İnsanlık önce bir bütündü. Sonra bölündü. Bu bölünme onu diğerine karşı bön ve cahil kıldı. Diğerine dair her şey anlamsızlaştı. O, "öteki " olarak kodladığı kesime karşı her şeyi bildiğini sanmaya başladı. Ancak şunun farkında değildi ki, öteki adına bildiği, gördüğü her şey bir kabuktan ibaretti. Böylece insan ırkı olarak, diğer yarısından kendini koparmış oluyordu. Bunu yapmakla aslında dünyasının yarısını da yitirmişti… Söz konusu tutum giderek her şeyi böldü, parçaladı. Bölünen ve parçalanan öncelikli olarak iyi, güzel, adalet ve samimiyetti. Oysa iyi, güzel, adalet duygusu ve samimiyet parçalardan oluşabilen bir şey değildi. Onlar yeryüzünde bir bütün oldukları vakit anlamlıydılar. Coğrafyalara göre bölündüğünde gerçek anlamda iyi, güzel adil ve samimi olamıyorlardı. Böylece "iyi" nin emirle belirlendiği, çerçevesinin güç ilişkileriyle çizildiği bir dünya yaratmış oluyordu. İnsanların iletişim için kullandıkları dil bile bir bölme aracına dönüştürüldü.
İnsanın ormanda bırakılan yalnız çocuk durumuna gelmesi elbette bir "düzen" kurma arayışının sonucuydu. O herhangi bir düzenin parçası oldukça, gerçekleri nesnel olarak kavrama yeteneğini yitirdi. Mesela istisnasız tüm düzenlerin genel geçer değeri paraydı. İnsanla hakikat arasındaki ilişkiyi onarılmaz bir biçimde bozan işte bu para denen metadan başka bir şey değildi. O, önce insan ile ahlâkın, vicdanın ve adalet duygusunun ilişkisini bozdu. İnsanın etik değerlerle buluşmasından doğabilecek kıvılcımı başından engelledi. Onun yarattığı hastalığın, insanların imgelerine, yaşamına, toplumların kültürüne ulaştığında nasıl da bulaşıcı ve öldürücü olduğu her gün yeniden kanıtlanmakta…
İşte insanın yer kabuğu üzerindeki küçük/büyük sıyrıklar gibi durmasını sağlayan bu söz konusu metadan başka bir şey değildir. Oysa insanın her nerede bulunuyorsa, orada kocaman bir tebessüm gibi durması çok mümkündü.
Şimdi her şey o kadar gerçek, gerçekler o kadar acımasız ki, insanların kaçıp yalana sığınmaktan başka çaresi yok gibi. İnsaniyet kayboluyor, o kayboldukça ortaya çıkan boşluk yine yalanla dolduruluyor. "Hayat boşluk kabul etmez" sözü tekrar doğrulanıyor. İyi, güzel, adalet duygusu, samimiyet, akşam güneşinin yeryüzünü terk etmesi gibi terk ediyor insanlığı. Üstelik insanlığın ezici çoğunluğu, karanlığın yerini sabah güneşine, aydınlığa teslim etmeyeceğinden emin gibi… Bu görüşe teslim olanları kötümserlikle suçluyor aydınlığın geleceğine inananlar. Ancak onların inandığı aydınlık da öyle pırıl pırıl bir aydınlık değil, inançlarını besleyen, güneşin doğabileceğine ya da havanın kapanabileceğine dair ikircikli bir tahminden başka bir şey değil. O kesimde de giderek bu ikircikli durum yönünü sadece gidiş biletinin olduğu bir güzergâha çevirmiş görünüyor. Yani sabahın olmayacağı duygusu bir evham değil, realiteye varmış durumda. Söz konusu tedirginlik -görebilenler için- iki eliyle insanın yakasına yapışmış bile…
Peki ne istiyor "bölünmüş" insan? Mutluluk... Yaşatmak isteyen de, öldürmek isteyen de mutluluk istiyor. İnsanın vazgeçemediği bir yönelim bu. Ama herkes kendi mutluluk tarifini hayata geçirme çabasında. Peki bölünmüş insanlıkta bu mümkün mü?
Elbette mutluluğun tarifi muhteliftir. Ancak onun insan yüzündeki yayılışı tektir. Sanırım bir çiçeğin açmasıyla mutluluğun ilişkisi olmalı. Mesela, belgesellerde izleyenler görebilirler, bir çiçeğin açmasının hızlı çekimle gösterilmesi durumu… Bir gülün hızlı çekimle açmasını izleyin… İşte insanın yüzündeki mutluluğun yayılış hali… Yüz hatlarının tıpkı bir çiçeğin gevşeyerek, rahatlayarak açması gibi…
Elbette, insanın en temel yönelimi olan mutluluk öyle insanın başına yoldan geçerken düşebilen bir şey değil. Tıpkı güneşin yavaş yavaş doğup tüm vücudu ele geçirmesi gibi tüm sıcaklığıyla insanı sarandır mutluluk. Mutsuzluk da öyle, karanlığın yayaş yavaş vücudu ele geçirmesi; bu ele geçirmenin yarattığı belirsizlik ve tedirginlik durumu…Ve ortaya çıkan insanın benliğinde yara izi gibi duran mutsuzluk… Yani mutluluk ve mutsuzluk hali, insanın sınırlarını aşmasıyla, kendini akvaryumda balık gibi görmesi arasındaki fark kadar bir duruma işaret eder.
Mutluluk ve mutsuzluk konusunda insanın hayatta verdiği onay ve retler belirleyici oluyor. Tabii insanın verdiği onay ve retler pek çok faktöre bağlı: dünyayı değerlendirmekte kullandığı ölçeğe, çaresizliğe, çoğunlukla seçeneklerin farkında olmamaya. Tabii ekonomik imkânları, kaderciliği, kendi gücünü idrak edememeyi de göz önüne almalı… Özellikle gelenekler ve kadercilik, insanın iyi ile kötü arasında ayrım yapma imkânını, kötüyü görme kapasitesini sınırlayan bir faktördür.
Diğer taraftan bölünmüş insan, bırakalım gerçek mutluluğu, mevsimini kaybetmiş hormonlu meyve gibi, tadı geç kalmış... öğrendiği yollardan tekrar tekrar geçip farklı bir yere çıkma çabasında. Evine giderken ezbere bildiği yol gibi, ezbere duygularla mutluluğu arıyor. Oysa ezbere bildiği o mühendislik (!) ürünü duygular, insanın kendine ihanetinin belgesi niteliğinde. Ezber ve öğretilmiş duyguların insanın bölünmüşlüğünü beslediği, kendi gerçeğiyle yüzleşmesini engellediği ortada… Yaşamın, herkesin mutluluğundan başka bir amacı olduğunda her şeyin nasıl kirlendiği de…
Bölünmüş insan, diğer yarısıyla bütünleştiğinde iyide, güzelde, mutlulukta ve adalet duygusunda da bütünleşecektir. Böyle olunca, İyi, güzel, adalet ve mutluluk duygusu coğrafyadan coğrafyaya göre değişmeyecek, yeryüzünün hormonlu ürünleri gibi anlamsız işlerin peşinde koşmayacaklardır.
O vakit, yaşamın herkesin mutluluğundan başka bir amacı olmayacak.