Bugun...


Fatih Akbulut

facebook-paylas
Güze iki varken bir pazar günü
Tarih: 20-09-2015 13:30:00 Güncelleme: 21-09-2015 15:14:00


Neredeydi kim bilir? Ne zaman, ne için, kiminle buralara gelmişti?

 

Gelmiş miydi? 

 

Zaman geçer, trenler bir bir ayrılır istasyondan... Banklar dolar boşalır, bilet gişesi sırası dolar boşalır, trenin penceresinden perona, perondan tren penceresine sallanır eller, hareket memurunun kırmızı şapkası ve elindeki ışıklı yuvarlak işaret tabelası, sonra, sonra çalan acı bir düdük ve önce patinaj yapan demir tekerlekler sonra ağır ağır sallanarak hareket eden vagonlar, demir tekerleklerin ray bağlantı yerlerinden geçerken çıkarttığı takırtılar, uzaklaştıkça kanama hızı artan ayrılıklar ve sarıp sarmalayan özlemler, rayın kurp ve deverine uygun dönerek gözden yitip giden en son vagonun arkasındaki kırmızı ışık... Elveda, elveda her nereye, her kimlere, her ne amaçla gidiliyorsa...

 

Yetmişli yılların sonlarına doğru, belki de seksenlerin ilk zamanlarında, delişmen gençliğin hüküm sürdüğü yaz sonlarının birinde, yine böyle bir gidişler ardından şunları yazmıştı kırık dökük sözcükleri toplamaya çalışarak not defterine:

 

Nasıl da ihtiyacı vardı bir omuza. Şöyle başını sola yatırıp yasladığı ve önünde sanki uçsuz bucaksız gözüken bir denizi hayal ederek. Masmavi suların üstünde uzaklarda ufacık gözüken gemileri, belki yelkenleri şişmiş bir tekneyi gözleyerek, kimi zaman sola devirdiği göz bebekleriyle onun dudaklarına bakarken ağzından çıkan sözcükleri yakalamak isteyivererek.

 

Hadi hiç olmazsa puslu akşamüstünde Moda'dan, çay bahçesinden Marmara'nın o bildik güzelliğini beraber soluyuvermek. İçtiği sade kahvenin telvesinin soğumasını beklerken görmek istediği şekillerin gizemini merak ederken sessizliği kart sesli simitçinin yarı anlaşılmaz seslenişiyle yarılıvermişken. Kenardaki tel çitin hemen altından kulağı markalanmış Moda sahili havhavının mahzun bakışlarla kafası toprağa eğik, ağaç diplerini koklayarak yürüyüp geçivermesi belki de içimi en çok hüzünlendiren.... Ne çok ihtiyacı vardı bir omuza sahiden. Ruj sürülmemiş doğal rengindeki dudakların fısıltısına ve temas ettiğinde yumuşaklığı içinde kayboluvermenin biraz ıslak ve çokça şehvetli arzusuna....

 

Ve işte şu an ne çok zaman geçtiğini düşünüyordu o özlemlerin ardından; neredeyse bir ömrün yarısı kadardı akıp gidiveren o yaşanmışlıklar. Halbuki, işte şimdi de buna benzer bir yazsonuydu ve ağaçların gölgesi altında en sevdiği, huzur bulduğu yerdeydi. Etrafına bakındı; ne çok kalabalık vardı bugün burada diye düşündü. Ve ne çok uğultuya neden oluyorlardı masaların doluluğunda ki sohbetlerde. En sağdan başlayıp boynunun döndüğünce sola kadar uzun uzun bakışlarla süzdü kalabalığı. Masadan kalkanlar, masaya yeni oturanlar, boş sandalye arayanlar, garsonların " çay isteyen var mı çay?..." nidaları arasında kayboluveren bakışlar. Hemen arkasındaki çay ocağından gelen bardak, tabak, çay kaşığı takırtılarına bir başka garsonun " köfte bir, şnitzel bir..." deyişi...

 

Not defterini çıkardı ve yazmaya başladı eskisi gibi:

 

" Ağaçların arasından gözüken gri gökyüzünü yavaş yavaş maviye dönüştüren bulutların şekilden şekle girirek dağılışlarının kimse farkında mıydı acaba? Kimse yalnız değil ki diye düşündü; hemen herkes karşısındakine bir şeyler anlatmakta, karşısındaki onu dinlerken onun gözün içine bakmakta, birisi garsona işaret etmekteydi vereceği siparişin telaşıyla. Küçük bir kız bir eli ağzında hemen yanı başımdaki tahta sette oturmuş karşısındaki kediye diğer eli ile "pisi pisi" yapmaktaydı tüm sevimliliği ile. Yan masadaki kadın yere bakarak telefonu ile konuşurken diğer eliyle de ağaçtan düşmüş güz yaprağı ile oynamaktaydı saat 16:59'u gösterirken. Yine ve yeni bir İstanbul akşamüstü, akşama doğru evrilivermekte ve o an benden başka hiç bir kimse " bütün bunlar, burada bulunan onca insandan kimin umurunda ki? " diye bir sorunun ve bu sorunun anlamsızlığının farkında bile değildi ...

