Bugun...


Fatih Akbulut

facebook-paylas
Uzun bir aradan sonra uzunca bir pazar sohbeti
Tarih: 23-11-2014 16:23:00 Güncelleme: 23-11-2014 16:50:00


Yağmur var birkaç gündür. On gün kadar süren tatlı pastırma yazının ardından gelen karayel sertleştikçe havayı da soğutuverdi zamanın doğasına uygun olarak. Sonuna yaklaşmakta olduğumuz Kasım ayı, güzü kışa doğru önce psikolojik, ardından da fiziki gerçekliğe dönüştürecek gibi yavaşta olsa... Yağmur Kadıköy yakasında kimi zaman ahmak ıslatan, kiminde ise saçma bir çisenti halinde gu günlerde. Yerler hep ıslak artık. Damlaların toprağa ilk düştüğündeki o ıslak ot kokusu yerini ayazın ürpertisine bıraktı çoktan... Sararıp düşen yapraklar ise en çok sokak aralarında gezinen çöp işçilerini üzüyor sanırım. Neyse ki kasım ayı onları da silip süpürecek dallardan kısa sürede ve ellerinde süpürge ve faraşları ile asgari ücretli işçiler yine sigara izmaritleri, naylon poşet, ambalaj ve diğer insani atıklar...vs ile başbaşa kalacaklar o soğuk sokaklarda...

Mühendislik harikası olarak sürekli onarılan ama bir türlü bilimsellikten nasibini alamayan yollarımız ise ayrı bir şenlik her zamanki gibi... Fütûrsuz sürücüler nedeniyle, yol kenarlarında biriken yağmur suyuları, hepimiz için yağmurlu havada yürümenin en doğal riski sayılmıyor mu kendimizi bildiğimizden beri? Bu durumun vaka-i adiyeden sayılmaya devam etmesi ise sadece gülüşlü sohbetlerimizin ötesine geçmemesi çok üzmüyor bizi ne yazık ki!!! Ama yine de her durumdan kendimize bir avuntu çıkaracak iyimserliğimiz genlerimizde var galiba... Sonuçta, berekettir deyip susuzluk ve küresel ısınma korkusunu ötelenmiş gibi hissettiğimiz bu normal yağmurlar, bilinçaltımızda da olsa mutlu ediyor bizi galiba; eğer felaketlere yol açmazsa...  

Artık neredeyse tüm gün emeklilik pozisyonuna girmiş bir orta yaşlı kategorisindeki beni, böyle  havalarda iyice azan trafik keşmekeşi genellikle tv ekranlarındaki haliyle etkiler oldu. Arada bir o keşmekeşin içinde kaldığım oluyor tabi ki. Zamanımı bu olumsuzlukları düşünerek ayarlamaya çalıştığım bu minik şehir içi yolculukları mümkün olduğunca toplu ulaşım araçlarında yapmaya çalışıyorum. Ve eğer ayakta da değilsem, gazete ve kitabımla hareketli bir kafedeyim tadında hayal ediveriyorum kendimi. Yağmurlu iş saatlerinde evde isem, acaba şimdi yollarda olsam nerelerde küfürü basıyordum diye düşünerek tv'deki trafik kanalını açıyor ve rahat koltuğumda yeşil, kırmızı yolları izliyorum karmakarışık duygularla ve biraz da o an trafikde arabasıyla cebelleşen oğlumu düşünerek. Zaman ne çabuk geçiyor dedirten bir duygusallığın tavan yaptığı bu anlarda, bundan on iki sene önce her iki yaka arasında yaşadığım trafik keşmekeşlerini düşünüp derin bir soluk almıyor da değilim bir yandan. Sonra dalıp gidiveriyorum o günlere gözlerim ekranda...

Kendimce oyalanma vesileleri yarattığım o zamanları arıyor muyum çok da emin değilim itiraf etmem gerekirse. Oniki yaş daha genç olma fikri bile o keşmekeşin içinde olmayı cazip kılmıyor sanki... Yanımdan geçen veya uzun süre yan yana seyrettiğimiz bir arabanın sürücüsünün, yaşantısını hayalimde canlandırışım, şimdilerde çok saçma gelse de, o anlarımın en eğlenceli anları olabiliyordu, çok iyi anımsıyorum. Sigarasını tutuş biçimi, telefon ile konuşurken yaptığı el kol hareketleri, kimi zaman dudak kıpırtıları ve baş hareketlerinden mırıldandığı şarkının hangi şarkı olduğu gibi onca boş, ama sürükleyen oyuncuklardı bunlar. Kimi zaman da, bir araba öne geçmek için önümü tehlikeli bir şekilde kesip önüme geçmeye çalışan uyanık bir sürücü ile karşılıklı yaşadığımız yol alma-vermeme stresi adrenalimi yükseltirdi. Eğer yol vermemeyi becerebilmişsem keyiflenir ama önüme geçmeyi o başarmışsa kendime kızardım. Ancak hiç korna çalmadım böyle durumlarda sadece selektör yapıp kendimce küfür ederdim. İşte bu oyalamacaların en büyük ( gerçekte en kötü ) yardımcısı, o stresli zamanların gevşeticisi ve hoş anlara çevirme becerisini sağlayan ise alkol olurdu, özellikle akşam saatlerinde. Nasıl olduğunu anlatmak bu yazının sınırlarını çokça aşacağı ve kötü örnek olacağı için o fasıllarla ilgili ayrı bir oturum açmayı yeğlerim şimdilik. Kimbilir belki otobiyografik bir itirafname, geçmişe ağır bir özeleştiri, kötü bir örneğin sergilemesi ile geleceğe deneyim aktarma belki, ilerde; her nasıl algılanırsa...

Üstelik film olsa bu anılar, bu anların tamamı buzlanacak görüntülerden oluşurdu galiba... Laf buraya gelmişken filmlerdeki bu buzlanmaların, o filmin o sahne ve sekanslarını ve benim de sinirlerimi bozduğunu söylemek isterim. Çoğunda sigara ve içki içeren bu görüntüler, senarist tarafından özellikle hikayenin o anındaki kederi, hüznü, neşesi, sohbetin veya sessizliğin en önemli vurgusu olduğunu düşünerek kurgulanmış anlardır. Yönetmen de bunu vurgulayacak aksiyonlar ve yaşam efektleri ekler o sahnelere. İşte o buzlamaların görüntüye geldiği anlardaki saçmalığın, filmin o sahnelerini ve ruhunu bozduğunu hiç bir sinema sever inkar edemez sanırım. Sanatta bu bağlamda önemli bir fenomen olmuş ve duygusallıkları vurgulayan sigara ve içkiyi, yaratıcılık bağlamında yasaklamak veya görüntü kirliliğine neden olmakla, topluma kötü örnek olmak arasındaki bağın bilimsel olarak bir gerçekliği var mıdır, inanın emin değilim? Ama şurasına çok eminim ki, o buzlamalar veya kesmeler yedinci sanatın ve anlattığı o an'ların içine etmektedir bana göre.

Bu konunun gerek aile gerek okul gerekse sosyal ortamlarda küçük yaşlarda başlayan eğitimlerle yapılması ve bu konudaki bilinçlendirmelerin insan doğasına baskıcı olamayan psikolojik eğitimlerle verilmesi taraftarıyım ben. Özellikle içkinin çok büyük zararını görmüş ve çevresine kendisinden daha fazla olumsuzluklar yaşatmış bir kişi olarak bu konularda EĞİTİM, EĞİTİM, EĞİTİM üçgeninin, YASAK, YASAK, YASAK üçgeninin yerine konmasını düşünürüm. Ancak bunun, zaman ve aşırı çaba isteyen politikalar üretmek ve onları yaşama geçirmek  isteyen zorlu bir süreç olduğunu söylemeye gerek var mıdır? Bilmiyorum. Olayın sadece yasaklayarak çöz(ül)düğünü sanmak ve/veya sandırmak ucuz ve popülist bir saçmalık değil midir? Bunu anlatabilmenin ise çok zorlu bir süreç olduğundan çok eminim. Siz sorumlu olsanız hangisini seçerdiniz? Karşınıza çıka(bile)ca(e)k engelleri hayal edebiliyor musunuz?

Neyse, bir Pazar sohbetini yine çok ciddi konulara doğru evirecek konular dizisi yerine bu koca köyün karmaşa içindeki yollarına, caddelerine döndürmek en iyisi galiba şimdilik. Özellikle çevre ve köprü yollarının karmaşası bundan on iki sene öncesinde de şimdikinden az değildi galiba. O yüzden de çoğu zaman alternatif yolların dayanılmaz çekiciliğine kucak açtığım çok olurdu. Gerçekte, ana yollardan farkı olmayan sıkışıklığa oralarda da yakalanınca hepimizin aklından ve dilinden geçen söylemler o anlarda benim de içimden bazen sesli bazen sessiz olarak geçiverirdi.

Saptığım o yan yolların trafik karmaşası bakımından ana yollardan pek farkının olmadığını her defasında görüp ama yine de hiç ders almadığım (böyle karmaşada araba kullananların da binlerce kez olduğu/olacağı gibi) o kadar çok pişmanlığım vardır ki... Ve yine o sıkışıklık içinde bile insan hemen savunma mekanizmasını çalıştırıp "varsın olsun, yaşantımda değişiklik yaptım" deyiverme güzelliğini gösteriveriyor ister istemez, değil mi? O yavaşlıktan yararlanıp etrafa daha dikkatli bakıp kanıksanan yerler haricinde farkına varılan yeni yerler keşfetme telaşı gözleri sardığında ise karmaşadan eser bile kalmıyordu. Bilmem ki, belki de çocukken izlediğim Pollyanna filminin bilinçaltı bir etkisi de bu muydu acaba? Böyle zamanlarda Kağıthane deresi yolları, Gültepe ve Çeliktepe'nin ara sokaklarının dar, yokuşlu-inişli yerlerini keşfettim ben. Hiç bilmediğim sokaklarda önüme ne çıkacak merakıyla ağır ağır giderdim. Bir süre sonra, bu kimi zaman heyecanlı, kimi zaman duraklamalı, kimi zaman çok bilinmeyenli kıvrım kıvrım yollar aniden tanıdık bir yerlere çıkıverince seviniverirdim. Ama esas emin olduğum ve hiç yanılmadığım husus ise sonuçta yine köprüye bağlanmak için Levent'e çıkıp oradan Zincirlikuyu'nun " her canlı bir gün ölümü tadacaktır" yazan kapısının önünden geçmek zorunda olduğumdu. İşte kabus yine o köprü sapağında başlayıverir ve köprü çıkışına değin sürerdi. 

İş çıkışını bazen zorunlu bazen de isteyerek biraz geciktirdiğimde, Yeşilyurt’tan sahil yolunu kullanıp Sirkeci-Harem arabalı vapuru kuyruğu ve arabalı vapur yolculuğunun yeri ise bambaşkaydı benim için. Hava, saat ve en çok da duygusal koşullarıma göre genellikle yeğlediğim ve keyife bir yolculuk hissi veren bir yoldu bu. Genellikle herhangi bir kaza durumu yoksa, Cankurtaran’a değin akan trafik oradan sonra gününe göre arabalı kuyruğunda zorunlu misafirlik demekti. Eğer kuyruk Sarayburnun’da başlıyorsa “ o gün şanslı bir gün “ yorumu yapmak yanıltıcı olmazdı ve yolu en az yarım saat kısaltırdı. O kuyruk boyunca mevsimine göre bölgedeki tüm seyyar satıcıları ve dilencileri uzaktan gördüğünüzde camı örtüp yanınıza geldiklerinde kafa sallar veya canınızın çektiği bir şeyi az biraz kazıklanarak alırdınız.  Ben genellikle yola tedarikli çıktığım için pek yüz vermezdim onlara... Koltuk altına aldığı değneği ile tek bacaklı dilenci genci bir başka zaman yol kenarındaki çalılıklarının arasında iki bacağının üstünde görmeniz hiç de şaşırtıcı değildi bu anlarda. En çok içimi acıtan ise ellerinde kağıt mendil ve kalem satmaya çalışan minik kız çocuklarıydı; sanırım hâlâ karşımıza çıkmaktadırlar heryerde. Çocuk sömürüsünün tavan yaptığı muhteşem bir travma diye düşünmeme neden olan bu durum hep yüreğimi parçalamıştır. Siz onca zaman sırada sabırla beklerken, sıranın bir boşluğunu yakalayıp arasına dalarak kuyrukta bekleyenleri enayi yerine koymak isteyen nice sürücünün başının belaya girdiğine de az tanıklık etmemişimdir o kuyruklarda. 

Akşam iş çıkışı saatlerinde artan arabalı vapur sayısı ile birden hızlanıp aniden duran  sonra tekrar hızlanan bu bekleyiş, buranın yabancısı için arkadaki arabaların kornalarına maruz kalmak demekti. Bu dur kalklar, hızlanmalar ve yavaşlamalar, arayı açmamak ve araya kaynak olmaya çalışan uyanıklara fırsat vermemek için biraz deneyim gerektiriyordu. Aksi durum korna seslerini hediye olarak sunuyordu kulaklarınıza; kimi zaman durduğunuzda da camınızın yanında dikilip söylenen kendini bilmezlere muhatap olmanız işten bile değildi. İlk zamanlar epey bir terlemişliğim vardır bu dur-kalklarda.

En keyiflisi ise arabalıya son sıralarda binmekti, kendinizi şanslı sayıp mutlu olmak adına... Arabalının kapağından geçerken çıkan takır tukur seslerin ardından, görevlinin sizi adım adım vapura yerleştirme sesleri keyfinizi artırırdı. Artık karşıya geçmek için o vahşi kalabalıkta dur kalk yapmanız gerekmez, boğaz manzarası ve havasını içinize çekerek veya benim yaptığım gibi minik yudumları, çakı ile kesilmiş elma dilimlerini çiğneyerek boğaz manzaralı olarak boğazınızdan akıtmak demekti. Hele Arabalının sancak veya iskelesinde kenar manzaralı yer kapmışsanız yirmi dakikalık yolculuğun keyfini, arabadan çıkmadan radyonuzu da dinleyerek beş yıldızlı gibi çıkartabilirdiniz. İçki, o zamanlarımdaki önüne geçemediğim en kötü zaafım olduğu için bakmayın siz bu ifadelerimi genele şamil edercesine anlattığıma, siz onu tekil birinci şahsın insani bir zaafı olarak algılayın ve değerlendirin lütfen... Bunları dile getirirken, sonrasındaki kötü bir dönemimden intikam alma adına kendimle yüzleşmenin gerekliliğine inanıp bunu da sizin tanıklığınızda yapma isteğim ağır bastığı için rahatlıkla anlatıyorum bunları esasında. Doğal olarak sizlerin hoşgörüsü ve anlayışını da gözönünde bulunduruyorum bu olumsuz itiraflarımda. Sonuçta yaşamın bazı gerçekleri kaçınılmaz olarak hep bizimle ve yaşadığımız sürecede hep öyle kalacaklar iyisiyle de kötüsüyle de. Paylaşmak ise belki yarar katsayısını artırır belki, kimbilir?

Neyse, işte böyle kendimce bir takım bahane ve avunmalarla geçirmeye çalıştığım bu süreler hep bir filmin yinelenen bana göre hoş sahneleri gibiydi. Özelikle kış aylarının soğuğundaki karanlığın içinde parıldayan boğazın sahil ışıklarının dansı aklımı başımdan alırdı; yaz ise güneşin batışının kızıllığının vurduğu Kız kulesi ve Salacak sahili tadına doyumsuz lezzetler sunardı akşamüstü saatlerine. Kendimi şanslı saydığım nadir anlarlardı belki de o anlar. Film gibi, şiir gibi, tablo gibi... Sanırım biraz ürküntü içindeki bir özlemin, duygusallığın alkol içinde erimesiyle iyice pelteleşmiş duyguların esrikliğiydi çokca.

Geçen gün bir dostumla sohbetimizde, yakın zamanda arabalı vapura bindiğinde yeni arabalı vapurlarla yolun on dakika sürdüğünü ve boğazın tadına varamadığını söylediğinde o günlerim geldi yeniden aklıma. Sürenin yüzde elli azalmış olması “ Zaman kısalmış ve benim gibiler için esrik keyifler azalmış ” diye içimden geçirmeme ve gülümsememe neden oldu.  Fırsat olursa arabalı vapur ile bir karşıya gidip gelmek; bu yüzleşmemin ve nostaljinin yinelenmesi açısından yararlı olur mu diye düşündüm sohbetin sonrasında ise...

Kimi akşamüstleri Harem’den E-5’e çıkmadan bir de bakardım ki araba sola dönmüş ve tam Kız Kulesinin karşısında Harem sahil yolunun kenarına park edivermiş... Arabadan çıkıp, orada ki bir banka veya hemen biraz ilerdeki bir kayanın üstüne oturup akşam serinliği ve poyrazın ayazında belki de İstanbul’un en harika manzarasını içer gibi seyre ve hayallere dalmayı düşünebiliyor musunuz? Ben şimdi o anlar gözümün önüne geldikçe derin bir iç çekip “ tüm yorgunluğa değermiş meğer...” diyebiliyorum... Arada bir, keyfinize ve zevkinize göre orada güneşi batırmanın ayrıcalığını düşünün derim.

Yağmur, ıslanmış sokaklar ve caddeler ve koşuşturan insanlar ve beton ve asfalt yığını koskocaman bir köyün cangılında, düşünecek, kafa yoracak hatta psikolojiyi yerlerde süründürecek o denli çok karmaşa varken...... İşte böyle havadan, sudan, eften püften, şeylerden konuşmak her ne kadar ülkenin gündeminden kaçmak gibi gözükse de bunlar da ülkenin insanını çok acıtmayan günlük rutinleri esasında bana göre. Hatta çok büyük bir çoğunluğun günlük harala gürele içindeki yaşamını en çok etkileyen unsurlar belki de. Akşam yorgun argın evine gelen bir baba, akşam yemeğinde kocasına ve çocuklarına ne yedireceğini düşünen ana, derslerini pek dinlemeden haylazlık yapmış yeni yetme delikanlı, kız arkadaşı ile saç saça kavga etmiş küçük hanımefendi ve babasının aldığı çikolatanın hepsini yeme derdindeki yaramaz bebeden oluşmuş ortalama bir ailenin kendi sosyal statüsü ve sınıfındaki yaşantısı....

Yemeğin ardından her birinin koltuklarına, sedirlerinin kendilerine ayrılan köşelerine, yer minderlerindeki sırtlarını dayadıkları duvara çıkmış kendi izlerine kavuştukları anlarda günün yorgunluğu çökmüştür artık o yorgun bedenlere çoktan. Çocukların ders kitap ve defterlerini açtıkları ama göz ucuyla ana-babalarının seyrettiği diziye göz atıkları karanlığın o zamanlarında artık ülkenin gerçek gündeminden onlara hiç bir olumsuzluk düşmemelidir. Yorgunluğa eklenen yaşam bıkkınlığı ve ardı ardına gelen ve kafa karışıklığı yaratan onca girdi o kadar çoktu ki bu yaşamlara. Kafayı boşaltıp, başkalarının içinden çıkılmaz dertleriyle kendi dertleri arasındaki uçurumdan rahatlama çıkartacakları anların keyfi olmalıydı bu saatler sessiz, kaderci büyük çoğunluk için... Karınları asgari ücretli/emekli maaşlı/bağışlı makarna ağırlıklı olarak  toksa, sobalarında kömür kızarmışsa, üstündeki demlikte çay da fokurduyorsa .........................

Halbuki, söylenecek çok şey varken; yutkunup, çoğunda şükür sözlerini düstur edinmiş ortalamaların dayanılmaz siyah-beyaz gerçekliği önümüzde tüm çıplaklığı ile duruyorsa ..............

Ziverbey   22.Kasım.2014



Bu yazı 22332 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

AKP Nasıl Kazanıyor?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI