“Sevgili Arkadaşlarım,
“Burada, kanlı biçimler almış sınıflar savaşının en ateşli günlerinde, epeyce serinkanlı olması gereken bir ‘Durum Yargılaması’ yapmak istiyorum. Savaşan askerler, savaşın her aşamasında, ‘Durum Muhasebesi’ dedikleri, bir araştırı ve inceleme yaparlar. Ondan sonra gene savaşa geçerler. Ben de, kutsal İkinci Kurtuluş Savaşımızın şu aşamasında, size, birinciyi de görmüş bir arkadaşınız olarak, kısa bir yargılama, Durum Yargılaması yapmayı deneyeceğim.” (s. 9)
6 Mart 1971 günü (12 Mart Muhtırası’ndan bir hafta önce) Ankara hukuk Fakültesi’ndeki “Durum Yargılaması” Konferansına bu sözlerle başlıyor Kıvılcımlı. Aslında konferans değil bir panel yapılması planlanmıştı. Sosyalist Gazetesi’ndeki duyuruya göre: “5 Mart 1971 Cuma günü saat 18’de Siyasal Bilgiler Fakültesi Konferans Salonunda, ‘BÜYÜK DERLENİŞ ve PROLETARYA PARTİSİ” konulu bir panel yapılacak, Konuşmacılar: Dr. HİKMET KIVILCIMLI, MİHRİ BELLİ ve MAHİR ÇAYAN’ deniyordu.”
Ancak diğer iki konuşmacı kendilerine göre gerekçelerle panele katılmaktan vazgeçince, o gün Kıvılcımlı Sosyalist Gazetesi’nin Ankara Bürosunda bir sohbet toplantısı yapmış, ertesi gün de Hukuk Fakültesi anfisinde DURUM YARGILAMASI KONFERANSI’nı vermiştir.
Konferansın içeriğinin güncelliği ve öneminden dolayı, metni defalarca kitap olarak yayınlanmıştır. Biz de kitap olarak yazılmamış olmasına karşın artık kitap olarak değerlendirilen bu metni Kıvılcımlı Külliyatı içinde tanıtıyoruz.
Panelin konusu olarak BÜYÜK DERLENİŞ ve PROLETARYA PARTİSİ seçildiği için, konferansın konusu da o olmuş. Parti siyasi iktidar aracı olduğu için, Kıvılcımlı da; “Parti Yolcuları, yani siyasi iktidar savaşı yapma yolcuları diyebileceğimiz insanlar kimlerdir? Ve bunlar bugün kaç parçadırlar? Onun üzerinde kısa bir durum yargılaması yapmak, herhalde sizin de önereceğiniz tartışmalar için bir kaneva olabilir sanıyorum” dedikten sonra şu tespitlerle sürdürür konferansını:
“Bu siyasi iktidar savaşı güden akımlar, başlıca, benim görebildiğim kadarıyla 5 parça görünüyorlar. Tabi bunların her birinin içinde de, ikinci kerte bölünmeler diye başka parçalar var. Ama şöyle bir ana çizisinde ayrım yapmak gerekirse, 5 parça görüyoruz.
“Birisi: TİP dediğimiz Türkiye İşçi Partisi. O da kendine göre siyasi iktidar savaşı yapan bir örgüt durumunda.
“Ondan sonra: Özellikle Yeni Aydınlık diyebileceğimiz, Aydınlık Dergisi çevresinde çıkmış bir sosyalist akım oldu. Bu da, bildiğimiz gibi iki parçaya bölündü. Birisi Ak Aydınlık oldu, ötekisi Al Aydınlık oldu.
“Bu üç akımın yanında, üstünde, belki de her yanında, bir de Gençlik, büyük gençlik yığınımızın savaş ve örgüt denemeleri var ve uygulamaları var.
Bunları gözden geçirirken, hepsi üzerinde kısa bazı karakteristikler yapmak yararlı olacak.” [Beşinci sosyalist akım da Kıvılcımlı öncülüğünde toplanmış olan Sosyalist Düşünce ve Davranış Gazetesi akımıdır. A. Kale] (s. 12)
Daha sonra tek tek bu grupların değerlendirmesine geçer. Ancak kitap okunduğunda da görüleceği üzere, değerlendirmeleri bir eleştiri bombardımanı değildir. Bu akımları ve davranışlarını sınıfcıl temellerine göre eleştirirken, Lenin’in “Birleşebilmek için, birleşmeden önce, ayrılık noktalarının altının çizilmesi” ilkesine uygun davranmıştır. Kendisi de bu konferanstan birkaç ay önce yayınladığı “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” çağrısında “Herkesi mahkum etmek kolaydır, herkesten yararlanmayı bilmek zordur” demişti zaten.
Değerlendirmelerine TİP’ten başlar. Özet olarak TİP’in Parlamentarist ve Sendikalist karakterini belirlerken, bu tespitlerini günümüze de çok ışık tutacak Lenin ustadan bir alıntıyla pekiştirir: “Uygulaması burjuva demokrasinin gerçekten halk dostu olabilirmiş sanısını uyandıracak, şartların ve kanun maddelerinin tasarılarını hazırlama yolunda çabalar denli toyca ve kısırca bir iş olamaz."
İkinci olarak AK AYDINLIK grubunu ele alır. Bugünkü “İşçi” Partisi’nin kökeni olan bu grupla ilgili o günlerde “CIA Sosyalizmi Tarih Kalpazanları” ve “CIA Sosyalizmi Nasıl Yapılır?” yazılarını yayınlamış olan Kıvılcımlı, bu konferansta da “…çocuk olmalarına rağmen, biraz da münafıkça çocuklar” diye başlayarak, uzun uzun Lenin’den de alıntılarla sapıklıklarını sergiler. Ve sergilemesini bitirirken “…kendilerini burada bir kere daha, arkadaşlar önünde, belki son olarak, uyarmak isterim” (s. 21) diyerek bitirir değerlendirmesini. Ne yazık ki bu grup CIA gönüllüsü düşünce ve eylemlerini Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra da günümüze dek arttırarak sürdürmüşlerdir.
Üçüncü olarak “GENÇ TÜRKLER” dediği ve her grubun içinde bolca da yer alan gençliği, “Çete Yaratıcıları” alt başlığı ile incelemeye başlar.
“Bunların da en çok unuttukları nokta: Yığınlarımıza ve en başta İşçi Sınıfımıza dayanma ama sözde değil tabii, örgütle gerçekten dayanma gerçeği üzerine gereği kadar ağırlık vermemiş olmaları biçiminde görünüyor.” (s. 23)
Özellikle Lenin’in İki Taktik kitabından yaptığı alıntılarla Parti, işçi sınıfı, devrimcilerin yığınlarla olması gereken ilişkileri üzerinde durduktan sonra:
“İşte, bizim Genç Türkler yoldaşlarımızın diyeyim, en çok ihmal ettikleri bu ikinci problem. Parlak, çok büyük, doğru sloganlar, parolalar atmak yetmiyor. Mutlaka, onlara yüzde 1 önem veriyorsak, yani enerjimizin yüzde 1'ini oraya harcıyorsak. Usta öyle diyor, yüzde 99'unu da sınıf içinde harcayacağız. Ve somut olarak da teklif ediyor; lütfen, bir aydının 4 tane işçi koyun yanına, komiteler böyle olsun, diyor.
“Bu kısa gerçekler bütün somutluğu ile önümüze çıkınca, Genç Türk arkadaşlarımızın nereleri ihmal ettiği kendiliğinden anlaşılıyor. Tabii bu ihmal edilince, büyük yığın unutuluyor.” (s. 27)
Yığın ihmal edilince, yeterli bağlar kurulamıyor, kurulamayınca da o muazzam devrimci enerji başka noktalara kayıyor. Ve Kıvılcımlı:
“…tarihte her olayın, her büyük değişikliğin olduğu gibi, sosyal devrimin de birinci şartı: Büyük yığınların o devrimden yana düşünüp davranmalarıyla sağlanır. Büyük yığınlar dışında sosyal devrim düşünmek hayal olur. Ayrıca da, biz düşündük mü, kendimize de yazık olur.
“Bu duruma en çok acımak, bu durumun üzerinde durmak hepimizin görevi olmalıdır kanısındayım. Bu durum ihmal edildiği içindir ki, Genç Türklerimiz, adeta Çete Yaratıcıları diyebileceğimiz, yani Gerilla yaratıcılığı içinde, devrimcilik gerçekleştirmek ister duruma girdiler, giriyorlar. Onların o büyük, güzel, hatta kahramanca eylemlerini küçümsemek, hiçbirimizin elbette hatırından geçecek kadar saygısızlık göstermesine yer vermez. Elbet onları selamlarız, yürekten benimseriz. Ama bazı, acı da olsa gerçekleri birbirimize hatırlatmazsak, bizim kardeşliğimiz, devrim arkadaşlığımız nerede kalır?
“O açıdan ben, bu Çete Yaratıcılığı diyebileceğimiz, (Türkçesi çete, Gerilla işte İspanyolcası) durumundan kurtulma yollarını elbirliğiyle aramanın zamanı geldiğini, hatta çok da geçtiğini bir saniye bile unutmamak gerektiği kanısındayım.” (s. 27-28)
Gençliğe yapılan bu dostça ama parti olmadan, parti yığın ilişkisi sağlanmadan kalıcı bir silahlı mücadelenin de olamayacağını acı ve sert biçimde hatırlattıktan sonra, dördüncü grup olan AL AYDINLIK yani o zamanki deyimle MDD’cilik ya da Mihri Belli grubunu değerlendirir. Aslında Mihri Belli ve MDD tezlerinin ayrıntılı eleştirisini daha önce “Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama” kitabıyla yapmış olan Kıvılcımlı konferansta da Al Aydınlık’ın sınıf analizindeki çarpıklığını ve o çarpıklığa dayalı “parti kurulamaz” tezinden birdenbire “parti kuralım” düşüncesine atlamasındaki tutarsızlığı şu satırlarla eleştirir:
“… Olmaz diyorlar. Sonra birdenbire, tabii olmazın çok olumsuz sonuçlar yarattığı görülünce, 180 derece bir öbür yana geçmek suretiyle, hemen bu gece, sabaha karşı bir parti kuralım, diye bir telaş belirdi bildiğiniz gibi. İkisi de iki uç, ortası yok.
“Oysa bugün konu, yeni aşamada, bir 50 yıllık tarihçesi bulunan Türkiye'nin Sosyalist Hareketinin ve Sosyalist Parti tutumunun Reorganizasyonu’dur, yeni baştan örgütlenmesidir. Buna alçak gönüllülükle ve büyük bir gerçekçilikle el koymak gerekir, kafa koymak gerekir. Yahut baş koymak halkımızın dediği gibi.
“Böyle bir kaçınılmazlık göz önünde durup dururken, onu, o yanlış sosyal sınıf ilişkileri üzerindeki yanlış teşhisin, değerlendirmenin sonucu olarak. Bir uçtan bir uca sallanan biçimde koymak, bildiğiniz gibi, proletaryan bir problem koyuş olmaz. Tabii, işçi sınıfına yaraşır bir çözüm de getirmemiş oluyor.” ( s. 32)
Grupları böylece değerlendirdikten sonra, son söz olarak, “Benim görebildiğim kadarıyla, bugün Türkiye'de sosyalist diyebileceğimiz devrimcilerin "Durum Yargılaması", şu birkaç kelimeyle özetlediğim biçimdedir” diye konferansı kapatmadan önce kendisinin ve başında olduğu Sosyalist gazetesinin konumuna da şu sözlerle değinir:
“Oysa Parti Yapıcılığı konu değildir. Parti geleneğini, göreneğini, tarihini, deneylerini vb. göz önünde tutarak, bugünkü aşamada bir Reorganizasyon yapmak lazımdır. Ve bu Reorganizasyonda hangi prensipleri, hangi parolaları, hangi davranışları koyacağımızı bir kere daha, hep birlikte, arkadaşça, kardeşçe koyup çözmemiz lazımdır.
“Bu iddiayı da, Beşinci Sosyalist Akım diyebileceğimiz, düşünce ve davranış ortamı, somut örnekleriyle koyuyor ve koyacaktır tabii.” (s. 33)
Konferansın bitiminden sonra uzun uzun soru ve cevaplarla sürer toplantı. Bir gün evvel ODTÜ Jandarma tarafından basılmış ve bir devrimci katledilmiştir. Kıvılcımlı’nın “Çete Yaratıcıları” dediği gençlik, silahlı mücadele hazırlıklarındadır. Soru ve cevap bölümünde bu ortam etkisini gösterir. Kıvılcımlı büyük bir hoşgörü ve soğukkanlılıkla soruları alır ve cevaplar, tahriklere kapılmaz.
Her konuda gelir sorular. Silahlı mücadele anlayışından sosyalist hareketin tarihine, yığın örgütlenmesindeki ilkelerden, proletarya partisinin nasıl olması gerektiğine ve daha bir yığın konuya kadar sorulur ve cevaplanır. Yeri gelmişken her zaman yanlış anlaşılmış, hâlâ da Kıvılcımlı devamcılarından bazıları tarafından bile yanlış anlaşılmaya devam edilen bir konudaki soruya karşılık Kıvılcımlı’nın cevabını aktarmak isteriz.
“Gene, ikinci soru: Kürt Sorunu karşısındaki tavır ne olmalıdır? Halk savaşı ve sınıf savaşı nedir? Aynı şeyler midir? Türkiye'deki hakim üretim biçimi ve iktidarın siyasi niteliği nedir?
“Şimdi, kardeşlerim. Türkiye'nin bir Doğu Trajedisi var. Ve bunu ben, daha açılmadan önce, "Doğu Üniversite"sinde dört buçuk sene geceli gündüzlü etüt etmiş bir arkadaşınızım. O trajediyi. O trajedi ölçüsünde bana açılacak suallerin hepsini çok küçük görüyorum. Yani bu sorular, o trajedinin soruları değil, evvela.
“Ondan sonra, o konuda, her defa karşılaşıyoruz. Yerden göğe kadar hak veriyorum soran arkadaşlarıma. İçlerindeki acıyı çok iyi biliyorum. Ben de, aynen o acıları dört buçuk sene yaşamış bir arkadaşınızım. Ancak, demin o silahlı savaş, falan filan meselelerinde olduğu gibi, bu konunun da böyle geniş salonlarda, tamamen demokratik bir hava içinde tartışılıp, konuşulup, çözüme bağlanacak konulardan olmadığına kaniim.
“Bana, başka bir arkadaş, İstanbul'da bir seminer sırasında, kalktı: Lenin'den milliyet davası hakkında şöyle beş on tane pasaj okudu. Bunlar doğru mu, dedi. Tamam, doğru dedim. E, ne susuyorsunuz, dedi. Affedersiniz: ‘Sıkmıyor, ondan’, dedim. Yani, kaba bir söz ama...
“Şimdi, yani, bu konuda konuşmak, kuru kabadayılık biçimiyle olmaz arkadaşlar. Zaten bu konuda konuşulacak tek söz de yersiz, boşa söz olur. Bu, ancak eylemlerin konuştuğu bir alandır. Ben bu kadar söylüyorum. Bu konudaki derdimi, arkadaşların açtırmamalarını özür dileyerek rica ediyorum.”(s.66)
Cevapta geçen “sıkmıyor” kelimesini, korktum biçiminde yorumlamayı anlamak mümkün değil. Kıvılcımlı gibi hayatı işkence ve tabutluklarda geçmiş birine yakıştırmak doğru değil, hele de bir zamanlar izleyicisi olanlarca. Bizce bu cevabın en önemli yeri “Zaten bu konuda konuşulacak tek söz de yersiz, boşa söz olur. Bu, ancak eylemlerin konuştuğu bir alandır” cümleleridir. Nitekim daha çok uzun bir zaman geçmeden 10 yıl kadar sonra Kürt halkının çocukları, “geniş salonlarda, tamamen demokratik bir hava içinde tartışılıp, konuşulup, çözüme” gidilmeyeceğini görüp, “eylemlerin konuştuğu” alana atlayarak çözüm aramış ve epey mesafe katetmişlerdir.
Yazımızı bağlamadan birkaç sayfa sonrasından aynı konudaki Kıvılcımlı’nın sözlerini aktararak görüşümüzü pekiştirelim:
“…benim konuşmalarımda, daima, orada geçirdiğim dört buçuk senelik "Üniversite" tahsili dediğim hayatımda gördüğüm, anladığım ölçüde anlattığım bir gerçeklik vardır. Orada gözüm önünde geçmiştir. Bir nevi sömürge metoduyla oraya, işte belirli bir ırkın elamanları göç ettirilmiş, iskan ettirilmiş. Maksat da, oradaki, anadili, ana toplumu -temsil dedikleri eskilerin- asimile etmek (eritip sindirmek, kana karıştırmak). Ben onları orada gördüm, gayet somut örnekleriyle.
“Bütün bu teşebbüslerin hepsinin, bazen ağlanacak kadar, bazen de gülünecek kadar başarısızlığa uğradığını da gördüm. Bundan dolayı orada, herhangi bir asimilasyon olmuş değil. Tam onun zıddı olduğunu gördüğüm için, bu gördüğüm gerçeği de, her zaman bu konuda konuştuğum (ama böyle toplantılarda değil), konuştuğum arkadaşlara sık sık açıklamışımdır.
“Oradaki toplumun, Doğu Toplumu’nun bir de sosyal karakteristiği vardır. Onu bizim politikacılarımız değil, sosyalistlerimiz bile henüz pek daha anlamış değiliz. Oysa o karakteristik, orada adeta uygarlık öncesi, sınıflı toplum öncesi toplum biçimlerinin yaşadığıdır. Yani İlkel Komuna... Aşiretler denilen şeyler orada İlkel Komunadır. İlkel Komuna’da, bildiğimiz gibi, insanların hepsi silahlıdır. Evet, yani bütün vatandaşlar eşit, kan kardeşi oldukları gibi, dışarıya karşı savunmaları için tepeden tırnağa silahlıdırlar. Hâlâ da bütün trajediler bu realiteden kaynak alıp yürüyor.
“Hepsi kan kardeşi olan... Yoksulluk içinde, o başka... İlkellik içinde, tabii. Ama kan kardeşi olan -her ne kadar bu kan kardeşliği ilişkileri çözülmüş ve çözülmekte ise de, gene de ilkeltipiyle az çok devam eden- bir toplum biçimidir. Bu biçimi, dışarıdan göndereceğimiz birkaç yüz, birkaç bin aileyle asimile etmek hayalden ibaret kalır.
“Çünkü onlar hem örgütlüdürler, hem silahlıdırlar. Hem de kan kardeşi tipinde birbirleriyle gayet sıkı ve kültür üçüzünün bütün gücünü. Yani, dans, müzik ve şiir dediğimiz üçüzü; bütün halinde, birlik halinde yaşayan toplumcuklardır. Onun için onlara, yani kurşun işlemez. Değil ki, temsil, asimilasyon gidip de onları çözsün, onlara etki yapsın. Ve bu yüzden de, bütün o sömürge politikacısı kafasıyla yapılan teşebbüsler boşa gitmiştir.
“…Kısa geçmemin sebebi de, bu kısa açıklamamın ta kendisidir. Yani devrim, devrimci aksiyon, devrimci gevezelik değildir. Onu hiç unutmamak lazım. (s. 69-70)