On yedi yaşındaydım. Yazları abimle birlikte, oğlak ve kuzu çobanlığı yapıyorduk. Sürünün yarısı bizim, diğer yarısı komşularındı. Neredeyse, kuzu ve oğlakların sayısı eşitti. Çok yorucudur. Her biri bir tarafa gider, toplayıp bir arada tutmak yoğun çaba gerektiriyordu. Biraz büyüdüklerinde topluca hareket etmeye başlarlar, sürü ruhu oluşurdu, çoban da rahat ederdi. Gün içinde en çok iş bana düşerdi. O genç yaşıma rağmen yorulurdum.
Gündüz aşırı sıcaklarda ter içinde kalırdım. Susuzluk perişan ederdi. Bir seferinde, öyle susamışım ki, ağzım kurumuş, dudaklarım çatlamıştı. Dereden biraz su içeyim dedim. Derede akarsu yoktu. Çok küçük minnacık bir su birikintisine yöneldim. Baktım bir kaplumbağa yukarı tırmanıyor. Yeni su içmişti, şimdi sıra bendeydi. Suyun yanına gelince yakından baktım. Su oldukça kirliydi, içinde kurtçuklar ve larvalar hareket edip duruyorlardı. Kaplumbağan su içmesi de ne ki. İçsem olmaz, içmezsem olmaz. Susuzluk ileri derecede. Kafam suya gelecek şekilde boyluca yere uzandım. Gömleğin altı etek kısmını kıvırıp suyun üzerine koydum. Ağzıma su gelmiyordu, sadece emebiliyordum, dudaklarımı ıslatabildim. İçebildiğim bütün su o kadardı. Kana kana su içmek mümkün değildi.
Esas sorumluluk abimdeydi. Akşama, babam yemek ve su getirir, üç dört saat yanımıza kalırdı. Akşam yemeği çok lezzetli olurdu. Karanlıkta hiçbir şey gözükmüyordu, belki lezzeti oradan geliyordu. Saat dokuz gibi ben uyurdum. Babam ve abim sürü ile giderlerdi.
Üzerimdeki elbiselerime ilave kalınca paltoyla uyurdum. Yastık olarak bir taş bulursam iyi olurdu, yoksa fark etmezdi. Öyle yorulmuş olurdum ki, hemen uyurdum. Dağların tepelerinde, yamaçlarında tek başına uyumak, hiç aklıma korku gelmezdi. Şimdi olsa, dağlarda yalnız uyuyamam, korkarım. Hırsız, katil, yılan, akrep, daha neler gelmiyor ki aklıma... Geçen yaz, yazlıkta bir gece uyuyamadım. Balkonda uyuyayım dedim. Korktum aklıma bir sürü tehlike geldi. Oysa o günlerde hiç korktuğumu hatırlamıyorum
Abim sürü ile birlikte gider, gece onikide karınları doymuş olurdu. Hayvanlar yatıp geviş getirmeye başlarlardı. Yatmaları iki saat sürer, sürü tekrar kalkar bir ara öğün yapar, bir saat sonra tekrar yatar geviş getirir ve dinlenirdi. Gece boyunca ben hep uyurdum.
Bir gün sabaha karşı saat dört beş gibi abim bana seslendi. "Hayvanlar hiç durmadı, ben hiç uyuyamadım. Kalk biraz da sen bak, biraz da ben uyuyayım” dedi. Ben de yarı uykulu ”Tamam“ dedim. “Sakın uyuma“dedi. “Tamam” dedim. Ama ben yine de uyumuştum.
Saat yedi gibi abimin, bağırmasıyla uyandım. Çok öfkeli, kızgın olarak bağırıyordu. ”Sen niye uyudun, hani kalkacaktın, ben de sana güvendim uyudum. kurt sürüye dalmış, ölü ve yaralı hayvanlar var, çabuk gel” dedi. Kabahat benimdi, yanlış yapmıştım. Gidip beraber sürüyü bir araya getirdik. Kurt, kuzuların beş tanesini öldürmüş, dört tanesi de yaralıydı. Yaralı bir kuzunun görüntüsü hala gözlerimin önüne gelir. Kuzu ayaktaydı, arka baldırını yemiş ve kemik gözüküyordu. Canımız sıkılmış, moralimiz bozulmuştu.
Kurt, akşam ovaya iner dolaşır, avlanır sabaha karşı dağlara dönerdi. Dönüşte bizim sürüyü görmüş, başında bizleri göremeyince, sürüye dalmıştı. Kurt, aslan veya kaplan gibi yapmaz. Bir tanesini yiyip gitmez, gücü yettiği kadarını öldürür. Eski çobanlar derdi ki; “Eğer yeni su içmiş ise geç susayacağından daha çok öldürür”. Tilki de öyle, kümese girip bir tane alıp gitmez, içerdekileri öldürür, öyle gider.
Hayvan sahiplerine karşı sorumluyduk. Hayvanlarını bize teslim etmişlerdi ve hayvan başına para alıyorduk. Bizim görevimiz hayvanları korumak, oysa biz uyumuş ve insanları zarara uğratmıştık. Kurt olayına biraz hoşgörüyle bakılır fakat yine de söylenen olurdu.
O zamanlar benim için büyük şehirlerde yaşamak ve iyi bir adam olmak özlemi vardı. Okursam hayatım kurtulur, güzel elbiselerim olur, güzel evlerde yaşarım, güzel yataklarda uyurum hayallerim vardı. İnsanlar tanırım, kızlarla tanışırım. Şimdi dağlarda hayvanlarla günlerimi geçiriyorum diye düşünürdüm. Genç bir insan olarak hiç mutlu değildim.
Bazen düşünürüm, keşke okumasaydım. Dağlarda özgürce dolaşırdım. Temiz havayı teneffüs ederdim. Etrafımda sadece hayvanlar olurdu. Bilmezdim insanın insana yaptığı zulümleri. Hindistan'ın İngiliz işgalini, Hitlerin Yahudi ölüm kamplarını, Kızılderililerin başına gelenleri, zenci kölelerin yaşadıklarını ve insanların yaptığı haksızlıkları daha bir sürü zülüm işkenceyi öğrenmezdim.
Büyük şehirlerin cezbeden parlak renkli ışıklı sokaklarında her şeyin gözüktüğü gibi olmadığını, içinde ne acılı hayatlar olduğunu öğrenmezdim. Memur, işçi ve öğrenci olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmezdim.
Okudum büyük şehirlerde yaşadım. Takım elbise giydim. Kravat taktım. Boyalı ayakkabılar ile şehirlerin kalabalıklarında dolaştım. Boyalı kadınlarla içki içtim. Bir çobanın imreneceği bir hayat yaşadım. Dış görünüşüm güzeldi, ama içim hiç iyi değildi kaynıyordu.
Okuyorum, dünyada olup bitenleri ve acıyı görüyorum. Ruh dünyam yaralı bir türlü huzur bulamıyorum. Köylerde bilmeyeceğin duymayacağın hayatlar, acılar ve üzüntüler ile her gün karşılaşıyorum.
Dağlar da kalsaydım, yanıma gelen dostlarıma benim köpeğin çok yavuz olduğunu ve kurtlara aman vermediğini anlatırdım. Koyunlarımın daha semiz etli kilolu olduğunu ve hangi derede yamaçlarda iyi otlar olduğunun sohbetlerini yapardım. Hayatı basit yaşar basit düşünür gece rahat uyurdum.
O günlerimde antidepresan kelimesini hiç duymamıştım. Şimdi neredeyse iki kişiden birisi antidepresan hapları kullanıyor