Bu yazı dizisinde 3 yıl hazırlığını, 5 yıl da yöneticiliğini yaptığım Sosyal İnsan yayınlarını anlatıyorum. Bu 8 yıllık süreçte yayın işlerini neredeyse tek başıma sürdürdüm ama epey sayıda insan da çevremizde oldular, katkıda bulunmaya çalıştılar, dahası bu sürece tanıklık ettiler. Bu insanların bir kısmı bugün aramızda değiller, ne yazık ki Suat Şükrü Kundakçı, Sadık Göksu ve Emin Karaca ağabeylerimizi ve Hüseyin Budak kardeşimizi kaybettik. Ancak sürece şurasından burasından dahil olan birçok arkadaşımız halen yaşıyorlar ve ben burada yanlış bir şeyler yazarsam düzeltecek durumdalar.
İstanbul’a Gelişim
2003 yılının mart ayı başlarında İstanbul’daki arkadaşım Atilla Önal aradı. Yakından tanıdığımız devrimci arkadaşımız Alaattin Orhan’ı bir trafik kazasında kaybettiğimizi haber verdi. Cenazesi kaldırılmıştı ama benim zaten gidecek durumum yoktu. O zamanlar eşimden yeni ayrılmış, işsiz bir biçimde İzmir’de yaşıyordum. Ancak ne olursa olsun İstanbul’a taşınmak için de çabalıyordum. Nitekim yaklaşık bir ay kadar sonra A. Önal yeniden arayıp, Alaattin için bir anma toplantısı yapılacağını duyurduğunda imkanlarımı zorlayıp gittim İstanbul’a. Amacım hem anmaya katılmak, hem de eski çevremden kimler gelirse onlarla görüşüp, İstanbul’da bir iş bulmamam yardımlarını sağlamaktı. Bu arada yaşım 48 olmuştu ve nasıl bir iş bulabileceğimi de bilmiyordum açıkçası.
Anma toplantısı Kadıköy rıhtımında, eski milletvekili Selman Kaya’nın 3 katlı lokantasının en üst katında yapıldı. Biz Alaattin’le 1977 bahar aylarında şiddetli bir tartışma yaşadığımız için yıllardır görüşmüyorduk. Bunda onun da benim de 12 Eylül rejiminde siyasi kaçak olarak uzun yıllar geçirmemizin de payı vardı kuşkusuz. Yıllarca görüşmesek de Alaattin üretkenliğini takdir ettiğim bir arkadaşımızdı. Anmasında bulunmayı bu yüzden de istemiştim. Nitekim istediğim gibi de oldu. Uzun kaçaklık yıllarının ardından geçim için çabaladığım yılları da ekleyince neredeyse yirmi yıldır görmediğim birçok dost ve arkadaşı görme fırsatım oldu, hasret giderdik. 50-60 kişilik toplantıdan hatırladığım birkaç kişinin adını yazayım: O zamanlar Tüko-Der genel başkanlığını yürüten Mehmet Sevim, Kartal bölgesinden emektar işçi Kazım Özgenç, Öğretmen Turgut Ünlü, Hepimizi Sedat hocası Sedat Özkol, A. Önal, Haşmet Atahan, Ferruh Özbalı, Ümit Orhan, adını duyduğum ama o toplantıda ilk kez gördüğüm Suat Şükrü Kundakçı.
Toplantı, bir anmanın gereklerine uygun konuşmalar yapıldıktan sonra sona erdi. Bu sırada konuştuğum Haşmet Atahan hal hatır sorduktan sonra ne yaptığımı, ne yapmayı düşündüğümü falan sordu. Ben de işsiz olduğumu, İstanbul’a gelip ne olursa olsun iş bulup yerleşeceğimi söyledim. Bunun üzerine, daha ayrıntılı konuşalım diye ertesi gün beni Taksim’e çağırdı. Taksim’de buluştuğumuzda, Tarlabaşı’ndan Dolapdere’ye inen sokakların birinde olan eski bir binaya götürdü beni. Oldukça eski ama sağlam duran bu binayı yeni aldığını, binayı toparlayacağını ama bu süre içinde de, binanın bir bölümünde bir Kıvılcımlı Vakfı kurup yürütmeyi düşündüğünü söyledi. Kendisi o zamanlar Kırklareli’nin bir ilçesinde noterlik yapıyordu. Vakıf çalışmalarını yürütmek için bana birlikte çalışmayı teklif etti. Benim için bulunmaz bir teklifti, hemen kabul ettim.
1992 yılında içinde Haşmet Atahan ve Alaattin Orhan’ın da bulunduğu çok sayıda kişi Kıvılcımlı Vakfı kurulması için epey uğraşmışlardı. Toplantılar yapılmış, bazı bölgeler gezilerek kişilerle görüşülmüş, bültenler falan çıkarılmış fakat sonuç alınamadan dağılınmış. H. Atahan, o dönemden çıkardığı derslerle şunları söylüyordu: “Öyle önceden birçok kişiyi toplayıp bir girişime kalkışılınca, bizim yapımız gereği, her kafadan bir ses çıkıyor, geçimsizlikler oluyor, gereksiz husumetler depreşiyor ve sonuç bir türlü alınamıyor. Dolayısıyla bu defa değişik bir yöntem denemeliyiz. Gerektiği kadar ama sınırlı sayıda gönüllü insan ile kuruluş yapılmalı, sonra herkese buyurun bu kuruluşta birlikte çalışalım denmeli.” Böylece hiç olmazsa kuruluş esnasındaki lüzumsuz ve çok uzun tartışmaların önüne geçip, hiç olmazsa kuruluşu garantilemeyi düşünüyordu ki haklıydı.
Mutabık kaldık ve ben İzmir’deki yaşamımı bozup, İstanbul’a taşınma kararıyla döndüm. Kesin taşınmama kadar geçen 4-5 aylık sürede de olabildiğince zamanımın çoğunu İstanbul’a ayırmaya çalıştım. Bu gidiş gelişlerimden birinde, H. Atahan’ın noterlik yaptığı Kırklareli’nin Vize ilçesinde kaldım birkaç gün. Kendisi davet etmişti beni. Birlikte zaman geçirerek, görüş ve düşüncelerini yakından tanımamı istiyordu. Birlikte çalışmaya başlamadan önce böyle bir tanışmanın yararına ikimiz de inanıyorduk. Bana görüş, yazı ve konuşmalarını içeren bir CD verdi. 1-2 gün onları okudum. Bu görüş ve düşünceleri birkaç yıl sonra “68 BAŞKALDIRISI” başlığıyla kitaplaştırdık, orada ayrıntılarıyla var. Özet olarak, Kıvılcımlı’yı ulusalcı bir yorumla savunan görüşlerdi. 68’liler Birliği yöneticisi olarak katıldığı toplantılarda yaptığı açıklama ve konuşmalar da aynı paraleldeydi. Çevresi de kendisi gibi düşünenlerle çevriliydi. Görünüşü utangaç, ürkek bir Perinçekçi duruşuydu. Konuşmalarını dinleyip, yazılarını okuduktan sonra görüşlerimi söyledim. Bunların kendi düşüncesi olduğunu, kimin nasıl davranacağına karışamayacağımı, kuracağımız vakıfta ve vakıf yayınlarında Kıvılcımlı’nın görüşlerinden başka bir yoruma yer vermedikten sonra benim için sorun olmayacağını söyledim.
Yine bu gidiş gelişlerimde Vakıf kuruluşu için gerekli formaliteleri de araştırmaya başladık ve daha başlangıçta çarpıldık. AKP’den bir önceki hükumet olan Ecevit hükumeti, güya dinci vakıfların kuruluşunu zorlaştırmak amacıyla vakıf kuruluşundaki vakfiye denilen maddi varlık ya da nakiti çok yükseltmişti. Şöyle ki: Örneğin Kıvılcımlı Tanıtım Vakfı kuracaksanız 360 bin lira (o zamanki deyişle milyar), buna tanıtım ve kültür eklerseniz 500 milyar, kültüre dayanışma falan eklerseniz 600 milyar gibi. Dinci vakıf girişimcileri bu meblağları kolaylıkla bulabilirlerdi, asıl engellenen bizim gibi vakıf girişimcileri olmuştu. Böylece daha başlamadan bitmiş oldu vakıf hevesimiz.
Vakıf kuramayacağımız anlaşılınca bir yayınevi kurarak da vakıf gibi çalışabileceğimizi düşündük. Hem düzenli olarak kitap çıkarır, hem de yapacağımız etkinliklerle vakfı aratmayacak çalışmalar yapabilecektik. Bir yandan bina toparlanırken, bir yandan da ben binaya yerleşecek, hem de yayınevini hayata geçirecektik.
Gelecek yazı: YAYINEVİNİN KURULUŞUNDAN ÖNCE II