçıların olduğu iddia edilip gelmiştir.

 

1908’den 1913’e kadar karşılıklı darbeler birbirini izledi. Aralık 1911’de liberaller ittihatçılara karşı zafer kazandı. Bu yenilgi ittihatçıları karşı devrime itti. Ocak 1912’de meclis fes edildi ve Nisan’da seçime gidildi. Tarihe “sopalı seçim” olarak geçen seçimlerden ittihatçılar zaferle çıktı. Bunun üzerine muhalif subaylar “Halaskar Zabitan” olarak bilinen bir grup kuruldu. Grup seçimlerin yenilenmesini ve ordunun siyasetten çekilmesini istedi. Temmuz 1912’de Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında “Büyük Kabine” olarak bir kabine kurarak iktidara geldiler. Fakat Libya’nın ve Edirne’nin kaybedilişi, ittihatçıların tekrar güç kazanmalarına neden oldu. Halkın öfkesini sezen ittihatçılar 23 Ocak 1913’te yaptıkları darbeyle iktidarı ele geçirdiler. Genç bir subay olan Enver Paşa hükümet binasını bastı. Bu olay tarihe “Bab-ı Ali” baskını olarak geçti. Fakat liberaller geri durmuyordu, darbe komplosu içindeydiler. İngilizlerin desteğini alan Kâmil Paşa bunlardan biriydi. Fakat başarılı olamadı ve Kıbrıs’a sürgüne gönderildi. Fakat ayrılışından 11 gün sonra dört muhalif Harbiye Nazırı ve Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya suikast düzenledi.

 

Bu arada Enver Paşa komutasındaki Türk birlikleri Edirne’yi Bulgarlardan geri aldı. Enver Paşa artık bir halk kahramanı oldu ve Ocak 1914’te Harbiye Nazırlığına atandı. Sultan V. Mehmet’in kızı Naciye Sultan ile evlenerek zaferini perçinledi. Artık iktidar tamamen Jön Türklerin ve üçlü troykanın (Enver-Talat-Cemal) eline geçmişti. 1914’te Osmanlı yönetimi Enver Paşa’nın yönetiminde bir kişi diktatörlüğü, İttihat ve Terakki Fırkası yönetiminde bir tek parti devleti ya da doğrudan doğruya askeri bir rejim olarak da tanımlanabilir. Fakat Jön Türk rejimi ne Hitler Almanya’sının ne de Stalin Rusya’sının klasik diktatörlüklerine benziyordu. Daha çok Suriye’deki Baas rejiminin asker-sivil birlikteliğine benziyordu.

 

Enver Paşa gücünü esas olarak Almanya bağlantısından, ordudan ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan alıyordu. Talat Paşa’nın gücü genelde kontrol ettiği parti örgütüne dayanıyordu. Cemal Paşa, üçlünün en zayıfı idi. Fakat dördüncü ordu komutanı olarak Suriye ve Filistin üzerinde bağımsız bir denetimi vardı. Enver ve Talat’ı kıskandığı ve onlara karşı bir takım komplo hareketleri içinde bulunduğu da söylenir.

 

Kasım 1913’te Osmanlı ordusunu ıslah etmek üzere İstanbul’a gönderilen askeri heyetin başkanı Liman Von Sanders’e Kaizer II. William şunu öğütlemişti: “Türk subaylarının saflarından siyaseti çıkart. En büyük kusuru siyasi faaliyetidir.” Teoride öğüdü hayranlık vericiydi, fakat çok geçti. Birinci Dünya Savaşı arifesine gelindiğinde Türk ordusu siyasi bataklığa çoktan batmıştı bile.

 

Alman yanlısı olan Enver Paşa düşüncesiz bir şekilde Almanya’nın yanında saf tuttu. Fakat Enver Paşa hayatı boyunca hep siyasi kumar oynamıştı ve hep kazanmıştı. 1914’te şansın yine kendisinden yana olacağını sanmıştı. Fakat ünlü tarihçi A. J. P. Taylor’un belirttiği gibi, “Bu hareket için rasyonel bir motif düşünmek güçtür. Almanya kazansaydı bile Türkler savaştan kazançlı çıkamazdı; gerçekte harap imparatorlukların hayatta kalmasının tek şansı, bütünüyle savaşın dışında kalmalarıydı.”

 

Ağustos 1914’te ordu 36 tümenden oluşuyordu. Savaş sırasında buna 34 tümen daha eklendi. Savaş sırasında toplam 2,7 milyon insan askere alındı; fakat ordunun maksimum gücü 700 bini hiç geçmedi. Şaşırtıcı olan, Almanya’nın yenilgisinin arifesi Ekim 1918’e kadar ordunun savaşmaya devam edebilmesiydi. Türk ordusu batıda Çanakkale’de zafer kazanırken, doğuda ve güneyde geriledi. Kafkasya’yı Ruslar, Arap yarımadasını da İngilizler işgal etti. Ve 1918 yenilgisiyle birlikte İttihatçı rejim de çöktü.

 

Osmanlı ordusunun devletle tamamen özdeşleşmesi, Osmanlı Devleti’ni büyüten siyasi ve askeri mekanizmanın bütünüyle çökme durumunda olduğu anlaşılınca hem devleti hem de orduyu bir krizin içine sürükledi. Karşı karşıya kaldıkları modern silah ve eğitim eksikliği gibi teknik sorunların üstesinden gelmek zordu. Orduyu yeniden yapılandırma programı, geleneğin devamında büyük çıkarları olanların sert muhalefetiyle karşılaştı. Başlangıçta, 1807 ve 1808’de, gericiler zafer kazanmış gibi göründü. Fakat 1826’da yeniçeriler bertaraf edildiğinde en öldürücü darbelerini yediler. 1909’a kadar sorun nihai olarak halledilemedi. 31 Mart Vakası yeniçeri ayaklanmalarının sonuncusuydu.

 

Sultanlar için ıslahatların kendi tahtlarına ulaşmadan durması ve askeri yeniden yapılanmanın kendilerini zayıflatmaktan çok ellerine daha keskin bir kılıç vererek güçlendirmesi önemliydi. Sultanlar değişebilirdi, fakat padişah otokrasisi teorisi değişemezdi. 1908 ve 1909’da imparatorluğun siyasi kaderinin belirleyicisi olduğu için ordu neredeyse tam boy siyaset ağına düştü. Subay grupları iç hesaplaşmalarda taraf oldukları için ordu tarafsız, ulusal bir kuvvet konumunu yitirdi. Güçlerini korumak için sivil politikacılara ve kurumlara en başta da İttihat ve Terakki Fırkasına dayandılar. Siyasete bulaşma orduyu korkunç derecede zayıflatmış ve ulusal bağımsızlığın neredeyse yitirilmesiyle sonuçlanmıştı. Bu sürecin tekrarından sakınma, fakat aynı zamanda bunu ordunun kendini sürekli devletin temeli olarak algılamasıyla uzlaştırma gereğinin sonraki yıllarda Türk siyasetinin hâkim temalarından bir olacaktır.

 

Orduların zamanla değiştiği, monolitik birimler olmadığı da bilinmelidir. Ayrıca Samuel Huntington’ın ileri sürdüğü gibi, ordunun siyasete müdahalesinin ese nedenleri askeri değil siyasidir. Yani sadece askeri kuruluşun değil, söz konusu ülkenin siyasi ve kurumsal özelliklerini de yansıtırlar. Etkin siyasi kurumlardan yoksun bir ülkede ordunun rol ve konumunu geniş anlamda toplumun durumu belirler. Daha önce toplumun bütün üyeleri adına kullanılması kabul edilen siyasi otorite, zamanla liderin kişisel otoritesi olur ve topluluk da o liderin tebaası olur. Sonuçta lider iktidarını sürdürmek için ordu dâhil tüm kurumları kendi yararına kullanır.

 

Dünyada üç tip sivil-asker ilişkileri modeli bulunmaktadır. Bunlar, 1) Geleneksel-aristokratik model, 2) Liberal-demokratik model, 3) Totaliter-nüfuz edici model. Birincisinde, sivil ve askeri güçler aynı aristokratik sınıf tarafından paylaşılır, bu nedenle iki elit arasındaki çatışmalardan sakınılır. İkinci model, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da uygulanan modeldir. Ordu, sivil iktidardan ayrılıp ona tabidir, oldukça profesyonelleşmiş ve depolitizedir. Üçüncü model ise, Rusya ve Çin gibi ülkelerde uygulanan modeldir. Bu ülkelerde parti silaha komuta eder ilkesi vardır. Silahın partiye komuta etmesine asla izin verilmez. Kısaca iktidar namlunun ucundadır. Bu üç model, her birinde ordunun şu ya da bu şekilde sivil otoriteye tabi olması ve kendisinin bağımsız bir siyasi güç uygulaması olmayan rejimleri betimler.

 

Ayrıca üç tip askeri rejim modeli vardır. Bunlar, 1) Riyaset rejimleri, 2) Muhafız rejimler, 3) Hükmedici rejimler. Birinci modelde, ordu iktidarı devralmadan hükümet kararları üzerinde veto yetkisini kullanır. Sivil politikacılar devleti yönetmeye ve sivil kurumlar işlemeye devam eder. Fakat birçok alanda kararları ordu tarafından sınırlandırılır ya da yönlendirilir. Bu modele en iyi örnek 12 Mart 1971 muhtırasıdır. İkinci modelde, ordu süresiz elde tutmaya niyet etmeden doğrudan siyasi iktidarı devralır, daha yüksek bir nüfuz ve denetim sağlar. Muhafız rejimler, sivil politikacıların yarattığı “pisliği temizlemenin” kendilerine düştüğünü iddia ederler ve askeri müdahaleye yol açan koşulların yeniden yaratılmasına olanak vermeyecek koşullar yaratıldıktan sonra iktidarı tekrar sivillere devrederler. 1960 ve 1980 darbeleri bu modele örnek olabilir. Üçüncü modelde, ordu önceki tiplerden çok daha ileri derecede bir siyasi denetim uygular ve çok daha uzun süre iktidarda kalır. Bu tür rejimlerin liderlerinin çok daha büyük tutkuları vardır ve kendilerini devrimci ya da radikal modernleştiriciler olarak tanımlarlar. Bu modele örnek 1908 Jön Türk devrimi ve 1960 darbesindeki Milli Birlik Komitesi içindeki 14’ler grubu gösterilebilir.

 

Tek parti döneminde ordu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin arkasında ikinci bir konumda idi. Bu durum esas olarak Atatürk’ün üstün kişiliği ve siyasi becerisiyle başarılmıştı. Fakat yine de asker-sivil ilişkileri nüfuz edici modelin kimi unsurlarına sahipti. 1945 sonrasında ise asker-sivil ilişkileri liberal-demokratik modele göre yönetilmeye başladı. En azından teoride, sivil yönetim ordu üzerinde tam bir anayasal yetki kazandı.

 

Türkiye’nin 1945 sonrasında yaşadığı her üç müdahalenin en dikkate değer özelliği, oldukça kısa sayılabilecek bir zaman aralığında iktidarı tekrar sivillere devretmiş olmasıdır. Her üç rejim de muhafız modeline uygundu ve hükmedici rejim kurmaya yönelik çabaları yenilgiye uğratmışlardı. Ayrıca komutanlar ne kadar çok iktidarda kalırlarsa, komuta hiyerarşisine karşı bir karşı-darbe riskinin o kadar büyük olduğunu kavramışlardı. Bu durum onları hükmedici bir rolden daha çok muhafız rolü oynamaya yöneltti.

 

15 Temmuz ise ne zafer ne demokrasi ne de milli birlik günüdür. 15 Temmuz Pear Harbour ve ikiz kule gibi bir projedir, tıpkı 28 Şubat gibi.

 

Sonuç olarak ifade edilebilir ki, tarih boyunca hür ve bağımsız yaşayan yüce Türk milleti, daima kudreti ordulara sahip olmuştur. Türk ordusunun teşkilat yapısı, disiplin anlayışı ve eğitimi yabancı birçok devletin ordularına örnek teşkil etmiştir. Fetihler döneminde, parlak zaferler kazanan kahraman Türk askerleri, barışta milletin ve devletin güven içinde hayatını idâme ettirmesini sağlamıştır. Başlangıçtan günümüze kadar Türk Silahlı Kuvvetleri doğuştan asker olan bir insan gücünün üstün disiplin, köklü eğitim ve yüksek moral niteliklerini geliştirerek, sağlam bir birlik ruhu yaratma ve sürdürme yeteneğini daima korumuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri geçmişte olduğu gibi bugün de kendisine tevdi edilen "Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak" görevini başarıyla yerine getirmektedir.

 

Türk ordusu gerek geçmişte ve gerekse günümüzde olduğu gibi gelecekte de Atatürk'ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük güvencesi olmaya devam edecektir. Bugünkü gücüyle dostlarına güven, düşmanlarına korku veren kahraman ordumuz, yüce Atatürk'ün gösterdiği ışıklı yolda, onun ilke ve inkılâplarının koruyucusu, "Yurtta barış, dünyada barış" prensibinin sarsılmaz takipçisi olacaktır.

 

Atatürk'ün Türk Ordusuna Mesajı

 

Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk ordusu! Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

 

Bugün, Cumhuriyet'in on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

 

Türk vatanının ve Türk camiasının şan ve şerefini, dâhilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam inanç ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragati nefs ve istihkarî hayat ile her türlü vazifeyi ifaya muhayya olduğuna eminim. Bu kanaatle Kara, Deniz ve Hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim. Cumhuriyet Bayramı'nın on beşinci yıl dönümü hakkınızda kutlu olsun! Mustafa Kemal ATATÜRK (29 EKİM 1938).

 

 



Bu yazı 2972 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI