Erdoğan, 3 Mayıs 2019'da "Avrupa'nın medeniyet makyajı akıyor, daha çok yanacaksınız"
Erdoğan, geçen hafta "Kendimizi Avrupa'da görüyor ve geleceğimizi Avrupa ile birlikte tasavvur ediyoruz"
Türkiye siyasetinin geldiği aşama maalesef utanma belirtisi göstermeden ilerliyor mu, geriliyor mu diye düşünmeden edemiyorum.
Dünya Reis'lerine taraftarı yavaş dönse iyiydi, ümmet yetişemiyor, olması gerekirdi.
Yılda 30-40 milyar dolar dış finansman bulunmadığında ekonominin çarklarının dönmediği bir ülke olunca, Erdoğan gibileri tükürdüğünü yalamakta ve liberal diktatörlüğün alameti farikasını göstermekte gönülsüzlük edemiyor.
Sanayisi dışa bağımlı, sermaye bağımsızlığı olmayan, makine ve teknoloji üretiminde milli sanayisi gelişmemiş, hammadde bakımından aşırı ithalat bağımlısı olduğu için ekonominin büyüdüğü, üretimin arttığı dönemlerde cari açık da artıyordu.
Peki, ya ekonominin küçüldüğü, üretimin daraldığı dönemde cari açığın tırmanmasına ne demeliydi?
İşte o, Erdoğan ve liberallerin efendilik etmeye çalıştıkları Türkiye ekonomisiyle beraber tükenmişlik noktası.
Bunun için şimdi enflasyon ve borç krizi korkusuyla faize yüklendiler.
Çünkü 250 milyar lira para basan, diğer yandan düşük faizlerle kredi patlamasını teşvik eden Merkez Bankası, birden ''enflasyonun öngörülenden daha yüksek bir seyir izlediğini'' saptayıverdi.
Üretkenliği dibe vuran, işsizliğin tsunamiye dönüştüğü, yatırımların beş yıldır açıkça gerilediği bir ekonomide, bu denli aşırı para genişlemesinin TL’nin değer kaybına yol açacağı kolayca ''öngörülebilir''di oysa.
Onlar bunu görmeyi reddetti.
Çünkü faiz ve döviz kurlarından hangisinin ne zaman ne kadar bastırılacağı egemenler içinde gitgide şiddetlenen bir kavga.
Kavga öngörülemez mı?
Öngörülemez...
Çıkarlar çatışması son kerteye geldiğinde o an kimin kime gücü yeterse.
Egemenler arası kliklerin bu kavgası Türkiye'yi oradan oraya savurup duruyor, tüm ülkeyi mahvediyor.
Sarayın negatif reel faiz politikası müteahhitleri ve yandaşları küçük-orta ölçekli rantçı kısmını kayırırken, sanayi banka sahibi sermaye kesimi aleyhine oluyor bu.
Çünkü yabancı mali sermayenin Türkiye piyasasından çekilmesine yol açarak döviz finansmanı krizine yol açıyor.
Ayrıca, negatif reel faiz koşullarında, dolar kurunu belli seviyelerde tutmak adına, Merkez Bankası'nın rezervleri de hızla eritildi.
Geriye ne kaldı?
Emperyalizmin ''acı reçete''si.
Acı reçete, aslında çoktan başlamıştı, sadece Erdoğan itiraf edemiyordu.
Saatlik işgücü verimi endeksi 2020’nin ilk üç ayında 127,7’den, ikinci üç ayında 151,1’e çıkmış. Reel ücret endeksi ise yerinde saymış. Yani, sömürüde yüzde 20’ye yakın bir sıçrama yaşanmış.
Bu, saray rejiminin hükümette kalmak için Avrupa'ya yaltaklanmasındaki dayanağıdır.
Çünkü Avrupa emperyalistlerinin pazarlamak istediği bu sömürü olanaklarıdır, Türkiye halkın canı, kanı, emeği, alınteridir.
Tam ''reform'' diyorlardı ''piyasanın gönlü hoş olsun da belki faizde bizi çok zorlamaz'' diye, tam Erdoğan hizmet ettiği sermaye çevresine düşük faiz lobisine sadakat yemini etmişti ki, Alaattin Çakıcı'nın faturası ağır oldu.
Yüzde 15 faiz.
Hükümet sermaye kontrolü riskini bir süreliğine daha savuşturdu.
Sermaye ayrıca para politikasında sadeleştirme yoluyla kamunun elinden piyasaya müdahale edecek imkanları daralttı. Enflasyon üzerinde ise sanılanın aksine olumlu bir etkide bulunmayacak. Fiilen uyguladığı oranı resmileştirmiş oldu sadece.
Uygulanan faizle resmi oran arasındaki 4,3 puanlık fark Erdoğan'ın itibarına dokun(a)muyoruz farkı idi.
Bunun üzerine Erdoğan'ın da farkında olduğu gibi çizik atıldı.
Hükümet enflasyon yükselmeye başlayınca ve halkın inlemesi yükselince bu durumu ''gördünüz mü, ben demiştim, yoluma geldiniz işte'' demek için kullanacak.
Onların derdi halkı kendi kucaklarına düşürmek.
O yüzden kimse Erdoğan bugün bir çalım yemiş gibi davranmamalı, olayı hafife almamalı.
Bununla beraber, faiz bindirip ekonomiyi soğutmak için salgının şiddetlenmesini ve zaten ekonomiyi zorlayacak kısıtlama/kapatma ortamını beklediler mi, beklediler.
İşte bu, tekelci sermayenin acımasızca canavarlığının, insan hayatını hiçe sayan müthiş bir örneğidir.
Faiz enflasyonun sebebi mi sonucu mu diye vülger tartışmaların köpürtüldüğü yerde oluyor bu.
Baştan saçma bir tartışma.
Faizleri yükseltirseniz de düşürürseniz de bugünkü yönetim anlayışı ile varacağınız yer enflasyondur.
Türkiye hükümet ve muhalefetin yürüttüğü bu tartışmayla halka vakit kaybettiriyor.
Vakitten de fazlasını kaybettiriyor.
Yoksullaştırıyor.
Ucuz, hak yoksunu, çalışmaktan daha fazla alıkonulmuş ve geçim araçlarından daha uzağa savrulmuş, ezilmiş ve sıkı bir diktatörlükle kontrol edilen köle emeği inşa ediliyor.
Bugünkü tartışmaların özü bu.
Tekelci sermaye bu inşayı istiyor, hükümet de veriyor.
Faiz, döviz, enflasyon ve büyüme rakamlarından, finansal tablolarından ibaret bir tartışmaya odaklanmış ekonomiden başka şey çıkmaz zaten.
Bizim gündemimiz faiz değil.
Öncelikle emperyalistleri ve tekelci sermayeyi reddetmeyi bilmek gerekir.
Çünkü yürütülmekte olan tartışma halkın ürettiği artı-değere sermayenin hangi kesiminin hangi oranda ve ne kadar süreyle el koyacağının tartışmasıdır.
Ekonomiyi tartışmak isteyen kişi, önce bunu karşısına alacak.
Sonra diyecek ki, uluslararası parababaları faiz yükselsin istiyor.
Müteahhitler ise vatandaşa ellerinde kalmış karton kutusu gibi evleri satabilmek için düşük faizden yana.
Bankalar her durumda kârının peşinde.
Düşük faiz enflasyonu daha fazla arttırdığında ekmeği küçülen halk.
Yüksek faiz yüzünden yatırımlar kısıldığında ise işsizlikle bedeli ödeyen yine halk.
İki durumda da enflasyon etkisi apaçık.
Halkın çıkarı faizin ekonomiden kaldırılmasındadır.
Bizim programımız faizle oynamak değil, çıkarları faize bağlı olanların ekonomik diktatörlüğünü kazıyıp atmaktır.
Bizim programımız ülkeye çöreklenmiş tekelci mali oligarşiyi söküp atmak, tasfiye etmek, bankaları millileştirip tek bir üretken fon aracı olarak birleştirmek, yükü emperyalist finans-kapital ve onun yerli ortaklarının sırtına yıkmaktır. Temel ihtiyaçların, ağır sanayinin ve teknolojinin üretimini ve tedariğini devletçe planlamaktır, büyük servetleri servet vergisi ile vergilendirip çalışan halka çok gerekli üretim araçlarının yeniden üretimi için bütçe sağlamaktır.
Tarımda ve küçük-orta ölçekli üretici borçlarının silinmesidir.
Ne düşük faiz ne yüksek faizdir, bizim programımız faizin tamamen kaldırılması olmalıdır.
Çünkü bütün kötülüklerin anası, faizin de bir türü olduğu halktan çalınan artı-değerdir.
Kimisi fabrikanın karı olarak, kimisi bankanın aldığı faiz olarak, kimisi perakende ve toptan ticaretin karı olarak, kimisi toprağın ve binaların kirası (rantı) olarak faiz ekonomisi ile halktan gasp ediyorlar.
Bu durum ancak artı-değer ortadan kalkınca, ortadan kalkacaktır. O güne kadar AKP gibi, muhalefetteki yabancı sermaye şakşakçıları gibi haktan yana görünüp en ağır faiz köleliğini yaratan parti ve iktidarlar eksik olmayacaktır.
Boşuna bunların gündelik alavere dalavereleriyle zaman kaybetmeyelim. Yüksek faizden yana olan diğerini yerli ve milli sermaye yandaşlığıyla, düşük faizden yana olan diğerini küresel sermaye yandaşlığıyla suçluyor.
Sermaye sermayedir arkadaş.
Başına sıfat gelmez.
Çıkarı bellidir.
Nasıl çalıştığı bellidir.
Kime düşman olduğu bellidir.
Hükümetin uluslararası sermayeye sunduğu tek gerçekçi proje olan, halkı daha fazla ezme, kemer sıktırma, demokratik haklarının yasaklarıyla hakkını aramasını engelleme projesinin kurbanları olursunuz.
Döviz kurlarında yaşananlar Erdoğan'a ve AKP'ye sert bir mesaj verdi “oyun bitti, madem reform sözü verdin, oyalanma, ne yapacaksan yap” diyor uluslararası sermaye.
Mesajı almak yerine Arınç'ı da yediler, feda ettiler Damat'tan sonra.
Hükümetin işi mafyaya devretmesinden belli.
Reform sözünü ilk edenin kendi mahkeme duruşmasındayken İstanbul Grubu'ndan olan hakimi tehdit etmek için bir uyuşturucu baronunun olduğu ortaya çıktı zaten.
Burhan Kuzu'nu akıbeti sonrası Zindaşti dosyası öteki dünyaya havale edilmiş oldu, Albayrak ve Arınç'a ise el çektirildi.
Bunların ardında yaşanan gerçek AKP'nin hal-i pür melali.
Hem banka sahibi sermaye tarafından sıkıştırılıyorlar, saldırının ağır topları ve siyasi intiharın ilanı olan "yapısal reformlar" için, hem de aşağıdan yukarıya doğru el altından kayıp giden seçmenleri ve her gün daha fazla inleyen halk ve barut fıçısının patlaması yönünden sıkıştırılıyorlar.
AKP denen partinin bu karşıtların eyletilmesinden, gerilimin dindirilmesinden, uzlaştırılmasından ibaret olduğu unutulmasın. AKP bunu temsil edemediğinde çarşı karışır.
Karışıyor da.
Boşlukları mafya ile dolduruyorlar.
Devletin tepesi bütün lobilerin süprüntüsüyle, çamuruyla kaplanıyor.
Bütün olan biteni "reform" kelimesiyle kalabalıklara sunmak dahiyane. Sanki böylece ülkede birçok alanda birden bir iyileşme, gelişme, yenileşme vs yaşanacakmış gibi bir hisse kapılsın istiyorlar kitlelerin.
Sanki aynı anda tedavüle sokulan acı reçetenin panzehiri bu reform denen şeymiş gibi.
Aksine, önce yıkılması gereken ekonomik anlayış yıkılmadan bunlar olmaz.
Sadece daha yüksek faiz, daha fazla işsiz ve patlayan iflaslar, dağ gibi büyüyen borçlar, siyasal gericilik, kölelik ve savaşlar görürüz.
Eğer olayların gidişatı kendi haline bırakılırsa.
Yoksa acı reçeteyi göster, reforma razı et, sahtekar tekelci sermaye için reformizmini kurtuluş olarak dayat.
Egemenler böyle bir oyun içinde.
Bırakın işlerin düzelmesini, devlet iktidarını da son derece yıkık, çürük, rezil ve eskisinden daha umutsuz vaka haline getirmek zorunda olan bir oyun bu.
Gerçek şu ki, Türkiye bir reform ülkesi değildir.
Türkiye baştan aşağı bir devrim ülkesidir.
Yapmamız gereken, içinde bal yapmaz arıların gürültüyle vızıldadığı kovanı devirip içindeki tatlı balı yemek.
İğneler ne olacak peki?
Kovanı devirdiğimizde o iğneler postumuza işlemeyecek bile.
Bizim canımız asıl şimdi yanıyor.
Emperyalistlerden kurtulup balı alana kadar zaten yanacak canımız.