 

Yalnızlığıma gece sarılıp uyumanın keyfini gündüz onu koluma takıp dolaştırmakta buluyorum. Elinden tutmuyorum kendini bağımlı hissetmesin diye. Yanımda onun temposuna uygun yürürken sağa sola bakmasına, hatta kimi zaman bir yerde durup etrafı seyretmesine izin bile veriyorum. Bir yerde oturuyorsak karşıma oturtuyorum ki tüm çıplaklığı ile onu görebileyim. İlk önce kendime sonra ona sipariş ediyorum çayı. Acıktığında tostu onunla paylaşmak hoşuma gidiyor ama bir tost kesmezse de ikincisini istemiyorum fazla kilo almasın diye. Yalnızlığımı seviyorum. Arada bir şımartmıyor da değilim hani. Gülümsetmek için elimden gelen herşeyi yapmaya her an hazırım ve yapıyorum da. Onun sıkılmış olması, yüzünün asık olmasına hiç tahammülüm yok itiraf etmem gerekirse. Onun mutluluğu benim mutluluğum çünkü. Kimi zaman sohbetimden sıkıldığını anladığında susuyor ve gazeteme dalıveriyorum anında. En çok da facebook'ta ona buna sataşmasını çok seviyorum. Hani şu klavye megalomanlığı yapanlar gibi aynı. Duyduğunu, gördüğünü, okuduğunu düşündüğü gibi anında yazacak, yoksa çatlayacak sanki... Ancak ne hikmetse her düşündüğünü yazar yazmasına da kendisi BECEREMEYENLERİN en hasıdır aslında; bunu bilir ve itiraf etmeye de hiç çekinmez, harbidir hani... En çok da bu yanını severim, hem de çok... Beni terk etmeyecek eminim...

 

Bunları düşünüken internette gördüğü Ece Temelkura’ın fotoğrafı üstünde yazan " İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde; korkma desin diye " ifadesi gelir aklına; önce dalar gibi olur ama sonra başlar anlatmaya tekrar yalnızlığına:

 

" Bana göre, Ece Temelkuran çok has bir kadın... Böylesi güzelliklerin içine girmek istiyor insan, hele de yalnızlığın ötesini düşündüğünde... Ama çoğu zaman ürkütüyor bu tip güçlü gözüken kadınlar; güçlü olduklarından değil sadece hayalin gerçekliğe dönüştüğünde en ufak bir olumsuzlukta bu güzelliğin cam gibi tuzla buz olacağı korkusundan...

 

Bir bakış, bir sözcükle ' merhaba ' deyiş, ardından gelişen paylaşımlar, zaman içinde ilk tanışışın göstermelik kibarlığı ve kendi olmayan davranışlarının tamamen doğallığa dönüşmesinin diyalektik sürecini yaşamaktır doğal olan... Ardından ete-kemiğe ve sinire dönüşen sade, çıplak insani tarafının elle tutulur, gözle görülür, kulakla duyulur ve en önemlisi içinde hissetmeyle normal bir insana ve normal bir ilişkiye dönüşmesidir bu hayalde ki güzellik...

 

Esas ürkütücü olan ise, bu doğallığın içinden insani zaafların da zaman içinde ortaya çıkacak olmasıdır. Onun için çok da hayal edip idealleştirmemek gerekir bu güzellikleri. Olduğu ve olması gerektiği kadarını içselleştirip aksini hissettiğinde bırakıp gidebilmektir tam da tadındayken... Zaten içindeki koşul ve gerçeklikler sadece okuyup, değerlendirmeni gerektiriyor sadece; ötesi ise ham bir hayalperestlik, değil mi?

 

İşte belki de zaman içinde gelişen o yalnızlık bu yalnızlıktır, kim bilir? Ama Ece Temelkuran'ın dediği gibi anlık "ÇOK YALNIZLIKTAN" öte "UZUN ERİMLİ YALNIZLIK" düşüncesidir bu. İşte o yalnızlık doğuruyor kanımca içimizdeki BEN’İ... Hatta o BEN, o kadar naif, o kadar saf, o kadar dürüst ve o kadar yalın ki, çoğu zaman ondan bile kaçıp kurtulmak isteği doğurabiliyor, duygusal olarak yorması nedeniyle. Belki de yaşlar geçip de eskiye özlemler çoğalınca "içimizdeki çocuk..." dediğimiz de işte bu yalnızlığın bir tezahürü oluveriyordur, ne dersin sevgili yalnızlığım? Sen hiç büyümeyeceksin di mi?... "

 

Yalnızlığı boş boş bakınca, kendisini can-ı gönülden dinlemediğini düşünse de gevezeliği üstündedir o an; sürüdürür konuşmasını: 

 

" Hâlbuki çoğu geçmişimiz ve yaşanmışlıklarımız eskiye dönmeyi değil de, ( hatta ) çoğu zaman hiç yaşanmamış olmayı düşündürecek denli - kötücül diyeceğim ama dilim varmıyor çünkü ne de olsa hepsi bizden bir parça - sıkıntılı değil midir? Esasında, " bilinçsizce geriye dönüş isteği bu deneyimlerden ders çıkartarak, o hataları, o eksiklikleri, o sıkıntıları bir kez daha yaşamamak adınadır..." demek belki de daha doğrudur... 

 

Neyse, işte bu Ece güzel bir Ece olabilir bir şeyleri(ni) paylaşabilene...

 

Umarım gelecek de gelecektir... “  

 

Aniden bir rüzgar önce dalları ve yaprakları sallar ve sonra çıplak kollarını yalayıp geçerken onu ürpertiverir. 



Bu yazı 19869 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI